Dün akşam üstü, günlerdir türlü sebepten ertelediğim “Bohemian Rhapsody” vazifemi eda etmeden önce, Okan Bayülgen’in Posta gazetesinden Oya Çınar’a verdiği röportaja takıldım. Hemen altında da “şırdana zam geldi” başlığıyla eciş büçüş fallik bir şırdan görselli haber vardı, sosyal medyada. Valla azıcık travmatik oldu. Bayülgen yaşça aşırı büyük değilmiş ama bir şekilde erken yaşlardan beri ekran tanışıklığınızın olduğu ünlüler ‘o hâlâ sevişiyor muymuş yav?’ hissi yaratıyor öncelikle. Sakatatla ilişkim de çok sakat-attır, ciğer yiyemem, ciğer. Üstelik vejetaryen da (henüz) ol(a)madığım için bu aslında riyakar bir tutum ama adı konmuş iç organ yemek aşırı geliyor. Beyni olan bir canlının bir diğerinin beynini yemesi filan. Şırdan fonetik olarak bile çok fazla. O görsel de cidden fallik.
Şakası bir yana ki işin bu yanına bazı sosyal medya paylaşımlarında isabetlice değinenleri gördüm: İlk başta benim de zihnimde bitişen haliyle Bayülgen’in bu beyanına yönelik “kalkmıyordur o artık hoca, sen bırakmamışındır o seni bırakmıştır,” yorumları da tersten düzden cinsiyetçi yani, evet. Bir yandan da, what can you do sometimes. Bayülgen kendisi basa basa politik doğruculuğa karşı olduğunu ifade ediyor. Ben pek karşı değilim, hatta o sayede bir nebze yontulduğumuzu düşünüyorum. Dilde iğneyle dolaşmak düşünce değişmiyorsa çok değerli değil ama bu kadar cinsiyetçi, ayrımcı, defaatle kadın düşmanlığına yatkın bir toplumsal zihniyet için dilin önüne konan gem de önemli.
Bayülgen’le ilk programlarından, tee Gece Kuşu’ndan beri haşır neşriyatı olan biriyim. Hayatta en (hatta ciddi anlamda sanırım, tek) muhafazakar yönüm de vefa duygumdur. Uzun süredir hayatımda olanı bünyeme bir çeşit yediririm. Bu bakış açısıyla, mesela hayatının son yıllarında Ankara Güniz Sokak’ta yan komşum olmuş Süleyman Demirel’i, yeterince uzun süredir hayatımızda olan başka siyasetçileri nereye oturtacağımızı bilemeyeceğimizden, bunun iyi bir ölçü olmadığını kabul edelim. Bütün ‘iyi’ ve bütün ‘kötü’, hayatımızın içinde zaten, hatta bizim içimizde. Salt muhafazaya dayalı bir hafıza, yirmi biradan beter hamallık. Nostalji bu açıdan sıkıntılı bir asil duygumuz. Ayrıca “Bohemian Rhapsody”yi izlerken de düşündüm, sevgi de emekten ibaret değil. Bundan başka bir yazımda ayrıntılı bahsedeceğim.
Okan Bayülgen’in kâh Batılı talk şovcuları, kâh kendini icra, keşif, taklit, pazarlama yöntemiyle oluşturduğu o ofansif tarzın bizim televizyonumuz açısından özgünlüğünü inkar etmek mümkün değil. Bebelikten beri erken uyuyamayan biri olarak o gece yarısına doğru başlayan programlarını epey özgürleştirici ve farklı bulmuştum. Ayrıca dilinin kemiği yoktu, mizahın sıkı bir ahbabı olan ‘değer sallamazlıkla’ da arası çok iyi gibiydi. Programına çıkan sporcusundan mankenine, şarkıcısından entelektüeline kim olursa olsun hiç lafını esirgemiyor, maskeleri birer birer düşürüveriyordu. En azından öyle görünüyordu, ‘bi değişik’ti. İlerleyen yıllardaki macerasından bu ‘muhalifliğin’ bir ölçüde stil-şekilden ibaret olduğunu gördük. Bir de Twitter çağında ofansiflik, sivri dillilik, zeki tespit tarzı şeyler insana (önden nasıl doymuşsa) 54 yaşında seksi bıraktığını beyan ettirecek kadar lüks olmamaya başladı galiba.
O dönemden beri aşama aşama o kadar sert şeylerle sınandık ki, muhaliflik de daha sahici bir anlam ifade etmeye başladı. Bana sorarsanız, eninde sonunda, önce kendine muhalif olmak. Kendine küçük de olsa bir iktidar alanı kurup oraya poponu tam sığdırmaktan imtina etmek. Aksi durum eleştirdiğin egemen söylemlerin tam göbeğine yerleşmek ya da onu farklı cepheden yeniden üretmekten ibaret kalabiliyor. Buralar uzun mesele.
Okan Bayülgen’in iddiasıysa zaten o kadar uzun boylu değil. O aslında bildiğimiz bir figürün tam ve parlak TV karşılığı, ‘mahallenin sivrisi’, huysuz, tersten diyen kişi, olmadık yerde olmadık espriyi yapan ama gemisini de hep yürütebilen kişi. Röportajında da dediği gibi, düzenle, gelenekle aslında gayet uyum içinde bir yanı da var, evet.
Bu seksi bırakma meselesine gelince… Bana burada en trajikomik gelen şey, halen ünlü bir zeki erkeğin 54 yaşında bunu söylediğinde bunun bile seksi bir giderinin olduğunu alttan alta bilmesi. Kadınlar için dezavantaj oluşturabilecek her şey, er kişi lehine, çalışır. Evli kadın “uff, parmak yakıcı”yken, parmağı yüzüklü adam ekstra seksi olabilir mesela. Gençken bir şeye benzemeyen adam ilerleyen zamanda kır saçlı bir seksiliğe ulaşabilir. Hayat o açıdan adil değil (biz kadınlar da değiliz maalesef.) İflah olmaz derecede öğretilmiş projeciyiz, Madam Bovary’nin askerleriyiz. Adam “sevişmiyorum” deyince şimdi kıymete bile binebilir yani, mutlaka “ben onu yine sevişir hale getiririm” diyen çıkar. Canlı şeylerin içini açıp bakma arzusunda ve dıştan görünmeyen küçük küçük adamları varsaymakta üstümüze yok. Özetle elbette söylediğinde samimi olabilir, ama bu kez de bu yönden ilgi çekmeyi başarmış Bayülgen, bunun da farkındadır sanırım.
Bu seksi bırakmak meselesinin aynı zamanda bir post truth, post trust, post cüruf yanı da var ama. Bu “imkanı olan sevişsin” çağının hemen baş ucunda insanlığı bu riskin beklediği açık. Deneyimin bu derece sanal bir hâl aldığı, hayatının aşkının insana bir çırpıda “amaan, olursa Ekim’e…” hissini verebildiği bu seçenek yanılsamaları çağında kalple irtibatı bu derece koparılmış cinselliğin varacağı yeri kestirebilecek halde değiliz.
Bayülgen’in röportajındaki gelenek, görenek, “aslen dindarım,” “çocukları felsefe kitabıyla mı yetiştireceğiz, örf ve adetlerini öğrensinler” vurguları ise kısmen şu an ona muhalif bile geliyor olabilir. Özünde muhalif olmayan bir muhaliflik, muhalif alan dahil her şeyin tersini söylemeye meyyal bir basit çark olabiliyor çünkü. Bir de yaş ve ün unsuru var. Kazanımlar, kaybedilecekler arttıkça muhafazakarlaşma eğilimi var. Var da var. Yani gelenek görenek, örf adet sürdürülebilirliği kısmı tartışılır ama, felsefe kitabı kısmında bizimle değilsin Bayülgen.
Dünyanın en taş kadını bile (misal Monica Bellucci) 53-54 yaşında çıkıp “seksi bıraktım” açıklaması yapmayacağına, bilakis yaş konusunu pek açmayıp daima yaşsız, mümkün en taze olgunlukta, güzel ve biraz da çocuksu görünmek ‘zorunda’ olduğuna göre, bu da gayet kendi yerinden emin, yerleşik bir açıklama. Ama epey güldürmüşlüğü vardır Bayülgen’in, o kısma eyvallah.
Muhalifmiş gibi görünenlerin şu veya bu röportajda muhalif yaldızlarının dökülmesi bu post cüruf çağının aslında bir tür adaleti. Çünkü hayatta neyle iştigal edersen et, nerelerden neyle uzlaşırsan uzlaş ya da uzlaşmazsan uzlaşma, muhalif olmak, eninde sonunda kendine muhalif olabilmek oluyor. Ne olursa olsun, stadyumlar dolusu insan sana ‘tapındığında’ bile, aslında bu dünyaya ait olmayan yanını, içindeki o gerçek ‘çirkin ördeği’ bilmek.
Freddie Mercury seksi asla bırakmayarak ama sırf seksle var oluşun küçük bir gediğinin bile kapanmayacağını sanırım bilerek, 45 yaşında AIDS’ten öldü. Onun macerasını anlatan film de, ne denli melodramatik uylaşımlardan yararlanırsa yararlansın o ‘aykırılık’ tozunu, sahici yıldız tozunu barındırıyor. Burada özyıkıcılığı, o aşırılığı övecek değilim. Sadece dünyaya ve kendine gerçekten muhalif, cidden aykırı ruhlar, dünya önlerine hangi imkanları sererse sersin, hiç huzur bulamamış ruhlar oluyor. Erkek egemenliği dahil, hiçbir tür egemenlikten faydalan(a)madan, o aşırı çocuksu ve o hep lüzumundan yetişkin arafta ömür sürüp göçmüş gitmiş ruhlar. Ama şarkılar, yıldız tozu ve ‘söz’ kalıyor işte. Kendine ve dünyaya rağmen gerçekten bir şey diyebilmiş olan, ölümsüz oluyor. The show must go on.