Selim Yıldız: Roboski'yi ve Roboskili ailelerin hikâyelerini unutturmamak hepimizin görevidir
Yönetmen Selim Yıldız ile belgesel sinemayı konuştuk. Yıldız, "Kürtlerin üretmiş olduğu belgesel filmlerin başat teması, hak ihlalleridir. Yasakların ve sansürün de en çok olduğu ve olacağı yerdir. Bunca dezavantaja rağmen, bizler bir şekilde izleyiciyle buluşturmaya çabalıyoruz. Çektiğimiz hikâyelerin en çok izleyici ile buluştuğu mecralar maalesef yaşadığımız yere en uzak yerler" dedi.
DUVAR - 2013’te “29” adlı ilk belgesel filmini çeken Selim Yıldız, 2016'da Roboski’yle ilgili yaptığı “Hatırlıyorum” (Bîra Mı’têtın) adlı ikinci filmiyle Documentarist’in Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü’nü kazandı. Ardından "Diyalog" isimli belgesel filmini yapan Yıldız, bu filmiyle çeşitli festivallere katıldı.
“Ben de görüntü yolu ile hikâye anlatmaya çalışıyorum. Yani hikâye anlatıcısıyım. Kameram ile 37 yıllık savaşın arka mahallesinde yaşanan, az görünen, hatta görünmeyen hikâyeleri kaydetmeye çalışıyorum. Bir nevi toplumsal bellek oluşturma derdindeyim" diyen Yıldız, son olarak, "Monolog" isimli filminin çekimlerini tamamladı. Filminin post aşamasında bir kitlesel fonlama açan Yıldız’la bir araya geldik ve belgesel sinema anlayışını konuştuk.
Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?
Gerçeğe en yakın bile diyemiyorum, gerçeğin ta kendisi. Anlatmaya çalıştığımız hikâyelerin en kısa ve yalın halini izleyicilere aktarıyoruz. Üstelik ben hiç gerçeğini bozmadan, müdahale etmeden kaydetmeye çalışıyorum. Bu yüzden elbette kısıtlıyor çünkü kurmacaya göre roller değişiyor. Belgesel sinemada yönetmen koltuğu yok, bir nevi hikâye seni yönetiyor, yönlendiriyor. Tam da burada belgesel sinemanın gerçekliği ve vurucu yanı daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Hikâye nereye sen oraya. İsmimiz filmin yönetmeni olarak geçebilir ama biz bir hikâye yönetmiyoruz. Var olan, devam eden ve edecek olan hikâyeleri aktarıyoruz sadece. Bir de belgesel sinemacılar kendi hikâyelerinde hayali olana değil var olan gerçeğe odaklanırlar.
'HİÇBİR ZAMAN KÜLTÜR BAKANLIĞI'NIN KAPISINA UĞRAMADIM'
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Pencereye konan güvercin, bahçeye misafir olarak uğrayan kedi, kapının önünde meyve vermeyen incir ağacı da dahil hepsini sahiplendim ama bir gün bile bu vatana bu toprağa ait hissetmedim kendimi. Kaldı ki bu ülkede ki film festivalleri vs. iki üç tanesinin haricinde geriye kalanlar devlet kadar uzaklar bize. Gelişmiş ülkelerde belgesel sinemanın bir asırlık ömrü kadar kadir kıymeti de var. Gelişmekte olan ülkelerin film festivallerinde hala üvey evlat, zaten pek lafı edilmez. Bu yüzden bizde zaten pek lafı edilmez. Haliyle kaynak yaratmak da zor oluyor, iyi geçinemediğim komşumdan ekmek istemedim. Bu yüzden hiçbir zaman Kültür Bakanlığı’nın kapısına uğramadım. Sağ olsunlar onlar da sevmiyorlar zaten. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu hikâyeleri sinema yoluyla görünür kılmamız gerekir. İsim vermek istemiyorum fakat bu ülkede İF’ten Ankara’ya, Adana’dan Malatya’ya uzanan bir sözde festival hattı var ki bizim filmlerimizi almıyorlar bile. Fakat dünyada 4 bine yakın festival ve milyonlarca izleyici var.
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
1826’da Joseph Nicéphore Niepce'in kaydettiği ilk fotoğraf karesi, sözün tanrı olmaktan çıktığı ve yerini görüntüye bıraktığı tarihtir. Adı üstünde, bir tarihtir. Dile kolay 195 yıllık geçmişi olan bir hikâye. Bu açıdan bakınca belgesel sinema, belgesel fotoğrafın öz yavrusudur, görüntü yolu ile gözlerimize, kalbimize aktarılan her şey de öyledir. İki asırlık geçmişi olan bir icattan bahsediyoruz. Muazzam değişimlere her zaman açık olan bir alan. Belgesel sinema görüntünün sınırlarını hep zorlayarak ilerliyor ve yeni, güçlü anlatma biçimleriyle karşımıza çıkıyor. Kendim için söyleyeyim, ben çekeceğim hikâyeye karar verdiğimde, karakter ve mekanları gördükten sonra önce kafamda bitiriyorum. Hikâye örgüsünü kamerayı açmadan örüyorum ve hikâyenin gidişatına müdahale etmediğim için tüm ihtimalleri hesaba katıyorum. “Diyalog” filmi Rojava sınırında da bitebilirdi örneğin, ama hikâye bizi buluşturmaya götürdü. Kendimi herhangi bir yere konumlandırmam gerçeği değiştirmez fakat kaydettiğimiz gerçek hikâyeler bir şeyleri değiştirir umuduyla çekiyoruz. Benim çektiğim hikâyeler izleyiciyi ne kadar etkiler onun derdindeyim ben. Şöyle bir anekdot aktarmak isterim; Avrupa'da bir film festivalinde film gösterildikten sonra söyleşi olacaktı ama film ağır geldi ve ara verildi. Aradan sonra direkt söyledim, biz ailece 13 yıldır rahatsız oluyoruz, siz de 93 dakikanın 3 dakikasında rahatsız oldunuz. Bunu da bilerek yapıyorum. Çünkü bu çok gerçek bir hikâye. Tam da durduğum yer burası işte.
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birincisi, belgesel sinema hem bilgi hem de belge taşıma aracıdır. Gerçek hikâyelerin belgeleriyle izleyici karşısına çıkıp farkındalık yaratma derdindedir. İkincisi, belgesel sinema serbest bir piyasa, bu yüzden önü alınmaz bir durum. Bu görüntülerin bir kısmı bir yandan çöp yığını fakat içinden iyi şeyler de çıkıyor. Dolayısı ile bu içerikleri kategorize etmek imkânsız bir şey.
'ÇEKTİĞİMİZ HİKÂYELERİN EN ÇOK İZLEYİCİ İLE BULUŞTUĞU MECRALAR YAŞADIĞIMIZ YERE EN UZAK YERLER'
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürtlerin üretmiş olduğu belgesel filmlerin başat teması, hak ihlalleridir. Yasakların ve sansürün de en çok olduğu ve olacağı yerdir. Birbiri ile bağlantılı bir şekilde gerçekleşiyor bu, egemenler tarafından yasaklanır, festivaller tarafından sansürlenir ya da program dışı bırakılır. Sinema salonlarında gösterimi yapılmaz, festivaller gibi dijital platformlar da zaten cesaret edemezler. Bunca dezavantaja rağmen, bizler bir şekilde izleyiciyle buluşturmaya çabalıyoruz. Tabii Türkiye dışında yüzlerce mecra var. Çektiğimiz hikâyelerin en çok izleyici ile buluştuğu mecralar maalesef yaşadığımız yere en uzak yerler.
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Sinema piyasası dünyada büyük bir pazar payına sahip, bu ülkede ise yeni yeni hafif kıpırdamalar var. Bir nevi pandeminin de tetiklediği online izleme durumu sermayeyi de hareketlendirdi. Ama bu pazardan bize pay düşmez, hele benim gibi insanlara asla düşmez. Kürt filmlerinin Türkiye’deki sinema piyasasındaki görünmezliğinin birçok parametresi olduğu açıkça ortadadır. Bunların en başat olanı Kürtçe'nin Türkiye’deki anayasal statüsü ile ilintilidir. Anayasal bir güvencesi olmayan bir dilde üretilen filmlerin Türkiye’deki sinema piyasasında ve festivallerde yer bulmasını beklememek gerek.
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
İkinci filmim olan “Bîra Mi' Têtin”i (Hatırlıyorum) Roboski'de çekmiştim. Dördüncü filmim “Monolog” da onun devamı. Filmin kahramanı Sinan Encü büyüyecekti ve düğününe gidecektim… Cenazesine gittim. Sonrasında aklım ve kalbim hep orada idi. Roboski, uzun zaman geçirdiğim, çalıştığım, tanıştığım ve bir parçası olduğum bir yer. Kendimi çokça huzursuz hissediyordum ki hala öyle bir ruh halim var. Fakat kaydetmek istedim, gittim ve çektim. Filmin post-prodüksiyon sürecine girdim. Bu şahitlik ve yaşanmışlıkların omuzlarıma bindirmiş olduğu mesuliyetin de farkındayım, yaşanmış bu olayları en iyi şekilde anlatmalıyım. 28 Aralık 2011'den sonra o köyde dünyaya gelen çocuklar, katledilen çocukların isimlerini taşıyor. Roboski davasında hakkın ve hukukun yerini bulmadığı ve adaletin sağlanmadığı böylesi bir dönemde, Roboski'yi ve Roboski’li ailelerin hikâyelerini unutturmamak hepimizin ferdi bir görevidir.
Selim Yıldız’ın son filmi "Monolog"a buradan destek olunabilir.