Eğer hegemonya, belirli bir sınıfın/zümrenin çıkarını toplumun
bütününün çıkarı olarak sunabilmesi ile ilişkili bir süreç ise
milliyetçilik belki de modern zamanların hegemonya tesisi açısından
en elverişli ideolojilerinden birisi olarak kabul edilebilir. Zira,
milliyetçiliği bir ideoloji olarak ayırt eden husus belirli
ortaklıklar temelinde tanımlanmış “ulusun” (bizim ulusumuzun) bütün
sınıfları, grupları, cemaatleri aşan ortak bir çıkara sahip olduğu
iddiasıdır. Milliyetçilik, yalnızca bir ulusal kimlik tarifi
yapmakla ve belirli “ulusal çıkarlara” işaret etmekle kalmaz. Onu
bir “ideoloji” yapan, insanları bireysel ya da sınıfsal çıkar
arayışlarını bir kenara bırakıp “ulusal çıkara” uygun tavır almaya
ve bu yönde harekete geçmeye çağırmasıdır. Her ne kadar farklı
zamanlarda ve yerlerde ve hatta aynı yer ve zamanda kendisini
farklı biçimlerde sunuyor olsa da “söz konusu ulusun çıkarı ise
gerisi teferruattır” çağrısı yapmayan bir milliyetçilik
düşünülemez. Dünyanın uluslara bölünmüş olduğu fikri, her bir
ulusun kendisine ait belirli tarihsel çıkar ve hedeflere sahip
olduğu düşüncesi, siyasal ve toplumsal dönüşümlerin uluslar
arasındaki bu çıkar mücadelesiyle ilişkili olduğu zannı ve bu
yüzden de milletin her ferdinin ulusun bekasını korumak adına
fedakarlıkta bulunmaya çağrılması milliyetçiliğin değişmez
unsurlarıdır; milliyetçilerin ortak zihniyet kalıbıdır.
TEK ÜLKE, ÇOK MİLLİYETÇİLİK
Peki bu sabitelere rağmen aynı ülkede eşzamanlı olarak farklı
milliyetçilik biçimlerinin ortaya çıkabilmesi nasıl açıklanabilir?
Bu biçim çoğulluğu temelde ulusal kimliğin unsurlarının
tanımlanmasında ortaya çıkan farklılıklardan kaynaklanır. Zira
ulusun nasıl tanımlandığına, onun içerisine kimlerin girip
girmediğine bağlı olarak “milli çıkarın” nerede aranması
gerektiğine dair kavrayış da farklılaşabilir.
Aynı ülkede eşzamanlı olarak farklı “ulusal kimlik” tariflerinin
ortaya çıkabilmesi esasında farklı hegemonya projelerini tesis
etmeye çalışan toplumsal/siyasal güçlerin varlığına delalettir.
Belirli bir kapitalist toplumsal formasyonun sürdürülebilmesi
açısından ideal durum elbette tek bir ulusal kimlik kurgusunun ve
milliyetçilik anlayışının hem “siyasal toplumda” (yani devlet, onun
kurumları ve siyasal partiler alanında) hem de sivil toplumda (yani
ortak kamusal yaşamın hayat bulduğu tüm sahalarda) azami bir
yeknesaklık ve tutarlılık içerisinde üretilebilmesidir. Özü ve
kapsamı üzerinde asgari düzeyde anlaşılamamış bir ulus kurgusuna
bağlı bir milliyetçiliğin insanları/kitleleri milli çıkar
doğrultusunda harekete geçirme ve bir bütün olarak düzene rıza
üretme kapasitesi, yani hegemonik kapasitesi sınırlı
olacaktır.
Bir ülkede devletin resmi ideolojisindeki ulus anlayışı ile
halkın benimsediği ulusal kimlik ve semboller arasında bir açı
olması kaçınılmazdır. Fakat bir açının ötesinde, kopukluk ve
bağlantısızlık varsa bu “olağanüstü” bir duruma işaret eder.
Devletin resmi ideolojisi olarak benimsenerek, onun
kurumları/temsilcileri tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan ulus
kurgusu, milliyetçilik anlayışı ve bununla ilişkili semboller sivil
toplum sahasında sıradan insanlar tarafından taşınamıyor, onun
yerine “ulusallık” adına başka mitler, semboller ve anlatılar
dolaşımda olabiliyorsa o ülkede bir kriz yaşanıyor demektir.
İdeolojiler alanına da sirayet etmiş bir meşruiyet krizi… Resmi
ideoloji, yani devletin ideolojik üretimi ile egemen ideolojiler
alanı, yani toplumda yaygın olarak kabul edilen fikirler, değerler
arasındaki bağ koparsa gündelik toplumsal hayat her türden eski ya
da yeni düşünsel/sembolik girdiye açık hale gelir. Bu durumda
“devlet” ya kendini egemen ideoloji alanında yaygın fikir ve
motifleri soğuracak şekilde kendi resmi ideolojisine ayar vermek
durumundadır ya da buna yönelik bir esneklik taşıyamayacak durumda
ise egemen ideoloji alanını yeniden düzenlemek üzere sivil toplum
alanına “zorla” müdahale etmek.
TÜRKİYE’NİN MİLLİYETÇİLİK KRİZİ
Türkiye’nin ideolojiler alanının bugünkü manzarası aslında
böylesine köklü bir kriz durumunun varlığına işaret ediyor. Bunu da
özellikle, “milliyetçiliğin” AKP-MHP iktidarının kontrolüne girmiş
devlet sahasındaki ifadeleriyle onun sivil toplum sahasındaki çoklu
görünümleri arasındaki bakışımsızlıkta ve hatta karşıtlıkta
görebiliyoruz. AKP’nin kurumsal olarak devletleşmesi aynı zamanda
onun Sünni-İslami değerlerle içeriklendirilmiş “millet” kurgusunun
da “resmileşmesi” süreci ile paralel ilerledi. Kimilerinin,
“Müslüman milliyetçiliği (örn. Jenny White) kimilerinin
“yeni-Osmanlıcı milliyetçilik”, benim ise daha çok İslami
milliyetçilik olarak nitelemeyi tercih ettiğim bu millet anlayışı
“milletin” ortak kimliğini Sünni dinsel değerler üzerinden
tanımlıyor, onun tarihsel serüveni içerisine Osmanlı geçmişini bir
altın çağ olarak dahil ediyor, “millet dairesinin” sınırlarını buna
göre yeniden çiziyor ve “milli çıkarı” ve davayı da eski Osmanlı
topraklarındaki siyasal ve kültürel nüfuzu arttırmak olarak
sunuyordu.
Milliyetçiliğin kurulu düzene yönelik rıza üretimi için
kullanışlı bir ideoloji olduğunu en başta söylemiştik. Öte yandan
herhangi bir milliyetçilik biçiminin bu hegemonik kapasiteye sahip
olabilmesi için toplumun geçmişten devralınan “ortak duyusuyla”,
yerleşik zihniyet kalıplarıyla asgari bir uyuma/rezonansa sahip
olması gerekir. AKP iktidarının bahsettiğimiz İslamcı
milliyetçiliği ise daha baştan itibaren böyle bir uyumdan yoksundu.
Siyasal iktidarın ancak kendi sınırlı destekçi tabanında bir
karşılığa sahipmiş gibi gözüken bu yeni millet kurgusu toplumun
geniş kesimleri tarafından özümsenemedi. Hatta, bu kesimleri
siyasal iktidara ve onun kontrolündeki devletin ideolojik ve zor
aygıtlarına yabancılaştırdı. Zira, AKP ideologlarının ve bazı
liberal yazarların öngördüğünün aksine; muhtevası ne kadar
“yukarıdan” belirlenmiş olursa olsun cumhuriyetçi modernleşme
sürecinin içerisinde yoğrulan “ulusal kimlik” anlayışı ve
bununla ilişkili semboller, özellikle de Mustafa Kemal’in
simgeselliği dar bir bürokratik-askeri kliğin fantezisi ya da
“boğazda viski yudumlayan” elitlerin temaşası olarak kalmamış;
tarihsel süreç içerisinde toplumun geniş kesimlerine nüfuz edebilen
bir hegemonik ağırlığa sahip olabilmişti. Türk ulusal kimliği
tarafından kapsanamayan Kürtler üzerinde ise ümmet bağından kopuk
seküler bir ulusal kimlik tahayyülü Kürt hareketinin ideolojik
etkisi vasıtasıyla toplumsal yaygınlığa sahip olabildi. Velhasıl,
AKP iktidarının “ümmetin” ortak değerleriyle “milli kimliği”
buluşturmaya yönelik İslami-milliyetçi projesinin, Türk ve
Kürtlerin bütünü üzerinde rıza üretmesinin ve hatta onları bu yeni
kurgu karşısında “tarafsızlaştırmasının” tarihsel ve toplumsal bir
zemini bulunmuyordu.
Geçtiğimiz 10 yılda, bu İslami millet anlayışının “yeniden
üretim” ve “sınama” sahası olarak işlev gören Yeni-Osmanlıcı dış
politikanın akamete uğraması ve AKP’nin iktidarını sürdürebilmek
için hükümet bloğuna MHP ve eski ulusalcı öbekleri eklemek zorunda
kalmasıyla söz konusu ideolojik projeden geriye doktrin namına bir
şey kalmadı. Bugün siyasal iktidarın bir “ulusal birlik”
tahayyülüne temel teşkil edebilecek, hegemonya kapasitesine sahip
bütünlüklü bir “milliyetçilik” anlayışı bulunmuyor. Çoğu zaman
içerideki muhaliflere karşı seferber edilen hamasi söylemler ve
tutarlı bir “millet” kurgusuyla bağı kopmuş bir şekilde dolaşıma
sokulan simgeler, iktidarın gittikçe içe kapanan bir cemaat
görüntüsü vermeye başlayan “kemik” destekçilerine “özgüven
aşılamaktan” ötesine geçemiyor.
YENİ ULUSAL KİMLİK YÖNELİMİ
O halde Türkiye’de bugün devlet, toplumun farklı kesimlerini bir
ulusal kimlik etrafında bütünleştirecek, bunun üzerinden belirli
bir “davaya” mobilize edecek bir milliyetçilik anlayışını “sivil
toplum” sahasında hâkim kılamıyor. Fakat bunun da ötesinde bugün
gündelik hayatta bizzat AKP’nin dinsel milliyetçilik anlayışına
karşıtlık temelinde bir “ulusal kimlik” yöneliminin yaygınlaştığını
da görüyoruz. Burada bahsettiğimiz yönelim, “eski” milliyetçi
kurguyu yeşertmeye yönelik doktriner bir ulusalcı savunma hattına
tekabül etmiyor. Daha ziyade AKP’nin millet anlayışındaki İslami
öğeleri cepheden karşısına alan, kimliğinin çekirdeğine bu
karşıtlığı yerleştiren bir ulusal kimlik arayışına denk düşüyor.
Bu yönelimin kentlerin kamusal yaşamındaki sosyalleşme
zeminlerine ve tüketim sahalarına herhangi bir geleneksel/dinsel
kısıtlama olmaksızın katılma alışkanlığına sahip bir sınıf habitusu
içerisinde ve özellikle gençler arasında mayalandığı
gözlemlenebilir. Bu yönelimin belki de en berrak şekilde Araplaşma
ve dincileşme alametleri olarak görülen göçmenlere yönelik kesif
bir düşmanlıkla kendisini gösterdiği söylenebilir. Öte yandan bu
yönelimi yalnızca belirli bir sosyo-kültürel ve demografik grupla
sınırlı tutmak ve belirli bir insan profiline mahsus kılmak
konusunda da ihtiyatlı olmak gerekiyor; çünkü böyle bir genelleme
için elimizde yeterli veri bulunmuyor.
İDEOLOJİK BOŞLUKTA YENİ MİLLİYETÇİ ARAYIŞLAR
Böyle bir yönelimin yaygınlaşmasının arkasında yalnızca İslami
“milli kimlik” kurgusuna yönelik reaksiyon yatmıyor. Aynı zamanda
MHP’nin bugünkü durumu da bu özerk ulusal kimlik arayışına zemin
hazırlıyor. 1990’lı yılarda dinsel muhafazakarlıktan azade bir
Türkçü milliyetçiliğe kendi bünyesinde alan açabilen ve 2015
seçimlerine kadar etnik/ırksal “Türkçülüğü” AKP İslamcılığına karşı
bir muhalefet dili haline getirebilen MHP, hükümet bloğuna
girmesinden itibaren AKP karşıtı bir milliyetçilik anlayışının
ideolojik merkezi olabilme olanağını yitirdi. Bununla beraber,
AKP’ye alternatif olma iddiasındaki ana muhalefet partilerinin, söz
konusu kesimlerin kaygılarını yeni bir ulusal kimlik kurgusu ve
hegemonya projesi içerisinde soğuramaması da söz konusu. Bunu
yapmaya aday gibi gözüken İyi Parti’nin radikal milliyetçilik ile
merkez sağ arasında gidip gelen ikircikli pozisyonu ve aynı zamanda
içerisinde bulunduğu ittifakın radikal bir seküler milliyetçi
programı frenleyecek bir mahiyete sahip olması bu partinin de
AKP’nin İslamcılığına alternatif bir ulusal kimlik anlayışının
merkezi olmasını engelliyor. Bu tabloya 2013’teki Gezi isyanında
zirve noktasına ulaşarak akabinde siyaset yapma sahası tedricen
kapatılan sol muhalefetin toplumdaki AKP karşıtı tepkileri ve
laiklik kaygılarını “milliyetçilikler” ekseninden çıkaracak, halkçı
bir siyaset zeminine uzun bir süre sahip olamamasını da
eklemeliyiz. Böyle bir “boşluğun” varlığında AKP’nin “millet
anlayışına” yabancılaşmış ve onunla karşıtlık ilişkisi geliştirmiş
kesimler; “Türklüğün” dinsellikten arındırılmış her türlü “anonim”
anlatısına ve simgesine açık hale geldiler. Bu “yönelimin”
farkındalığıyla, onu sürekli teyakkuzda tutma ve etnik/ırksal bir
Türkçü milliyetçiliğe eklemleme çabası içerisinde olan Zafer
Partisi’nin kısa sürede popülerlik kazanabilmesini de bu bağlam
içerisinde düşünebiliriz.
SEKÜLER MİLLİYETÇİLİK: YÜKSELİYOR MU?
Bahsettiğimiz bu yönelim, son 3 senedir çeşitli düşünce
platformlarında “seküler milliyetçilik” başlığı etrafında
tartışılıyor. Bütününe baktığımızda bu tartışmalarda “seküler
milliyetçiliğin yeni ve yükselmekte olan bir ideolojik pozisyon”
olarak değerlendirildiğini anlıyoruz. Peki gerçekten de böyle bir
yönelimi, “yeni bir ideoloji olarak seküler milliyetçiliğin
yükselişi” olarak değerlendirebilir miyiz? Böyle bir
değerlendirmenin geçerliliğini bazı sorular etrafında sorgulamak
istiyorum.
Eğer bahsettiğimiz yönelim “yeni bir milliyetçiliğe” denk
düşüyorsa o zaman onun bugüne kadar var olmuş Türk milliyetçiliği
anlayışlarından ayrı bir “ulusal” kimlik kurgusuna, tarih
anlatısına ve bir ulusal çıkar anlayışına sahip olması gerekir.
Peki bugün “seküler milliyetçilik” olarak adlandırılmaya çalışılan
bu yönelimin böyle bir doktriner çerçeveye sahip olduğu
söylenebilir mi? Eğer “seküler milliyetçiliğin” AKP
karşıtlığından köklenmekle birlikte nihayetinde
etnisist/ırksal/Turancı bir Türklük anlayışında sabitlendiği ifade
ediliyorsa o zaman bu eğilimi ideolojik ve sembolik muhteva
açısından radikal Türkçü milliyetçilikten ayırmak mümkün olmuyor,
“yeniliği” sorgulanır hale geliyor demektir. “Tamga Türk”
isimli internet sitesinin başyazarı Bahadırhan Dinçaslan gibi bazı
figürlerin seküler milliyetçiliği bir vaka olarak kabul etmekle
yetinmeyip, onu bir doktrin olarak inşa etmeye çalıştıkları
görülüyor. Öte yandan, bu tür girişimler bahsettiğimiz yönelimi
temsil edebilecek bir ideolojik merkez ya da akım olmaktan çok,
“seküler milliyetçilik” kavramını derinleştirmeye yönelik bireysel
çabalar gibi görünüyor.
Eğer “seküler milliyetçilik” ayrıksı ve yeni bir ideolojik
cereyanı temsil ediyorsa o zaman “seküler milliyetçiler” olarak
belirli bir dünya görüşü etrafında toplanmış insanların varlığını
teşhis etmemiz ve bunların Türkiye’nin ve dünyanın belli başlı
gündemlerinde tutarlı/ortak bir tavır geliştirebilmesini beklememiz
gerekir. Halbuki bu konuda fikir yürüten pek çok yazarın da kabul
ettiği gibi “seküler milliyetçi” kategorisinin içerisine sokulan
insanlar reaktif bir göçmen ve Kürt karşıtlığı (ki bu Kürt
karşıtlığının da ortak bir akıl yürütmeye dayandığı söylenemez)
dışında Türkiye’nin can alıcı siyasal, iktisadi ve dış politika
gündemlerinde ortak bir tavır sergileyecek bir ideolojik
doğrultudan uzak görünüyorlar.[1] Örneğin, içlerinde NATO
yanlıları olduğu gibi, Putin sempatizanları bulunabilmekte;
toplumsal cinsiyet ve özellikle de LGBT-i hakları konusunda zıt
pozisyonlara düşebilmektedirler. Pek çok kilit siyasal mesele
karşısında “savruk” bir görüntü arz ettiği söylenen insanlar
topluluğunu sabit bir ideolojik kategori içerisinde
değerlendirmenin geçerliliği sorgulanmaya açıktır. Bunun dışında
pek çok değerlendirmede bu arayışta olanların ortak sosyo-kültürel
özellikler sergileyen ayrıksı bir “sosyal tipe” denk düştükleri
iddia edilmektedir; fakat böyle bir iddia sistemli verilere değil
sezgilere dayanarak sunulmaktadır.
O halde bahsettiğimiz seküler temelde, dinsellik karşıtı bir
ulusal kimlik arayışının “yeniliğini” onun ideolojik içeriğinde ya
da bu yönelimde olanlara denk düşen “sosyal tipin” ayrıksılığında
değil Türkiye’nin genel ideolojik ortamının tarihsel özgüllüğünde
aramak gerekir. “Seküler milliyetçilik” kategorisi üzerinden
yapılan tartışmaları kışkırtan bahsettiğimiz dinsellikten ari
ulusal kimlik arayışı resmi ideoloji ile egemen ideoloji arasındaki
muazzam kopukluğun varlığında ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden
“yeniliği” fikri/sembolik içeriğinden çok içerisine doğduğu
ideolojik boşluğun tarihsel özgüllüğünden geliyor gibi
gözükmektedir.
Bu tür soruları yöneltirken “seküler milliyetçilik” kavramı
etrafında elle tutulur hale getirilmeye çalışılan “yeni” bir
gerçekliğin varlığını inkâr ediyor değilim. Yazı boyunca belirtmeye
çalıştığım gibi bugün Türkiye’de ulusal kimliği AKP’nin İslami
millet anlayışına karşıtlık üzerinden yeniden kurgulama arayışı
yaygınlaşıyor. Bunu doktrin haline getirmeye çalışan kimi
girişimler veya Zafer Partisi gibi buna siyasal alanda bir
şekil-şemal vermeye çalışan aktörler ortaya çıkabiliyor. Bu
yönelime, aynı zamanda popüler kültür sahasında da özellikle film
ve diziler üzerinden karşılık verilmeye çalışılıyor. (Bu noktada
“seküler milliyetçiliği” tartışmak için önemli bir malzeme sunacak
olan Alper Çağlar’a ait “Dağ” filmi serisine dikkat çekmek
isterim)[2]. Fakat tüm bunlar, yazı boyunca belirtmeye çalıştığım
gibi, Türkiye’de bugün yaşanmakta olan “resmi ideolojinin krizinin”
ve egemen ideolojiler sahasındaki büyük boşluğun birer belirtisi
olarak da değerlendirilebilir.
Söz konusu “yönelimleri” seküler milliyetçilik kategorisi
altında Türkiye’nin geleceğine damgasını vurması kesin, sabit ve
yekpare bir ideolojik pozisyon gibi tarif etmek konusunda “aceleci”
olmamak gerekir. Zira, Türkiye’de bugün siyasal iktidarın
içerisinde bulunduğu “yönetememe” krizinin fazlasıyla tesiri
altında ideolojiler alanındaki koordinatlar çok hızlı bir şekilde
değişebilir. AKP iktidarına yönelik birikmiş tepkisellikle sıkıca
bağlı “seküler milliyetçi” arayışlar da iktidar bloğunda ortaya
çıkabilecek bir yer değiştirmeyle cazibesini yitirebilir. Bu
yüzden bahsettiğimiz yeni ulusal kimlik yönelimlerini
mutlaklaştırmaktansa, onu doğuran ideolojik boşluğa gözlerimizi
çevirmek “milliyetçiliklerin” yükselişi dışında başka ihtimallerin
de söz konusu olabileceğini fark etmemizi sağlar.
“Seküler milliyetçilik” kavramı etrafında ele alınan yönelimleri
doğuran ideolojik boşluğa dikkatimizi çekmek bizi, o boşluğu
eşitlikçi bir birlik projesi temelinde nasıl doldurabileceğimize
dair sorular sordurmaya yöneltir. Tersine, bu ideolojik boşluğu göz
ardı ederek, onun içerisinden çıkan yönelimleri seküler
milliyetçilik kavramı altında mutlaklaştırmak ise bizi yine ve
yeniden “yükseldiği” varsayılan milliyetçilikler karşısında
savunmacı bir pozisyona sabitler.
NOTLAR:
[1] Bkz. Mehmet Yaşar Altundağ, “Seküler Milliyetçiliğin Doğuşu
ve Yükselişi”, Birikim 398-399, Haziran 2022, s.
156-166
[2] Bu film hakkındaki bazı değerlendirmeler için Tanıl Bora ve
Kemal Can, “Ülkücü Milliyetçi İdeolojide Yeni Yönelimler”, Birikim,
398-399, Haziran 2022, s. 127.