Selim Temo ve Borges ile acı sarmalı
Selim Temo’nun katettiği yol, haritasız boş bir çölün Borgesvari duygudaşlık düzeyinde. Borges deyince ilk akla gelen: Labirentler, aynalar, alegoriler, şaşırtmacalar, bilmeceler, mitolojiler, parodiler vs. Esasta Temo’nun katteği yol Borges’i anlatan kavramların içinden geçmişliği aynı zamanda. Fakat Temo’nun "Horasan Kürtleri" dökümantasyonu ise aksine Borges’in bütün kavramlarını, haritayı ve araziyi oluşturan şiirselliği de ortadan kaldırıyor bir anlamda.
Fatih Tan
Selim Temo’nun son kitabı, ’’Horosan Kürtleri’’ büyük bir uğraş sonucu ortaya çıktığı konusunda hepimiz hem fikiriz. Temo’nun 'haritasız araziler' üzerine serüveni, birkaç kavramı beraberinde getiriyor. Üstünde durmak istediğim esas husus Temo’nun kitabı veya kendisi değil, Temo’nun, kitabı hazırlarken “haritasız araziler” (coğrafyalar) üzeri kat etiği eylemliği.
'Haritasız Araziler' Jean Baudrillard’ın Borges metinleri üzerine yazdıklarının bir izdüşümü benim açımdan. Kitapta geçen insanların -genel anlamda bizlerin- arazileri, kendi hakikatleriyle ters orantılıdır. Arazi yok oluş normunun aslında ilk eylemsellik yeridir. Aksine hiçbir zaman bir başlangıç değildir. Çünkü arazi, katastrofik bir süreçtir. Bu süreci manipüle eden Hedonistik edinimin bizzat kendisidir. Hedonistik edinim “arazinin kendi normuyla” olan düşmanlığıdır. Bu noktada arazinin kendi normuna en büyük düşmanlığı, üstüne basan insanların yarattığı tutumdur. Bu tutum arazinin şiirselliğine yol açar.
Arazi, duygusal edinim yeri değildir. Analitik bir tavra özdeş bir dil sürecini belirleyemez. Dolayısıyla araziyi edebi bir olguya dönüştürmek dilin yapısını kekeleştirmeye kadar götürür.
Temelde yaşanılan tüm imgelem "Kırsalın Ontolojisi" yahut arazinin ontolojisinden kaynaklanıyor. Bu ontoloji toprağın örtük-bilinç teolojisidir. Beşerin zuhur olunduğu bir teolojidir ve bu daha da örtüktür. Kırsalın ontolojisinden kurtulamamak, beraberinde hedonistik olgudan kaynaklı trajik söylevi her zaman kutsallaştırır. Son kertede imlenen ve imgelenen kader ve coğrafik terimlere dayanır. Günün sonunda ise büyük bir külliyat (sanat, edebiyat, sinema, şiir, müzik, siyaset, jargon vs.) bunun üzerinden kendini var eder. Dolayısıyla coğrafya değil, dilin kendisi kaderdir.
Oysa nefret nosyonu da duygusal bir edinimdir. Ancak nefreti duygusallaştırmamak gerekir aksine nefreti rasyonelleştirmek gerekir. Eğer nefreti rasyonel bir olgu olarak görebilirsek o zaman düşman olarak nitelendirdiğimiz karşı tarafın, her kim ve kimlerse aslında hiçbir zaman kardeş, arkadaş, dost vs. olunmayacağı doğruluğunun kanısına varırız.
Orta dünyanın en kadim halkı olan Kürtlerin arazileri, Mordor ve Rohan krallıkları tarafından haritadan çıkarılmıştır. Dahası Elf diline maruz kalmıştır. Bu noktadan hareketle yazılan bir öykü için metafor kullanmak etkileyici olabilir pek tabi, ancak rasyonel dilin yitimi de söz konusu olur. Tıpkı Frantz Fanon, üzerinden yapılan okumalar gibi dil meşrudur fakat analitik açıdan eksiktir ve bu eksikliğin boşluğunu hedonistik nosyonun kendisi tamamlıyor. (Fanon bağlamına daha ayrıntılı bir açıklama gerekiyor, farklı bir yazının konusu...)
'HARİTASIZ ARAZİLER'
Psikanalitiğin rasyonel olmadığı yerde haz devreye girer. Haz’ın tahakküm kurduğu an’lık zaman diliminde ise dilin kendisi bağnazlaşır. Dolayısıyla da dilin ve düşüncenin özerk yapısı ortadan kalkmış olur. Bu durum kişinin kendi tarihsel sürecine karşı salt korunaklı bir yapıya dönüşmesini sağlar. Kişiyi sadece 'evrensel değerler' sarmalına mahkûm eder. Dahası kendi tarihsel sürecinin retoriğinde boğulmasına neden olur. “Özerkliği elde etmek için, içinde kendi kendimizi yargıladığımız, kendi kendimizi eleştirdiğimiz, hatta kendi kendimizle kavga ettiğimiz, ama bütün bunların nedenini bilerek yaptığımız o bir fildişi kuleyi inşa etmek gerekir" (1) Bu bağlamda “haritasız araziler” retoriksiz yeni bir dilin süjesi olmak zorunda artık. Wittgenstein’in 'çağımızın hastalığı dilde' saptaması doğru olurcasına dilin hazdan bağımsız hareket etmesi gerekir. Dilin özneleşme sürecini günümüzde yabancılaştırmaya değil bir adım öteye yapıbozuma, parçalamaya götürmek durumundayız.
George Lucaks’ın Bertol Brecht’in didaktik 'Lehrsücke'sine (öğretici oyunları) saldırırken şu gerekçeyi ortaya koymuştu: "Brecht’in kişileri parçalı argüman montajıyla ve saf anlamda ajite edici diyaloglarla konuştukları için, psikolojik çatışma ve daha geniş toplumsal dinamiklerle ilişki içinde olan temsili ama bireyselleşmiş karakterler yaratacak yerde, sınıf mücadelesi içinde sadece soyut işlevleri sembolize ediyordu." (2)
ACI VE ACIKLI OLMA ÖZDEŞ DEĞLDİR
Lucaks’ın belirttiği gibi ajite edici diyaloglar esasen yaşanılan acı benzeşiminin ötesinde bir durum. Bu öte benzeşim ontik olarak reel acıdan, retorik olarak edebi bir terime geçişidir artık. Bu da kavramın ontolijisine mistik bir inanç yükler. Acının telafisi olabileceği kanısı oluşur. Bu noktadan hareketle retorik dil, hedonistik bir ruhla telafi eylemliliğine geçer. Bu eylemlilik acı kavramını dışsal yapısı üzerinden kendi içsel özneleşme sürecini güçlendirir. Dil, acının kendi hakikatliğinden daha derin ama deri gibi dışsal bir görünüm olmayı başarır. Son kertede acı mutasyona uğrar ve kendi tözünden soyutlanır. Acı nosyonu artık 'acıklı olma fiili' ile yer değiştirir. Dolayısıyla dilin acı üzerine kurduğu travmatik söylem meşrudur ancak acının kendisini bizzat manipüle etmiş ve başka bir sapağa sokmuştur. Bu durum artık retorik dilin hedonistik yapısından kaynaklı acıya karşı yapılmış büyük bir ihanettir. Çünkü 'acı' ve 'acıklı olma' fiili özdeş durumlar değildir. Acıklı fiil; insanın telafi eylemliğinden kaynaklı bilinçli bir istikrarla yaratığı dilsel bir durumdur. Acı ise; insanın dışında var olan, gelişen ve insana temas eden ontik bir olgudur ve acının hiçbir telafisi yoktur. Genel okumada acı nosyonunun diyalektiği madunluk zafiyetini kavramasa da öyle ya da böyle yaratıyorsa, üretkenliğin en derin ve can alıcı yeri ereksiz bir tarih bilincine dönüşür. Bu tarih bilinci ise hiçbir zaman bir ekol ve eklektik düşünce pratiğine evirilemez. Son tahlilde acı nosyonu konjonktüre gebe acıklı bir metaa ya dönüşmekten hiçbir zaman kendini alıkoyamaz.
Peki, o halde acı nosyonunu nasıl açıklayabiliriz yahut bu olguyu nasıl bir sanat nesnesine ya da politik bir argümana dönüştürebiliriz? Sorusu haklı olmakla birlikte pekâlâ üzerine düşünülmesi gerekir.
Esasında bu durum kendi içinde büyük bir çelişkiyi beraberinde getiriyor. Yukarıda belirttiğim gibi acı nosyonunun salt hali ile bir hesaplaşma ve çatışma söz konusu olamaz. Kaldı ki kavram olarak insanın dışında geliştiği için anlatılmaya ve gösterilmeye muhtaç değildir. Aksine, dilin acı kavramını kendi benliğinden kaynaklı mutasyona uğratması çelişkili sorunu teşkil ediyor. Esas problem buradan çıkıyor. Acı ile acıklı fiili başka iki durumun tezahürüdür ve bunu belirleyende dilin kendisidir. Dolayısıyla sanat nesnesi ve politik argüman da bu duruma göre belirleniyor. Bu belirlenmeye bir örnek gösterirsek; 21.yy’ın bilişim ve enformasyon çağında yaşıyoruz, ancak bugün hala 'Rojhilat' hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz, karşılıklı birbirimizi tanımıyoruz, yabancılaşmanın bütün hallerini karşılıklı yaşıyoruz? İşte bu durum, kendisi acıdır ve bu acının bir telafisi yoktur!
Keza Selim Temo’nun bu süreçte katettiği yolun kendisi de acıdır! "Önemli olan, kişinin neye inandığı değil, inandığı şeyin onu ne yaptığıdır" (3) Temo’nun kattetiği yol, haritasız boş bir çölün Borgesvari duygudaşlık düzeyinde. Borges deyince ilk akla gelen: Labirentler, aynalar, alegoriler, şaşırtmacalar, bilmeceler, mitolojiler, parodiler vs. Esasta Temo’nun katteği yol Borges’i anlatan kavramların içinden geçmişliği aynı zamanda. Fakat Temo’nun "Horasan Kürtleri" dökümantasyonu ise aksine Borges’in bütün kavramlarını, haritayı ve araziyi oluşturan şiirselliği de ortadan kaldırıyor bir anlamda. Zaten gerçeğe tamı tamına uyacak bir harita da yok Temo’nun kafasında. Gerçeğe bir göndermede de bulunmuyor Temo, sadece gerçek durumu ikame ediyor bizlere ve bu gerçek asla bir telafi değildir!
Selim Temo’nun Alfa Yayıncılık'tan çıkan ’’Horosan Kürtleri’’ kitabı 'Kayıp Kıta Atlanti' gibi önemli bir keşif niteliğinde!
Kaynakça
- Televizyon Üzerine s.125 Pierre Bourdieu Yapıkredi Yay. Çev. Turhan Ilgaz
- Marksizm ve Modernizm s.128 Eguene Lunn - Dipnot Yay. Çev. Yavuz Alagon
- Brecht’i Anlamak s.8 Walter Benjamin Metis Yay. Çev. Haluk Barışcan & Güven Işısağ