Selim İleri: Hem çok kalabalık hem de evrende yapayalnız

Çocukluğunu seksenlerde geçirmiş, doksanların sonunda, iki binlerde onun okuru olmuş bizim kuşakta Selim İleri’nin yerinin ayrı olduğunu düşünüyorum. Onun kitaplarını okuyan kuşakdaşlarımla konuşmalarımız hâlâ capcanlı. Arkadaşlarımdan biri mükemmel özetlemişti Selim İleri’yi: “Bu adam hem bizim gibi hem de bize hiç benzemiyor.” Kitaplarıyla önümüzdeki yaşamın yalnızlık provasını yaptırdı.

Burcu Aktaş bu.aktas@gmail.com

Kalabalıklar içinde, herkesin gözü önünde, ölen bir yakınıyla uzun uzun vedalaşamıyor insan. Cenaze kaldırıldığında isteklerinizin bir önemi kalmıyor.

Selim Bey’i defnettiğimiz gün de kendi bildiğini okudu zaman. Mezar kapatılıp toprak sulanınca artık değiştirilemeyecek durumun idraki başlıyor. Vedalaşmanın günler, aylar süreceği gerçeği fark ediliyor. Ve henüz üzerinde Selim İleri yazan bir mezartaşı olmaması bu gerçeği değiştirmiyor. Hayatta kim bilir ne çok vedalaşma biçimi var. Belli, birçoğundan ben de geçeceğim.

Cenazenin ertesi günü Selim Bey’in çok sevdiği Kendi Kendine Küçülen Adam filmini izlerken buldum kendimi. 2021 yılında Selim İleri’yle buluşmalarımızdan birinde beynine pıhtı atmış, sonrasında hastalık ve hastane süreci başlamıştı bizim için. Hastane günleri bitip de eve dönüldüğünde ölümle burun buruna gelen Selim Bey tüm bu süreci, yaşamla hesaplaşmasını edebiyatla konuşalım istemişti. Birlikte yazdığımız-konuştuğumuz Düşüşten Sonra böyle ortaya çıkmıştı. İşte bu kitapta bahsediyordu 1970’lerde Sinematek’te izlediği Kendi Kendine Küçülen Adam’dan. “Evrende yapayalnız” hisseden adamın hikâyesi, hastalık sonrası değişen hayatında geçmişten çekip çıkardığı ilk şeylerdendi. Filmde, tesadüfen radyasyona maruz kalan bir adam hızla küçülmeye başlıyor. Küçülüyor, küçülüyor parmak adam oluyor. “Sonunda sesi cılız, kendisi küçülmüş kayboluyor!”

1957’de çekilmiş filmin son sahnesi… Unutmamıştı Selim Bey: “Son sahnede bahçede tek başına, gecede gökyüzüne bakıyor: Sonsuz yıldızlar... Daha iyicil bir evren olabileceğini düşünüyor, düşlüyor, umut ediyor. Tanrı’ya yakarıyor, artık öncesiz sonrasız tek başına; yâni her birimiz gibi. Ama daha iyicil bir evren umudu sanki bugünü, hepimizin umudunu söylüyor. Seyrettiğimde de çarpılıp kalmıştım. Bugün yine...”

O sahneye geliyorum… Küçüğün ve sonsuzluğun birbirine ne kadar yakın olduğunu son sahnede fark eden adam, ikisinin de aynı kavramın uç noktaları olduğunu keşfediyor.

Aklıma Selim İleri öykülerindeki küçük çocuklar geliyor. Kimi zaman annesinin elini tutan kimi zaman ıhlamur ya da manolya ağacı altında bir başına oturan çocuklar. Hepsi de aynı çocuklar bana kalırsa. Alacaklı çocuklar, dünyaya yabancı hatta dünyada yabancı çocuklar. Aklıma bir bu küçük çocuklar bir Selim İleri geliyor. Yığın yığın görüntüler akıyor. Sonra aniden hatırlanan bir anı. Füsun Turcan Elmasoğlu’nun yaptığı Düşüşten Sonra kapağındaki detay… Arka kapakta askıları çapraz tulum-şort giymiş, sırtını bize dönmüş bir çocuk. Bu detaya vurulan Selim İleri… Görüntüler akıyor, akıyor… Çok sevdiği Sait Faik beliriyor. Cumartesi Yalnızlığı’nı, “Hüzün Kahvesi”ni yazarken kendini ona benzettiğini ama sonra benzetmemeye başladığını anlatışı… O küçücük balkona sığıp kitabı çalıştığımız günlerden bir an. Anlatıyor: “(…) onun kadar içten bir insan olmadığımı düşündüm. Duyguları anlayabilmek için cesaret gerekiyor. Ben örtbas ettim. Birtakım değer adı altındaki değersizliklere, ikiyüzlülüklere sığındım; bu kendimi yaralayışa sığınmak denirse. Yâni kendimi yaraladım. O yüzden Sait Faik’e benzememe imkân olmadığının idrakına vardım. Bu cesareti ne yazıda ne yaşamda gösterebildim. Her şeyi örtbas ettim. Bu inmeye sebep de örtbas etmek, doludizgin yaşayamamak. Alkol ve sigaraya sığınmak... Gerçi Sait Faik de onlara sığınmış ve onlardan ölmüş zaten. Ne kadar acı çekmiş kimbilir? Ama yine de yalnızlığın şiirini yazmış. Ben yazmaya çalıştım. Yazdım ama hep başka kimliklere büründürdüm.”

Edebiyatın çepeçevre kuşattığı bir hayatı ben yakından ilk kez Selim İleri’de gördüm. Çocukluğunu seksenlerde geçirmiş, doksanların sonunda, iki binlerde onun okuru olmuş bizim kuşakta yerinin ayrı olduğunu düşünüyorum. Onun kitaplarını okuyan kuşakdaşlarımla konuşmalarımız hâlâ capcanlı. Arkadaşlarımdan biri mükemmel özetlemişti Selim İleri’yi: “Bu adam hem bizim gibi hem de bize hiç benzemiyor.” Ve Selim Bey bize edebiyattan başka bir reçete önermedi. Bizi anlayan, Selim İleri oldu. Ne güzel ki o da onu anlayanın bizim kuşak olduğunu söylerdi. Selim İleri, kendinden sonraki kuşaklarla arası en iyi edebiyatçılarımızdandı. Yirmili yaşlarda onu okumaya başladığımda, önümdeki yaşamın yalnızlık provasını onun kitaplarıyla yaptım. Hatta yaptık. Kutuplaşmalara hep karşı duran, sindirilmişliğin/çekinmenin acısını edebiyatla dindirmeye çalışan metinleriyle buluşmamızın tesadüf olmadığını düşünüyorum. Aradık, bulduk onu.

Ölüler… Yaşam artık onların meselesi değildir. Dolayısıyla ölünün ardında kalan bizler kendi çiğliklerimizle, tahammülsüzlüklerimizle, kutuplaşmalarımızla baş başayızdır. Birbirimizin üzerine çullanır da çullanırız. Bu büyük kargaşada bir kitaplığı olanlar şanslıdır. O kitaplıkta Selim İleri’nin kitapları olanlar ise daha da şanslıdır.

Not: Yazının ana görseli Selim İleri’nin çalışma masasının fotoğrafı. Düşüşten Sonra’yı yazdığımız günlerde izniyle çekmiştim.

Tüm yazılarını göster