Ablam ve eniştem 70’lerde solcu olmanın çok cevrini çekmişlerdi.
Mahpusluk tecrübesi yaşamadılarsa da hem bedenen, hem de ruhen epey
hırpalanmışlardı. Ankara’da ülkücülerin hakimiyet kurduğu bir
okulda, sürekli tehdit ve saldırıya maruz kalarak, hocalar
tarafından bile dışlanıp tehdit edilerek öğrenciliği sürdürmeye
çalıştıktan sonra, artık kapısından bile giremez oldukları okulu
birkaç yıllığına bırakmak zorunda kalmışlardı. Her gün aldığı
Cumhuriyet gazetesini ceketinin içine saklayarak eve sokan babam,
sokağımızda sık sık yaşanan silahlı çatışmalarda bizi masaların,
divanların altına ittirmektenn bunalmıştı. Bu sebeple 12 Eylül
darbesinin ilk günlerinde aile çevresinde kimselere sezdirmeden
rahat bir soluk alınır gibi olmuştu.
O kadarla da kaldı zaten. Bu kez, 15 Temmuz darbe girişiminden
sonra olduğu gibi, üzerine en ufak şüphe gölgesi düşmüş veya
varlığı, yapıp ettikleri rahatsızlık yaratan herkesin hayatını
mahveden bir cadı avı başladı. Böylelikle hem ideolojik temizlik
yapılmış oluyordu, hem de destekçilere kadro açılıyordu. Ankara’da
yönetici kadrosu işgal eden babam, küçük bir şehre sağlık
memurluğuna sürgün edildi. Ablam ve eniştemin, üniversitedeki
geçmiş politik faaliyetleri, TÖBDER üyelikleri öğretmen olarak
çalıştıkları şehirlerde hep bir risk faktörü olarak karşılarına
çıktı.
O ilk tsunami dalgasının biraz yatıştığı dönemde ben artık genç
bir kızdım. Ablam ve eniştem ise hayatlarını iyi kötü düzene
sokmuşlardı, geçmişin tortusundan arınmaya çabalıyorlardı. O
dönemde Ahmet Kaya’nın Yorgun Demokrat albümü yeni piyasaya
çıkmıştı. Bir yıl önce çıkan Şafak Türküsü albümü gibi gizli saklı
dinleme kaygısı olmadığından kaseti başa sarıp sarıp aynı şarkıyı
dinliyor, aşınan ve bandını dışarı kusan kasetin deliklerine kalemi
takarak çevirip bandı yerine oturtuyor, giderek tizleşen kaydı yine
dinliyordum. Yorgun Demokrat şarkısı bana
ablam ve eniştemde somutlaşan 70’lerden 80’lere devreden o acılı,
bezgin kuşağın hikayesini anlatır gibiydi. “Şarkılar küsmüş
dudağa/ömründe gecikmiş hasat/karışmış çoluk çocuğa/geçim derdinde
demokrat/içlenir hatırladıkça/izlerini o günlerin/düşe kalka bata
çıka/yaşadığı o depremin/Bu yolda dönenler oldu/mum gibi sönenler
oldu/yar göğsüne baş koymadan/vurulup düşenler oldu/Bir sen kaldın
geriye/ah akıp gidiyor hayat/yüreğim anlıyor seni/artık susma
yorgun demokrat.”
O yaşlarda “Mahirler, Denizler” diye bahsettiğimiz, Gülünün
Solduğu Akşam’da Erdal Öz’ün kaleminden hikayelerini okuduğumuz 68
Kuşağı’nı kahramanlaştırıyor, sonraki sol örgütlenmelere hep o
çakıp sönen ışığın kamaştırdığı gözlerimle bakıyordum. Türkiye’de
sol deyince de, devrim deyince de akla 12 Mart'ın boyun
eğdiremediğini düşündüğümüz kuşak geliyordu. Yeniyetme halimle, ben
politik olarak yeni yeni uyanırken, birçok konuda farkındalık
geliştirirken, 80 Darbesi’ne teslim olduğunu düşündüğüm kuşağa fena
içerliyordum. En çok da yakınımdakilere. Kafaya koymuştum bir kere,
“artık susma” diyecektim ablam nezdinde önceki kuşağa. Ablamı
teybin başına oturtup şarkıyı dinletmeye başladım. O kadar
heyecanlıydım ki, olanca naifliğimle ve yanı sıra da çiğ bir
saldırganlıkla, onun içlenerek nedamet getirmesini bekliyordum.
Oysa şarkının yarısında yüzüme küskünlükle bakarak, “Böyle şarkılar
dinlemek istemiyorum artık. Kendin dinle” diyerek kalkıp gitti. Ne
bekliyordum ablamdan ve 12 Eylül cuntasına yakalanmış solcu
kuşaktan? Niye dinletmiştim o şarkıyı? Ölen arkadaşlarını mı
hatırlasındı? Yıllarca devam edemediği okulunun yakınındaki
müdavimi oldukları kahvede uğradıkları saldırıyı mı? Hocaların
kolladığı ülkücülerden topluca yedikleri dayakları mı? Darbecilerin
cezaevlerinde, sürgünlerde hayatlarını soldurduğu akranlarını mı?
Ona yorgunluğu ve yenilgisini hatırlatmakla ne elde edecektim?
***
Sen politik olarak uyanıp da ne yapıyordun, diye soracak
olursanız, seksenlerin ilk yarısında zaten suspus olmuştuk hepimiz.
Şehirli, orta sınıf ve üniversiteli bir grup genç olarak,
seksenlerin ikinci yarısında ise yapıp ettiklerimizin bir önceki
kuşağın gençlik hareketine öykünen, onların coşkusu, cesareti ve
ümidine ortak çıkan bir tür gardırop devrimciliği olduğunu söylemek
abartı olmaz. Asker postalları, parkalar, heybeler, kilim desenli
çoraplar, haki yeşil asker çantalarıyla donanıp önce gizliden,
sonra açıktan Zülfü Livaneli, Ali Asker, Rahmi Saltuk, Grup Yorum
dinlemek, Nazım şiirleri ezberlemek, hipodrom konserlerinde sol
yumruğu havaya kaldırmak, okul bahçesindeki protestolara
katılmaktan ibaret bir devrimcilik yanılsaması, hevesi. O dönem
odamın duvarlarını nasıl donattığımı eski fotoğraflara bakınca
hatırlıyorum: Filistin mücadelesini destekleyen afişler, “No
pasaran!” yazılı veya Hüseyin, Deniz, Yusuf’un siluetleriyle bezeli
kartlar, Rasin’in Nazım portresi vb. Fakat bunları fazla da
küçümsememek lazım. Küçük çaplı bir vicdani uyanıştı bu. O esnada,
dersleri basıp bizi protesto gösterileri için dışarı çağıran,
kantinde yanımıza oturup örgütlemeye çalışan ve bir kısmı sonradan
bedenini ölüm orucuna yatıran, pos bıyıkları, tavizsiz tavırları ve
sert bakışlarıyla, aslında bizden üç beş yaş büyük olmalarına
rağmen, feleğin çemberinden geçmiş gibi görünen abiler nezdinde ise
yaptığımız şey tatlı su solculuğuydu, özentiydi. Evet, bunlar hep
abilerdi. Ablaları onlarla birlikte polis saldırısından kaçarken
izliyorduk okul pencerelerinden. Uzaktan bakmamıza içerliyorlardı.
Eylül cuntasına yenilmiş olduğuna inandığımız kuşağı eleştirirken
biz de ancak bu kadarını yapabiliyorduk. Bir kısmımızın sınıfsal
konumu, bir kısmımızın ise hayattan beklentileri gardırop
devrimciliğinden ötesine imkan vermiyordu. Üstelik artık aklımızı
çelen, gürül gürül, renkli dünyayı keşfetmiş ve dünyayı
değiştirmenin yolunun sadece sokak gösterilerinden geçmediğini;
muhayyel bir gelecekte devrimin bizi beklemediğini; gündelik
hayatta günbegün kazanılan mevzilerden oluşan bir pratik olduğunu
anlatan argümanlara kulak vermeye başlamıştık.
Eylül darbesinin hemen sonrasında, bugünkü kayyım atamalarını
andırır şekilde, bakanlıklardan, apartman yönetimine kadar her
idari kademeye faal ve emekli askerleri atayan cunta yönetimi
gündelik hayatımıza, sosyal ilişkilerimize, eğlence anlayışımıza
bile şekil vermeye girişmişti. Kimi mahkumlara fasılasız dinletmek
suretiyle işkence tekniği olarak da kullanılan, Müşerref Tezcan’ın
“Türkiyem Türkiyem Cennetim” adlı şarkısı ve benzerleri, muktedire
yaranmak isteyen bestecilerin/şarkıcıların askeri ve “faziletli”
müzik akımına en beter katkılarından biriydi mesela. En çok
mahallelerin emeklileri ve işsiz güçsüz gençleriyle çocuklarını
coşturan, karşılaştığınızda “sağlıklı yaşam için üç kere: sağol
sağol sağol” demenizin kural olduğu sağlıklı yaşam koşuları,
öjenist politikanın kötü bir uygulamasıydı. Başka bir meşgalesi
yokmuş gibi sık sık Türkiye’ye gelen ve karşılama komitesi
kalabalık görünsün diye eline bayrak tutuşturularak güneşin
altında, “Cive Pakistan” şarkısını durmaksızın dinleyerek saatlerce
bekletilen öğrencilerin husumetini çeken Pakistan devlet başkanı o
dönemde çocuk olan herkesin hafızasında yer edinmişti. Binlerce
gencin hayatını söndürmekte tereddüt etmeyen askeri idare, ayda en
az bir kere ağaç dikim şöleni organize ederek, acı bir ironiyle,
muhtelif illerde filizlenen 12 Eylül korulukları/ormanları
oluşturmuştu.
Bu tatsız, renksiz, şiddet dolu atmosferden dolayı, 80’lerin
ikinci yarısında, Turgut Özal’ın ANAP’ının liberalleşme ve
sivilleşme iddiasıyla iktidar olması, cunta yönetiminin ağırlığı
altında ezilen kesimlerde bir beklenti yaratmıştı. Herkesinki
liberalleşme hevesinden değildi elbette. Sivil iktidara geçme
ihtimalinin getirdiği ferahlıktan. Özal'ınkinin de bizim gardırop
devrimciliğimiz gibi bir gardırop sivilliği olduğu, yeri geldiğinde
derin devletin desteğine başvurmaktan çekinmeyeceği zamanla
anlaşılsa da, asker postalından çok darbe yemiş, milli eğitim
müfredatına, devlet yönetimine, politik söylemlere ve hatta
kültür-sanat faaliyetlerine sinmiş “asker millet” tahayyülünün bir
parçası olmaya zorlanmış halk kitlesi nezdinde olumlu
karşılanmıştı. Karısıyla el ele dolaşan, çocukları başına buyruk
yaşayan, şortla askeri kıta denetleyen, yabancı liderlerle
şakalaşan, popüler şarkıları bet sesiyle söylemekten imtina
etmeyen, en yakın arkadaşları şarkıcılar olan ve onları dinlemek
için eşiyle birlikte sık sık gazinolara giden bir başbakandı Turgut
Özal. En temel ihtiyaçlar için bile kuyruklarda saatler
geçirmekten, yurtdışına çıkmak için üç beş kuruş döviz aramaktan
bezen, TRT’nin soğuk yüzlü yayınlarına talim eden, kaçakçı
pazarlarından satın alabildiği üç beş parça eşyayla mutlu olabilen
bir kuşağa ilaç gibi gelmişti. Bunun yanında, Özal’ın gizli
dindarlığı, Nakşibendi tarikatının mensubu olduğu iddiaları da bir
kesimin onayını almasını kolaylaştırıyordu.
Arabeskin altın çağıydı o yıllar. Yasaklar kalkmıştı. Kamu
yararına gazetecilik ilkesinin sözde bile hükmünün kalmadığı,
iktidarın tekelleşen gazetelerin patronları ile yakın ilişkisinin
Özal’ın ağzından “Türkiye’de iki buçuk gazete kalacak” beyanatıyla
dillendirildiği, magazinin hiç olmadığı kadar popülerleştiği,
futbolu, iş dünyasını, siyaseti temel malzeme olarak kullanıp tozu
dumana kattığı bir dönemdi. Artık çok aşina olduğumuz eğlence
endüstrisinin ve spor camiasının iktidarla omuz omuza duruşu, Özal
döneminde kazan-kazan mantığıyla ilk kez karşımıza çıkıyordu.
Turgut ve Semra Özal çiftinin karakterleri ve sosyal hayata
düşkünlükleri bu ilişkinin şekillenmesinde rol oynamış olsa da,
hatırı sayılır hayran kitleleri olan yıldızların yakınlarında
olması ANAP iktidarını güçlendiriyor, karşılığında bu yıldızlara
eğlence endüstrisinin kapıları ardına kadar açılıyor, hatta ticari
faaliyetleri varsa ihale kazanmaları işten bile sayılmıyordu.
Cinsellikten rahatlıkla bahsedilebiliyor, kredi kartlı alışverişin
önceli olan taksitle satış yapan büyük mağazalar art arda açılıyor,
ithal edilen ürünlerin çeşitlenmesiyle bir tür tüketim çılgınlığı
yaşanıyordu. Daha fazlasını tüketebilmek için daha çok paraya
ihtiyaç duyanları da bankerler dolandırıyordu. Bu cendereden sağ ve
hatta daha da güçlü olarak çıkabilen kadın hareketiydi. Feminizmi
bir ideoloji olarak ciddiye almayacak kadar kendinden emin cunta
rejimi, kadın hareketini, kadınların kendi aralarında hasbıhal
edip, sızlanarak ara sıra da bunu dillendirmelerinden ibaret
görüyor olsa gerekti. Bu küstahça tavır işe yaradı. Türkiye’de
feminizm, dünyada kadın hareketinin yükselişiyle de bağlantılı
olarak, sol örgütlerin içine sıkışmaktan kurtulup muhtariyet
kazandı. Fakat önemli bir şey kaybedildi anonim olarak. Yine
Özal’ın, “Benim memurum işini bilir” sözünde billurlaşan;
kurtuluşu, özgürleşmeyi, refahı ortak bir kazanım olarak gören
düşünce sistemini değersizleştiren, bireysel başarı ve kazanç
arayışları kolayca revaç buldu. Filistin Kurtuluş Hareketi'nin
haklılığını Türkiye’de odasının duvarından ilan eden genç kuşağın
yerini dünya modasını yakından takip edebilen, piyasaya sunulan her
mal ve hizmetin benzerine veya taklidine kolaylıkla ulaşabilmenin
sarhoşluğunu yaşayan bir kuşak aldı. Bir zamanlar Vedat Türkali
romanlarından öğrenip, birbirimizi şakayla karışık kınamak için
sarf ettiğimiz, “küçük burjuva duyarlıklarına kapılmak”tan geri
duramadık çoğumuz.
Bugün omuzlara verdiği cesametle bedeni daha bir çalımlı, çekici
kıldığı düşünülen vatkayla ve saçları daha gösterişli kıldığı
düşünülen permayla anılan seksenlerin ikinci yarısı bolluk
yanılsaması yaratan bir tür kofluk olarak da anılabilir. İlk yarısı
zaten politikaya bulaşsın bulaşmasın herkesi yutan bir kara delik.
40’ıncı yıldönümünde hâlâ toplum üzerindeki hükmünü sürdüren 12
Eylül’ü, o dönemde aktif siyasetin içinde veya çocuk/genç olarak
yaşamış yazarların yer aldığı ve Tanıl Bora’nın hazırladığı 40
Yıl 12 Eylül başlıklı derleme (İletişim Yayınları),
öncesi/sonrası ve hâlâ hayatımızdaki yeriyle ele alıyor. Bu
derlemede yer alan yazılardan özellikle biri, Göze Orhon’un “Bir 12
Eylül Yazısının İlk Cümlesi Ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler”
başlıklı anlatısı, hepimizin 12 Eylül yaşantısından izler taşıyor
ve hepimiz adına “ah!” ediyor. Bu ah’ı işitmenizi öneririm.