Çoğu insan da o mırıl mırıl halle yıllarca idare ettikten sonra zincirlerden başka kaybedecek bir şeyin kalmadığı bir yaştan itibaren salıyor canavarı, içinden bir Övminatör çıkıyor. O saatten sonra ister röportajcı ol ister eve sipariş götüren çırak, şahsın faziletleri dışında bir konu konuşma şansın kalmıyor. Selda Bağcan işte yapılamayanı ‘blok’ yaparak övme sanatında doğrudanlığı doktora seviyesine taşımış. Bu açıdan büyüleyici bir yanı var performansının!
- Ben hep ünlüydüm. İnternet 70’li yıllarda olsaydı ben şimdi herhalde aya falan çıkmıştım. Ruhen…
- Sesim çok enteresan. Bulunmayan, hemen fark edilen, duyar duymaz insanların “işte bu Selda Bağcan’dır” diyebildiği bi ses, çok farklı…
- Bir de ben dişlerime falan baktırdığım zaman diyorlar ki, “ağzının içi çok küçük ya…” Ben de yeni fark ediyorum bunu. Ya diyorum, “bu ses bu ağızdan nasıl çıkıyor!” Yürekten geliyor, o yüzden…
- Bazen bana diyorlar ki, “seni dinlediğimizde tüylerimiz diken diken oluyor.” Ben kendi sesimi dinlediğim zaman da tüylerim diken diken oluyor… Başka birisi gibi geliyor bana. Çünkü günlük hayatımda çok mütevazı birisiyim ben. Ama sahnede böyle hindi gibi kabarıyorum. Öyle ihtirastan, heyecandan!
*- Bi şekilde bi yerde durmam lazım… Bu ihtiras ne zaman bitecek acaba…”
Yukarıda cımbızladığım sözler, Selda Bağcan’ın son günlerde sosyal medyada dolanarak epeyce kıkırdama ve eleştiriye sebep olan BBC röportajından.
Dehşet verici tabii, ilk bakışta. İlk şok ve ‘yerine utanma’ halini atlattıktan sonra da şaşkınlığı süren bir kaynağından, damıtılmadan, saf kibir,megolomani hali.
Selda Bağcan, yaptığı müzik türünün alıcısı olalım, olmayalım, büyük bir yetenek, çok büyük. Dünya görüşünü, duruşunu toptan benimsemek, yer yer ya da külliyen eleştirmek de bu yazının konusu hiç değil. Yıllarca belli bir duruşu korumuş, bedeller ödemiş, fazlaca da geri basmadan bildiğini savunmuş yürekli bir sanatçı işte.
Küçükken bizim evde kasetleri vardı, epey erken yaşta tanışmış oldum benzersiz sesi ve yorumuyla. Çok sık dinlediğim bir sanatçı olmadı hiçbir zaman. Yine de sesiyle, söyleyişiyle her karşılaştığımda büyüsüne bir kapılmışımdır. Bu yazıyı yazmadan oturdum on-on beş parçasını üst üste dinledim. “Gesi Bağları”, “Sarı Gelin” gibi anonim türküleri de, “Yaz Gazeteci, “Uğurlar Olsun”, “Yuh Yuh”, “Sivas Ellerinde Sazım Çalınır” gibi doğrudan ya da inceden toplumsal mesajlar veren politik şarkıları da, insanın belkemiğini titreten bir yürektenlik, kendine özgülükle söylüyor. Türün de, genel olarak müziğin de katiyen uzmanı olmadığım için, bu konuda söyleyebileceklerim bu kadar.
Son on-on iki yılda yurt dışı ve yurt içi ünü epey de arttı. Elijah Wood “sesini duyduğumda aklımı şaşırıyorum,” şeklinde konuşmuş. Dünyaca ünlü prodüktörler, şarkıcılar albümlerinde onun şarkılarından pasajlar kullanıyormuş, daha ne olsun.
Hal böyle olunca, yaşarken (hak edilmiş) bir ünü tadabilmiş bir sanatçının bir röportajında neden bu kadar “ben ben ben… ben var ya ben!” dili kullanmaya ihtiyaç duyduğunu düşünmeden edemiyor insan…
Sosyal medyada dolanan videonun soruları içermeyen, cevapların da sadece özövüngen kısımlarını içeren kısa bir versiyon olduğunu belirteyim. Ama yazıyı yazmadan YouTube’da sorulara da yer verilen daha uzun bir versiyonu bulup izledim. Orada da durum pek farklı değil maalesef.
18 Şubat’ta Londra’da verdiği bir konserde bu röportaja ilişkin eleştirilere gayet tatlı, kıkırdamalı üslubuyla cevap vermiş Selda Bağcan. Soruların bir nebze ‘kışkırtıcı’ olduğunun, son yıllarda ünlenmesine vurgu yapıldığının altını çiziyor tatlış tatlış. Bağcan’ın bir özelliği de bu, tüylerin kalıcı biçimde havaya dikilmesini engelleyici bir tontişliği var hep. Çok az insan bu “uzundur kibrimden kara geceler” tarzı röportajı verirken hâlâ kısmen sempatik kalabilir, onu da diyeyim.
Evet soruların çok inceden bir yönlendiriciliği var ama o da dünden hazırmış belli ki kendini övmelere. Selfie çağındayız ya, tutmuş röportaj biçiminde bir selfie çekmiş Selda Bağcan aslında. Her selfie gibi ‘layk’ bekliyor. Dudak öne doğru büzülüp o burun kanatları ihtirasla titredikçe bir selfie’nin parmağı kalbe götürtme ihtimalinin azalması gibi de, etkisi tam tersi oluyor. Önceden severken bu röportajı görüp soğuma riskiniz bile var.
Bağcan röportajı üniversitede birkaç arkadaşımla beraber, okulun kapalı devre televizyonunda yayınlanmak üzere ünlü ve saygın bir müzisyenle yaptığımız röportajı anımsattı. 18- 20 yaşları arasında bir grup İletişim öğrencisiyiz, hayranlıkla dinlediğimiz bir sanatçıyla görüntülü röportaj yapacağız. Heyecan ve minnet duyguları içindeyiz. Gittik oturduk, saniyede başladı kendini övmeye. Böyle tatlış, kıkırdamalı bir övme de değil hem, acı acı. Ezelden husumetleri bilinen bir başka sanatçı var, iki laftan birinde ona giydirmelisinden. Sağ olsun yine de epey hoş bir şeydi bir grup öğrenciyi, çok da iyi ağırlamak tabii. Yine de oradan ayrıldığımızda bir hayal kırıklığı okunuyordu hepimizin gözünden. Bir de soru. “Neden biz?” Tamam sen Türkiye’de yeterince kadri bilinmeyen bir sanatçı olabilirsin, ama biz o yaşta biliyoruz ki geliyoruz, seninle röportaj onuruna erişmekten çok mutluyuz. Acı alay, zehir zıkkım deneyim küpüne batırıp çıkaracağın son kişiler bizleriz. Güzel bir aşkın en çiçeği burnunda anını önceki deneyimlerin acılığıyla kirletmek gibi bir şey düşününce.
İşte, tatlılıkla icra edilse de bu durum da biraz ona benziyor. Ekşi Sözlük’e baktım, kuşağı sanatçılar içinde adına en çok övgü dolu ‘entry’ girilenlerden biri Selda Bağcan. Tek tük “ayy dayanamıyorum o seseee” diyen de var ama seven, hayran olan açık ara önde.
Türkiye’de yarı hatta çeyrek ünlüden, az sayıda istisna hariç, süperstarlara uzanan böyle bir bitmek bilmez ‘egocan’lık olayı var. Ki hele de yeteneğiyle ünü ters orantılıysa ve bu konuda yeterince çaba harcadığı halde ülkemize özgü vasatlık sevgisine çarpıp çarpıp yerinde saymak zorunda kalıyorsa, bir yarı ünlüde bu durumu kısmen anlayabiliyorsun. (Gerçi işini severek, tutkuyla yapan insanlar acılaşmadan epey gidebiliyor bence.) Ün arttıkça daha da artan megolomani ise “e daha ne istiyorsun, buyur canımızı da al,” hissi uyandırıyor.
Selda Bağcan röportajındaki kendini övme hali, aslında çok sık rastladığımız bir durum. Ama kendini övmek kaybolmaya katiyen yüz tutmayan sanatlarımızdan biridir ve erbabı bunu çok ustalıkla yapar. Yıllara, konuşmalara, hatta bazı can alıcı suskunluklara, paragraflara, kitaplara, şarkılara yayar, olayı virtüözite seviyesine ulaştırır. Vampir gibi bir anda değil, gıdım gıdım alır o kanı senden. Doyuramazsın. Bu türden sahte tevazu ölümcül ve çok yaygın bir şey. İlgiyi kepçeyle değil pipetle talep eden, çok sinsi bir tür ve en büyük kibir de orada.
Afişe olanlar, kendini tutamayanlar, buzdağının görünen kısmı yani açıktan övenler. Çoğu insan da o mırıl mırıl halle yıllarca idare ettikten sonra zincirlerden başka kaybedecek bir şeyin kalmadığı bir yaştan itibaren (elli sonları çoğunlukla, gözlemlerime göre) salıyor canavarı, içinden bir Övminatör çıkıyor. O saatten sonra ister röportajcı ol ister eve sipariş götüren çırak, şahsın faziletleri dışında bir konu konuşma şansın kalmıyor.
Selda Bağcan işte yapılamayanı ‘blok’ yaparak övme sanatında doğrudanlığı doktora seviyesine taşımış. Bu açıdan büyüleyici bir yanı var performansının! Kendinden adeta başka biri gibi bahsediyor ama duruma ‘şizoid’ dersem, maksadımı çok aşmış olurum. Oralar bir yandan da meseleyi anlamaya yaklaştığım anlar oldu. Belki onun için de o sahnede kabaran küçücük kadın, sahnedeki Selda, başka, hâlâ tanımaya çalıştığı biridir? Yaratım halinin var böyle bir yanı, insana “bunu ben mi yaptım yav” dedirten transandantal durum. (Sesli denmese iyi olur tabii.) Yine de fazla ya, fazla be Bağ-canım, n’aptın.
Bir de şu tarafı var bu dinmek bilmez egolar sorununun. Bir değil, beş değil, ünle zehirlenmeyen, Tanrı kompleksine girmeyen ünlülerimiz parmakla sayılacak kadar az. Herhalde bunda toplumsal arızalarımızın da payı çok büyük. Övmeyi, takdir etmeyi, iltifatı pek bilmiyoruz misal. Keşif duygusu zayıf, birileri keşfedip göze sokmadan gerçekten iyi yapılmış işlerin ayırdına varılmıyor, yapan yeterince ünlüyse ‘vasat’ gani gani övülüyor. Ya da yeriliyor ki aynı kapıya çıkıyor bir yerde, sözü edilen hep vasatlık. Yetenek, çaba, özgünlüğünse prim yapması için göbek çatlatması gerekiyor.
Sözün kısası, ünlü olana kadar takdir etmeyi beceremiyoruz. Ünlenenleri ise bir başka safha bekliyor. Överek göklere çıkarmakla yerin dibine sokma arasındaki bir sırat. Aşağıda uçurumlar, alevler, ejderhalar… Hayranlık hemen tersini de doğuruyor çünkü, yoğun bir aşk-nefret ilişkisi yaşanıyor ünlülerle. Tökezleyip düştüğü anda da bir linç başlıyor.
Bu kadar zorlu bir süreçten ruhu çürümeden, delirmeden çıkabilen insan da çok az haliyle. Onları üçe beşe fazla bakmadan pamuklara sarmalı, çok ciddiyim. Herkesin vardır bir miktar hatası, zaafı.
Bir de pek kimse kendi istediği zamanda hatta istediği yönüyle ünlenmiyor galiba, nerede o yoğurdun bolluğu. Tehlikeli popülerlik sathı mahalline girdiğinde de, entelektüel kaygıları, farklı iş yapma arzuları süren insanlar için, kendini kanıtlama hali hiç bitmiyor. Bir nevi bitmek bilmez diyet. Bundan muaf olanlarsa sadece “ünlü olmakla ünlü” bir kısım isimler, tam ne iş yaptığını bile bilmediğin ama her anını bildiğin ünlücükler işte…
Ünlenmekle de bitmeyen bir “kendini övme” hastalığı, bizde yaygın, evet. Ama maalesef bunu doğuran sebeplerden olan kadir bilmezlik, iltifat yoksunluğu, sevgiyi, ilgiyi gösterme eksikliği, vasat sevicilik, dolduruşa gelme ve hızlı linç eğilimi de yaygın. Kibri, narsisizmi eleştirirken yine iğnenin ucunu tatlı cana da bir değdirmek lazım sanki. Bir de tabii, vur dediysek, öldürmeyelim. Bir tane Selda Bağcan var ve hep de öyle olacak…