Selahattin Demirtaş: Yazıp, çizenler işkenceye karşı onur mücadelesi veriyor
Selahattin Demirtaş'ın, yaşadığımız dönemin Diyarbakır’da başlayıp İstanbul’a, oradan Zürih’e uzanan ve Nusaybin’de sonlanan hikâyesini anlattığı ilk romanı "Leylan" Dipnot Yayınevi tarafından yayımlandı. "Siyasette, günlük hayatta, insan hakları mücadelesinde, evde veya arkadaş ortamında neysem yazarken de aynı kişiyim" diyen Demirtaş’la, dört duvar arasında yazma, hayatta kalma, umudunu yitirmemenin yolları ve Leylan hakkında söyleştik.
Selahattin Demirtaş, içeriden bu kez Leylan’la ses etti
bize. Kürtçe'de 'serap' anlamına gelen Leylan, melez bir dilin dar
kûçelerinde duvarlara çarpa çarpa ilerleyen 3 çocuğun hikayesiyle
açılan iki bölümlü bir roman. Kudret ile Serap’ın bitimsiz ve
beklentisiz aşkını, "sokaklarında sürekli çalınan ama nereden
geldiği belli olmayan yanık bir ezgi"yle yaşayan Diyarbekir’in
eşliğinde okuyoruz Leylan’ı. İki çocuğun birer yıldız
kadar uzak manalara bürünen bir dille karşılaştıkları okulda
başlayan bu aşk çoğunlukla yüzümüzü güldürse de, yer yer bir
Diyarbekir çocukluğuna, hoyrat bir iklime savuruyor.
Romanın ikinci bölümü 'Hayat Hep Yarımdır' ise Türkiye’nin son
dört-beş yılını ele alıyor. Barış imzacısı iki arkadaşın, Bedirhan
ile Celal’in ayrılan yolları bize hayat, haysiyet, dayanışma ve
dünyadaki yerimiz hakkında sorular sorduruyor. Roman boyunca
karşımıza çıkan mutluluk arayışı, Demirtaş’ın ifadesiyle “Umudun,
mutluluktan daha güçlü, daha kalıcı, daha üretici bir duygu” olduğu
fikriyle sonlanıyor.
Romanı okuduktan sonra Demirtaş’a, hem dört duvar arasında
yazma, hayatta kalma, umudunu yitirmemenin yolları, hem de Leylan
hakkında sorular sordum. Ben ilk bölümde tanışıp çok sevdiğim
Kudre, Sübhan ve Kemo’nun hikayeleri eski Diyarbekir’i alıp bize
getirsin ve bu da bir anı-roman olsun istiyorum. Umarım olur.
Yakın zamanda Orhan Kemal’in Bursa Cezaevi’nde yoldaşlık
ettiği Nazım Hikmet’le geçen günlerini anlattığı Nazım
Hikmet’le Üç Buçuk Yıl başlıklı anılarını okumuştum. Orhan
Kemal, Nazım’ın nasıl şiir yazdığını ayrıntılı biçimde anlatıyordu.
Adeta bir esrime halinde, taş avluda takunyalarını yere vura vura,
etrafı görmeden, kendi kendine söylenip, arada kağıda kaleme
sarılarak kuruyordu şiirlerini Nazım. Bu halini gözümde
canlandırırken, sizin nasıl yazdığınızı da merak edip durdum.
Yazmak ne kadar coşkulu, hayatiyet katan bir eylemse de yazarın
kendini tüketmesine, yıpratmasına, tabiri caizse "sıkıp suyunu
çıkarmasına" sebep olan bir iş. Hele de dört duvar arasındayken.
Nitekim, romanınızın sonunda bu süreçten biraz bahsediyorsunuz. Ama
kitabı henüz okumamış olanlar için nasıl yazdığınızı biraz anlatır
mısınız?
F Tipi cezaevlerine hapishane deniyor ya, buralar birer
hapishane değil, birer işkencehane, eza evleridir. Tutsakları
birbirlerinden ve dışarıdan tecrit etmeye, yalnızlaştırıp manen ve
giderek fiziken yok etmeye dönük planlı, sistematik uygulamaların
toplamıdır F Tipleri. Dolayısıyla buraları "mahpus damı" diye
nitelemek yanlış olur. Buralarda değil yazmak, savunma hazırlamak,
giderek nefes almak bile imkansız hale gelir. Buna karşı
tutsakların ellerindeki tek güçleri iradeleridir. Burada büyük bir
irade savaşı vardır ve tutsaklar uzun yıllardır bu irade savaşı
içinde direniyor, ayakta kalıyor. İradeyi güçlü kılan en önemli
etmen ise dışarıdaki direniş ve umuttur. Ben de bu işkence
rejiminin içinde aynı irade savaşıyla ayakta kalıyorum, tıpkı diğer
siyasi tutsaklar gibi. O nedenle, buralarda yazan, çizen her kim
varsa bilinmelidir ki bunu yapmakla her şeyden önce işkenceye karşı
bir var oluş mücadelesi, bir onur mücadelesi veriyordur. Ve bunu
söylemek bana düşer mi bilmiyorum ama tek başına bu bile saygın bir
duruştur.
Yazım sürecinin geri kalanı ise teferruattır. Daha çok geceleri
yazıyorum. Bazen yatağa uzanıp sırtımı duvara yaslayarak, nadiren
de beyaz plastik masada. Gündüzleri ise havalandırmada birkaç tur
atıp kafamda kurmaya çalışıyorum akşam yazacaklarımı. Zaten
hücrenin kullanım alanı 12 metrekare, havalandırma da 30 metrekare
falan. Her şey bu alanda olup bitiyor, ne kadar “renkli” ve
"farklı" bir yazım süreci olabilir ki? Sonuçta direniyoruz işte,
yarınlar için, özgürlük için.
Yoldaşınız Abdullah Zeydan üretim sürecinize nasıl
katkıda bulunuyor? Peki ya siz onunkine nasıl dahil oluyorsunuz?
Özgürlük zamanlarında Demirtaş’ı Abdullah Zeydan’ın, Abdullah
Zeydan’ı da Demirtaş’ın ağzından dinlemek ne ilginç
olur.
Yazdığım her öyküyü, her bölümü, her metni doğal olarak önce
Abdullah arkadaşım okuyor. İlk yorumlar, ilk eleştiri ve önerileri
ondan alıyorum. Böylece birlikte şekillendirip metne son haline
veriyoruz. Onun yaklaşımlarına, giderek artan yetkinliğine
güveniyorum. Bana ciddi katkısı oluyor. Evet, dışarıda bizi bizden
dinlemek nasıl olur diye, biz de merak ediyoruz doğrusu.
Leylan iki ayrı koldan akan bir nehir gibi. İlk kısımda
üç yakın arkadaşın Kudret, Kemo ve Süphan’ın bir erkeklik
performansı sergileyerek büyüme sancıları ve sınıfsal konumları,
etnik kimlikleri sebebiyle dünyada daracık bir yere sığmaya
zorlanma hikayeleri anlatılıyor. “Sınıfta Türkçe bilen tek kişinin
öğretmen” olduğu, kendileri, aileleri ve arkadaşlarının devlet
şiddetiyle her an yüz yüze oldukları bir coğrafyada yaşıyorlar.
Kudret’in Serap’a, yani Leylan’a duyduğu bitimsiz ve beklentisiz
aşk ilk kısmın en etkileyici taraflarından biri. "Sokaklarında
sürekli çalınan ama nereden geldiği belli olmayan yanık bir ezgi
varmış gibi hissettiren ve herkesin yüzünün ağlamaklı olduğu"
Diyarbekir de eşlik ediyor onlara. İkinci kısımda ise "Bu Suça
Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriye imza attığı için görevinden
ihraç edilen bir barış akademisyeninin hikayesiyle karşılaşıyoruz.
Nehri neden iki ayrı koldan akıttınız?
Romanı defalarca yeniden ele alıp kurguyu da zaman zaman
değiştirdim. Birbirine değen iki ayrı dünyayı anlatmadan derdimi
tam olarak anlatamayacağımı fark ettiğimde iki ayrı romanı tek
kurguda birleştirmeye karar verdim. Her iki bölümün üslubu, akışı
ve tarzı farklı. Böylece okura farklı tatlar alma seçeneği de
sunmak istedim. Tamamını aynı zaman ve mekan kurgusu içinde de
anlatabilirdim ama böylesini tercih ettim. Yazarken “patron” benim
nihayetinde. Okurken ise sizsiniz.
İlk kısım kalesi, yakılıp yıkılan tarihi dokusu, bağı
bahçesiyle, bir leylan gibi belirip kaybolan yazar Mehmed Uzun’la,
şair avukat İhsan Fikret Biçici’yle, yarı kurgusal bir yerel tarih
anlatısına dönüşmek üzereymiş. Bu kısım sonlandığında insan buradan
yola çıkarak bir Diyarbekir romanı veya kûçesi bucağıyla bir
Diyarbekir çocukluğu kaleme almanızı bekliyor. Ne dersiniz bu
teklife?
Aslında taslağı okuyan eleştirmen dostlarım, "ilk bölümün
sürdürülüp başka bir romana evrilmesi ihtimali var, ne dersin" diye
bana öneri sundular ama ben böyle olmasını istedim. Öneriniz çok
cezbedici ama henüz erken. Tekrar yazıp yazmayacağımı
bilmiyorum. Şimdilik, yazmayacakmışım gibi hissediyorum.
'MÜPHEM VE NETAMELİ KONULARI İÇ İÇE ELE ALMAYA
ÇALIŞTIM'
Romanın ikinci kısmında, "Hayat Hep Yarımdır"da akademi
ile siyasetin birbirinden ayrılamaz olduğunu, iki eski dostun ve
iki akademisyenin, Bedirhan ile Celal’in haksızlık ve zulüm
karşısındaki farklı konumlanışlarını göstererek bir kez de siz
söylüyorsunuz. Ölü taklidi yapmanın, göz yummanın bir çözüm
olmadığını, bunu yapana da huzur getirmediğini son yaşananlarla
zaten tecrübe etmiştik yakın çevremizde. Bir kez de siz
hatırlatıyorsunuz. İkinci bölümde karşımıza çıkan karakterlerden
biri, görme engelli Mutlu: "Asıl mesele gözlerini kapatsan bile
görmekten kaçamayacağın şeyler karşısında ne yapacağındır" diyor.
İkinci kısmın ana temasının bu olduğunu söyleyebilir
miyiz?
Siz öyle söylemek isterseniz tabii ki
söyleyebilirsiniz. Sonuçta her okur kendi durduğu ve baktığı
yerden mesajı ve ana temayı algılayacaktır. Belki kimileri için aşk
hikayesi öne çıkacak, kimileri için hayatın anlam arayışı ya da
mutluluk ya da ötekilik. Çünkü çok fazla konuyu, üstelik de müphem
ve netameli konuları iç içe ele almaya çalıştım. Büyük bir risk
almış oldum böylece ama bu da bir tercihti sonuçta, benim
tercihim.
Romanın çeşitli bölümlerinde karakterler bu ülkenin
ötekileştirilenleri, ezilenleri, görmezden gelinenleri veya göze
battıkları için şiddete maruz kalanlarının, mesela Ermenilerin,
engellilerin, yoksulların, kadınların dertleriyle dertleniyorlar.
Siyaseten doğru olmayı, empati kurmayı amaç edinmiş bir siyasetçi
olduğunuzu zaten biliyorduk. Leylan’da da karakterlerinize
bunu yaptırıyorsunuz. Bu konuda ne dersiniz?
Ben yazarken başkası olamıyorum, olabilen kaç yazar var onu da
bilmiyorum doğrusu. Ama siyasette, günlük hayatta, insan hakları
mücadelesinde, evde veya arkadaş ortamında neysem yazarken de aynı
kişiyim. Bende olan ne varsa yazılarıma yansıyor haliyle, bende
olmayanı da zorlama yöntemlerle uydurmaya, araya tıkıştırmaya
çalışmıyorum.
Romanın sonlarına doğru karşımıza çıkan bir saptama, bu
kadar haksızlık ve hayal kırıklığından sonra sizin şiarınız
olabilir mi? "Umut, mutluluktan daha güçlü, daha kalıcı, daha
üretici bir duyguydu ne de olsa."
Evet, bu gerçekten de benim şiarım. Zaten o nedenle yazdım onu
oraya.
Leylan ismi o kadar yakışmış ki kitaba. Dılda’nın güzel
kalbine ve aklına teşekkürler.
Ben de sevdim Leylan ismini, kızım bir açık görüş sırasında
söylemişti. Aslında romanın ilk ismi farklıydı, daha uzundu. Ama
Dılda evdeyken taslağı annesinin elinde görmüş ve "Neden bunun da
ismi Seher ve Devran gibi değil" diye sormuş. Annesi de "Bunu
görüşte babana sorar, önerini de yaparsın" demiş. Böylece romanın
ismini kızım belirlemiş oldu.