Sema Aslan: Yetişkinler de çocuklar gibi düşe kalka büyüyor!

Yazar Sema Aslan'la, İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı 'Şehrin Göbeğini Bulamıyorum' hakkında konuştuk. Aslan, "Çocuklar, fiziksel mekânın imkânlarını ve baskısını doğrudan hissediyor" dedi.

Abone ol

DUVAR - Dostluk, anlaşma, anlaşamama ve yanlış anlamaya dair bir çocuk hikayesi 'Şehrin Göbeğini Bulamıyorum!' Sema Aslan, bir anne kızın dayanışma ve sırdaşlıkla sürdürdükleri, hatta birlikte “düşe kalka” büyüdükleri hayatından bir kesiti paylaşıyor kitabında on yaş ve üstü okurlarla. Üstelik çocuk edebiyatının şahane bir yazar kazandığını müjdeleyerek. Kitabın sıradışı, göz alıcı çizimleri için Seda Mit’e selam ederek, sözü hemen kitabın yazarı Sema Aslan’a bırakıyorum.

Sema Aslan

'DÜŞÜP KALKAN SADECE ÇOCUK DEĞİL, YETİŞKİNLER DE DÜŞÜYOR'

Annelik rolünü tepe takla eden bir kitap 'Şehrin Göbeğini Bulamıyorum!' Hem gerçek hayatta hem de kurmacalarda pek rastlamadığımız bir anne var hikayende. Biraz bu anneden ve onu seçiş nedeninden, biraz da kendi anneliğinle örtüştüğü noktalardan bahseder misin?

Mercan ve annesinin ilişkisi, bir anneyle kızı arasındaki örtük kız kardeşlik ilişkisine yakın. Bu ilişkinin altında usulca yatan sırdaşlık, dayanışma, kollama onları hem güçlü hem de kırılgan yapıyor. Güçlü olmaları birlikteliklerinden, açıklıklarından… Ama bu yakınlık, birbirlerinin hamisi olma durumu kırılganlığın da sebebi. Sadece anne–kız hali değil, kendilikleri de kırılganlıkla malul. En sonunda, biri küçük diğeri büyük boy iki insan, yan yana durmaya ve devam etmeye çalışıyor. Doğaldır ki düşe kalka ilerliyorlar. “Çocuk düşe kalka büyür” deyiminin uluorta söylemeye çekindiği şey bu olsa gerek; düşüp kalkan sadece çocuk değil, yetişkinler ya da ebeveynler de epeyce düşüp kalkıyor.

Mercan’ın annesi, pek çok şeyi yolda giderken öğreniyor. Kendiyle ilgili neyi ne kadar biliyor, o da emin değil. Sık sık derin düşünmelere dalıyor ki, “düşünen yüz” diye bir tamlama var Mercan’ın dilinde. Anneyi bu belirsizlikten daha fazlasıyla tanımlamıyorum. Çünkü “geleneksel”, “alternatif”, öyle ya da böyle anne tanımlarının da anne olan kadınlar üzerinde bir baskı yarattığını düşünüyorum. Birkaç yıl önce bir tür alternatif anne figürünü takdim eden bir hikâye kitabı yayımlanmıştı; hikâye, çocuğun gözünden annesinin başkalığını anlatıyordu. “Başkalık” arzulanıyor olabilir, fakat şekli olarak tanımlanmış başkalık, hem baskıyı yeniden üretiyor hem de kadınları şekilsel gerekçelerle yeniden sınıflandırıyor. Öze dair bir önerisi olmayan başkalığın sahiciliği de, sürdürülebilirliği de şüpheli.

Benim hikâyemdeki anne, yalnız. Hikâyede baba ve babanın yokluğuna dair bir açıklama yok. Ama bu, anneyi “başka” türlü kurgulamak istediğimden değil, şartlar nedeniyle böyle oldu. Yani babayı kasten dışarıda bırakmadım. Sadece, başlarda arka planda duruyor olmasına rağmen giderek kendini ileri süren bir düşünce etkili olmuş olabilir –şimdiden geriye dönüp bakınca. Ailede dayanışma içinde çözüldüğünü varsaydığımız birçok sorunu kadınlar aslında tek başlarına çözüyorken, bu hikâyede Mercan’ın annesinin işsizlik, parasızlık, yalnızlık gibi sorunları bir eşin varlığıyla çözeceğini varsaymak galiba mümkün olmadı.

Mercan’ın annesi gibi düşüp kalkıyorum ben de; en büyük benzerliğimiz bu.

Şehrin Göbeğini Bulamıyorum, Sema Aslan, 64 syf, İletişim Yayınları, 2017.

Ben senin kitabındaki gibi annelerin pek sık yazılmadığını düşünüyorum bizim çocuk edebiyatımızda. Bu fikrime katılır mısın, katılıyorsan neden yazılmadığı üzerine neler söylersin?

Kalıpları, oluşları çeşitli ilişkiler, kimlikler ve kurumlar bağlamında düşünen hikâyeler hiç yok değil, ama çok yaygın olarak karşılaştığımız bir yaklaşım da değil. Annelik ve babalık öne çıkan müesseseler fakat mesela öğrencilik, ergenlik, popülerlik, mültecilik, çeşitli ötekilikler bizim çocuk edebiyatımızın da konuları arasına girmeye başladı. Galiba önce anlamak gerekiyor. Annelik bağlamında buna bir de “alan açmak” ve “anımsamak” eklenir. Sadece çocuk edebiyatı değil, bütün bir edebiyatı düşününce bu çabanın çeşitli şekillerde edebiyata sızdığı da görülebilir. Analık, ilk anda aklımıza gelebileceğinden çok daha keskin bir politikayla muhatap... Bu yüzden belki henüz “sahada” baktığımız bir konu bu.

Amargi Feminist Kitabevi’ndeki bir toplantıya o sıra henüz çok küçük olan kızımla birlikte katıldığım için özür dilemiştim! İnsan kendini kaybediyor bazen. Mercan’ın annesi, niteliklerini biraz bu kaybedişten alıyor bence; bir anımsıyor, bir unutuyor. Evin dağınıklığını yoldaki tümseklere ve çukurlara benzetiyor. Ama sanki konunun esası “bırak dağınık kalsın” değil de, annenin anımsayışlarla unutuşlar arasında salınması, daha çok. Ursula K. Le Guin’in 'Balık Çorbası'nda mesela yazan kadın, dağınıklığını seviyor, ona sahip çıkıyor. Bununla birlikte hikâyenin sonunda evi daha az dağınık hale geliyor. O hikâyede de alanın daralıp genişlemesi, konunun önemli bir unsurudur.

Altı yaşındaki Mercan’ın hikayesini anlatıyorsun. Mercan’ın annesiyle oturduğu apartman kedili ve ağaçlı, yuvarlak avlusuyla bir vaha gibi şehrin ortasında. Aslında oturdukları apartman dairesi de büyüklüğü, kitap ve dergilerin oluşturduğu tümsekleriyle bir vaha. Üstelik kıymeti bilinmeyen bir vaha. Bu vesileyle yapılaşma, yaşam tarzlarımız ya da çocuk yetiştirme tavrımız üzerine söylemek istediklerin var sanki kitapta?

Mercan’la annesinin oturduğu ev, benim için Narmanlı Han. Çocukluğumda sık sık gittiğim bir yerdi Narmanlı. Babamın çalışma odası hanın avlusuna bakardı; ben de o odadan avludaki kedileri izlerdim. Biraz da mekânın düzenlenişinden kaynaklanan gizli bölmeleri vardı içerinin. Çocuklar, fiziksel mekânın imkânlarını ve baskısını doğrudan hissediyor –biz de çoğu zaman kendi çocukluğumuza referansla bugünün çocuklarının yaşam alanlarının kısıtlandığını söylüyoruz zaten.

Mekân, onların nasıl yetişkinler olacağını belirleyen unsurlardan biri. İstanbul’un bir yakasında başka, öbür yakasında başka olabiliyor çocuklar. Bu, konunun gerek fiziki gerek sosyal yapıyla ilgili olan kısmı. Bir de hafıza, “çocukluğumun kenti, sokakları” dediğimiz bir zihin arşivi var. Bugünün kentlerinde büyüyen çocuklar, birkaç yıl sonra aynı kentte yollarını, yönlerini bulamayacak büyük ihtimalle; şu sokak buraya varır diyemeyecek. Ama bu hikâyede esas amacım, kente dair jargon üzerinden somut ve soyut dili çakıştırmaktı. Kentlerin kalbi ve can damarları vardır; şehirlerin göbekleri ve sokakların dili olur; meydanlar canlı ve yollar yamalıdır gibi.

Kent yaşamına dair olduğu kadar dostluk üzerine de bir hikaye bu. Aslında daha ziyade anlaşmak, anlaşamamak ve yanlış anlamalar üzerine. Kaç yaşında olursa olsun, dostların bile birbirlerine karşı içlerindeki canavarı salabilmeleri üzerine. Birbirimizin hayatında yaşanan gelişmeleri her zaman sevinçle karşılayamamamız, bazen kıskançlık hissetmemiz üzerine. Ne dersin bu konuda?

Hikâyenin iki kız çocuğu, Mercan ve Elif, birbirlerine bağlı ancak birbirlerinden farklı çocuklar. Mercan’ınki öyle bir hayat ki, sanki bütün ilginç şeyler onun başına geliyor. Elif haliyle biraz huylanıyor ve galiba biraz da huysuzlanıyor bu durumdan. Buraya kadarı, bana kalırsa çocuk ya da büyük, hepimizin bildiği, yaşadığı bir şey.

Çocuklar da yetişkinler de ilişkilerinde mutlu olur, hayal kırıklığına uğrar, özler, zamanla unutur… Ama ilişkileri dışarıdan yorumlamak ve buna büyüklüğü nedeniyle hak görmek bazen başka dertlere yol açabiliyor –bu da düşe kalka öğrenilen yaşam bilgilerinden. Yetişkinliğe ait sosyal kaygıları çocuklara yüklemek, eninde sonunda birilerinin, genelde de aklı başında olduğu varsayılan yetişkinin ham hum etmesine neden oluyor.

KENTE VE İNSANLARA BAKAN ÇOCUKLAR VARDI HAYALİMDE!

Âdettendir sormak, ben de bozmayayım âdeti. Nasıl çıktı bu çocuk hikayesi, çocuklar için yazmak hep aklına olan bir şey miydi?

Hayır, özellikle niyet ettiğim bir şey değildi. Ama sokaklarından, evlerinden çıkıp etrafa, kente ve insanlara bakan çocuklar vardı hayalimde. Nerede olduklarını sorunca, şehirlerinin göbeğinde, kalbinde olduklarını öğrenip şaşırıyorlar ama sonra evlerinin nerede olursa olsun, dünyanın kendilerine ait köşesi olduğunu fark ediyorlar. Bu, başta da söylediğim gibi, tanımlar sırasında kullandığımız sözcükleri de işin içine katarak çeşitli kavramlar ve oluşlarla yeniden karşılaşmaya çalıştığım bir hikâye oldu.

Çok sıradışı, çok anlamlı, şahane bir kitap olmuş 'Şehrin Göbeğini Bulamıyorum!'. Çocuklar için başka kitaplar da gelecek mi?

Bilmiyorum, umarım gelir.

Sen neler okuyorsun peki tek başına ya da kızınla? En sevdiklerin kimler?

Bizim ayrı ayrı okuduklarımız, birlikte okuduklarımız var. Birlikte okuduklarımız, genelde heyecanını birlikte yaşamayı tercih ettiklerimiz. Yani, “bu anı birlikte yaşamalıyız” dediklerimiz. Geçen kış Harry Potter serisini tamamladık. Ama Harry Potter, her on yılda bir okunmalı. Sabine Ludwig, keşke herkes okusa diyeceğim bir yazar. Janosch’un Türkçe baskısını görünce kendimi evime dönmüş kadar mutlu hissetmiştim. Nazlı Eray ve Filiz Özdem’in çocuklar ve yetişkinler için yazdıkları fantastik, efsanevi hikâyelerini biraz hüzünlü, biraz özlemeli hatırlıyorum; çok kıymetliler.