Semih Gümüş: Nerede yaşıyor ve nereyi seviyorsam benim yurdum orasıdır

Semih Gümüş'le son kitabı 'Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor'u konuştuk. Gümüş, "Ben edebiyatı konuşulan değil, hep yazılan bir şey olarak yaşadım" dedi.

Abone ol

Kadir Işık

DUVAR - Semih Gümüş’ün son kitabı 'Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor', Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta, yazar, eleştirmen, dergi genel yayın yönetmeni ve politik bir kişiliğin Türkiye tarihinin son elli yıllık döneminden bir kesiti, sadece yaşadıklarını, aklına takılanları ve edebiyatta konumlandığı yeri değil, belleğinde uğuldayan düşüncelerini de okuyoruz.

Semih Gümüş’le 'Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor'u konuştuk. 

Okurlarınız olarak, son yazdığınız kitap üzerinden sizi daha yakından tanıdık diyebilir miyiz ya da bize ne kadarını anlattınız, bu kitapla ketumluğunuzdan ödün verdiniz mi?

En yakınlarıma, bu kitabımı okuduklarında beni daha iyi tanıyacaklarını söylüyorum. Belki de beni yıllardır tanıyorlar ama sanırım ketumluğumdan kendimi, iç dünyamı pek fazla dışavurmadığım için bilmedikleri yanlarım mutlaka vardır. Bu kitapta yaşananların ne denli önemli olduğunu hep söyledim ama yaşadıklarımdan çok az söz ettim.

'Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor' kronolojik bir akış içinde anlatılmış bir anı kitabı değil. İlkgençlik yıllarımdan başlayıp bugünlere dek yaşadığım önemli kesitlerin yanı sıra kitaplardan kendime özgü yorumlarla çıkardığım düşünceler de var. İkisi iç içe, bir bütünlük oluşturacak biçimde anlatılıyor. Daha baştan bir anı-düşünce kitabı olarak tasarlamıştım. Bu da benim kişiliğime, düşünme biçimime daha uygun olacaktı.

'NEREDE YAŞIYOR VE NEREYİ SEVİYORSAM BENİM YURDUM ORASIDIR'

Aidiyet duygusu üzerine yazdıklarınızı okurken yaşadıklarınızın değil de düşüncelerinizin belleğinizde yarattığı uğultuyu hissettim, onca yaşanmışlıktan sonra bu ülkeye, yaşadığınız bölgeye ya da şehre kök saldım, buraya aitim diyememek sizde nasıl bir etki yaratıyor?

Ben kendimi hiçbir zaman tam olarak bir yere, bir ülkeye, bir yurda ait hissetmedim. Benim dünyamda bilinen anlamda bir yurt kavramı olmadı. Daha doğrusu, nerede yaşıyor ve nereyi seviyorsam benim yurdum orasıdır, yurdu hep böyle hissettim. En çok milliyetçilikten nefret ettim. Adına ister milliyetçilik densin, ister ulusalcılık, o her zaman faşizme götürür. Bu yüzden yurtseverliği de onların öncülü olarak görüyorum. Kendimi hep enternasyonalizm bilinciyle hatırlıyorum. Demek ki benim yurdum hem sevdiğim yer, sözgelimi severek yaşadığım küçük kasaba hem de düşünce dünyam. Köklerim o düşünce dünyama salınmış. Adeta altmış beş yıl boyunca düşüncelerimi yurt bilerek yaşadım. Benim kendisiyle barışık, mutlu bir insan olarak yaşamamın asıl nedeni de sanırım böyle olmam.

Okurlarınızla, hayranlarınızla nasıl bir diyalog, ilişki içindesiniz? Sizin için ne ifade ediyorlar?

Hayranlarım yok, olmasını da istemem. Böyle derken düşünüyorum, benim hayran olduklarım var mı? Sanırım var. Çocukluk yıllarımdan beri Marx’ın ele avuca sığmaz düşünce dünyasının hayranı sayılırım. Rosa Luxemburg hayranıyım, hayatımın kadınlarındandır o. Ama büyük yaratıcılara  daha da çok hayranım. Faulkner’a, Yaşar Kemal’e, Nâzım Hikmet’e, Oktay Rifat’a, Ritsos’a, edebiyat düşüncesiyle ilgili olarak öğrendiklerimin çoğunu borçlu olduğum Umberto Eco’ya, Jameson’a… Daha çok var ama sıralamama gerek yok. Hiçbir zaman onlar kadar büyük olamayacağım için, varsa eğer, yalnızca bir grup okurumla yetiniyorum. Bir küçük grup oluşturacak kadar okurum olduğunu sezebiliyorum, bazı kitaplarım uzun zamandan beri azar azar da olsa sürekli satılıyor. Kitaplarımı okumalarından mutluluk duyuyorum. Onlarla bir diyaloğum olmuyor çünkü pek insan içine çıkan birisi değilim. Özellikle 1960’ların sonlarından sonraki politik hayatımda binlerce insan tanıdım, sonra gelen dönemim içinde kalabalıklar içinde olmadım. Hâlâ gece gündüz çalıştığım için insanlarla ilişkim de epeyce sınırlı. Yazar, sanatçı çevreleriyle ilişki kurmaktan da hep kaçındım. Bu ülkede böyle olmak iyidir.

'EDEBİYATI KONUŞULAN DEĞİL YAZILAN BİR ŞEY OLARAK YAŞADIM'

Yazarları bir meyhanede oturmuş edebiyat üzerine derinlikli sohbetler ederken, samimi ilişkileriyle hayal ederdim. Öyle değilmiş, üstelik sadece bizde değil, dünyanın farklı yerlerinde de benzer durumlar yaşanıyormuş. Yazının, birçok yazarın içinde yaşayan biri olarak sizce sorun ne?

Kendi dünyasında yaşamak benim için sorun değil elbette. Adam Yayınları’nda çalıştığım on beş yıl içinde (1990-2005) yazarlarla daha çok ilişkim vardı, onlarla arada gittiğimiz meyhaneler de vardı. Memet (Fuat) ağabey, Cevat (Çapan) ağabey, (Fethi) Naci ağabey ile meyhaneye çok gittik. Bizim kuşağımızın şansı, kendimizden önceki kuşakla iç içe olmamızdı. Oysa sonra gelen kuşağın bizimle ilişkisi pek yok. Hayat farklı çünkü. Onlardan sonra da Şavkar Altınel, Roni Margulies, Turgay Fişekçi ile giderdik arada ama onlar arkadaşlarımdır. İnsan arkadaşlarıyla oturduğu içki masasında politikadan konuşur, futboldan konuşur da edebiyattan pek konuşmaz. Ya da ben sevmiyordum. Ben edebiyatı konuşulan değil, hep yazılan bir şey olarak yaşadım. Dolayısıyla yazar, şair arkadaşlarım yoktur, yazarlardan gitgide daha çok uzak durmaya da çalıştım. Hiç yok mu yazar, şair arkadaşım? Elbette var ama onlar benim sevdiğim arkadaşlarım, onların yazar ya da şair olmaları önemli değil. Sözgelimi Şavkar’ın şu anda çok uzakta neler yaptığını düşünürüm.

'ETKİLERE AÇIK OLMADAN YAZAR OLUNMAZ'

Yerli yabancı fark etmez, sürekli yeni baştan okuduğunuz hangi yazar gibi yazmak isterdiniz, neden?

Sevdiğim yazarlardan söz etmekten kaçınmam. Hatta onlar gibi yazmak istediğim yazarlardan da. Faulkner gibi roman yazmak isterdim, belki biraz da Virginia Woolf gibi. İkisini doğru dürüst okumak benim edebiyat anlayışımı sarsıcı biçimde değiştirmişti. Ama onlar gibi olmayı istemek de olmuyor, onlar çok büyük. Biz hiçbir zaman Umberto Eco gibi de olamayız, sözgelimi Adorno gibi de. Ben böyle söylediğim zaman kimi yakınlarım "Neden öyle söylüyorsun?" der. Öyle işte, bizim arkamızda onların sahip olduğu büyük kültür yok, öyle bir birikim içine doğmadık biz. Bizden öyle büyük yaratıcı düşünce insanları çıkmaz.

Biraz daha yakına gelirsek, önceleri Vüs'at O. Bener, Ferit Edgü gibi yazmak isterdim de derdim. Her zaman söylerim. Bilinir, en sevdiğim edebiyat Amerikan edebiyatı. Görünürdeki yalınlığın ardında çok anlamın saklandığı, insan ilişkilerine odaklı, günlük hayatın ayrıntılarından çıkan edebiyat. Ben öyle yazmak istiyorum. Yaşadıklarımdan, yani bu kitabımda anlattığım hayatımdan çıkan sorunlar, yaşantılar, anlar beni daha çok ilgilendiriyor. Şimdilerde daha yakın dönemin yazarları var, benim başucu yazarlarım. David Constantine, Ralf Rothmann, Alejandro Zambra, Per Petterson gibi. Daha başkaları da vardır, etkilere açık olmadan yazar olunmaz.

Ödüllü ve ödülsüz yazar ile çok satan ve az satan kitap arasındaki muğlak çizgide okuyacağınız Türkçe yazılmış kitapları neye göre belirliyorsunuz?

Bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor, kırk yıl önce de ilgilendirmiyordu. Bildiklerime öncelik veriyorum. Ama daha çok öteki edebiyatlardan gelen yazarları okuyorum. Bu yüzden çeviriyle ilgili bir sorunum oluyor ama yapacak şey yok. Bazen de bir arkadaşımın önerisiyle keşfediyorum. Artık çok sayıda yazar, çok sayıda kitap okumak yerine aynı kitapları yeniden okumayı seçiyorum. Çünkü okuduklarımdan öğrenme tutkum çok güçlü, okuduğum her öyküden, her romandan bir şey öğrenmem gerekiyor sanki. Benim okuma güdümü bu tetikliyor. Elli altmış kere, yüz kere okuduğum öyküler var, David Constantine’in 'Başka Bir Ülkede' kitabını dört kere, Julien Gracq’ın 'Ormanda Bir Balkon', Ralf Rothmann’ın 'Deniz Kenarında Geyikler' ile Anne Michaels’in 'Bölük Pörçük Yaşamlar' kitaplarını üçer kere okumuşumdur. Şimdi hatırlamadığım böyle başka kitaplarım da var. Yeniden ve yeniden okumadan yazılmaz zaten.

Yaşar Kemal’le yapılan bir röportajda, "Yazar olmasaydım traktör şoförü olmak isterdim" dediğini hatırlıyorum. Siz yazar olmasaydınız ne olmak isterdiniz?

Yazar olmasaydım yine yazar olmak isterdim diyeceğim ama senin istediğin yanıt bu değil. Tasarımcı olmak isterdim, her gün ilgilendiğim, izlediğim, yakından baktığım alan bu. Ben güzel bir kitap kapağına ya da bir resme sayısız kere bakarım, içine girerim. Ama tasarımcı da olamazsın deselerdi marangoz olmak isterdim. Yani hep bir yaratıcılık var, yaratıcılık olmadan olmaz. Düşünce yazılarım da öyle bir güdüden çıkıyor aslında.

Yıllar önce Radikal Kitap’ta yazarken yazdıklarımı okuyan benden genç arkadaşım Kemal Varol, o kitaplar üstüne yazarken kitapları tam anlamıyla değerlendirmediğimi söylemişti. Öyleydi ama benim amacım zaten okuduğum kitaplar için yazmak değil; o kitaplardan çıkan bir sorun, bir fikir bulup onlardan çıkmak, onu bulduğumda onu kendime özgü biçimde yorumlamak, boyutlandırmaktı. Bu daha çok orta dönemimde böyleydi. Yoksa başlangıçta kitaplar üstüne kapsamlı yazılar yazıyordum. Şimdi de sanırım daha farklı bir seçim içindeyim. Düşünmemiştim, demek üç dönemim var.

'HEP MÜZİK DİNLEYEREK OKUR VE YAZARIM'

Kitapta müziğe pek rastlamadım, hangi zamanlarda en çok neleri dinlersiniz?

Ben hemen hep müzik dinleyerek okur ve yazarım. Aynı zamanda yaptığım iş, yani yayıncılık nedeniyle neredeyse bütün gün bilgisayarımın önünde, masa başındayım. Erken yatar erken kalkarım, kalkar kalkmaz bilgisayarımı açarım, yatana kadar açık kalır. Dolayısıyla artık Spotify’dan müzik dinliyorum. Dikkatimi çok yoğunlaştırmam gerekiyorsa alçak sesle klasik müzik, barok ya da daha eski dönem klasiği, duruma göre dünya müzikleri, devrimci mücadelenin içinden çıkmış şarkılar, arada bazen türküler… Aslında geniş bir yelpaze gibi görünüyor ama değil, aynı müzikleri döne döne dinliyorum. Kitapta müziğe yer vermemişsem, müzik konusunda çok bilgili olmadığımdandır.

Çocukluğu saymazsak yarım asırlık ömrünüzde geriye dönseydiniz neleri değiştirmek isterdiniz?

Arkadaşlarım bilir, ben annemin karnından komünist doğmuşum derim. Dahası, bugün nasılsam doğduğumda da öyleymişim. Kendimi hep böyle hissettim. Neleri değiştirirdim tam bilmiyorum, aynı çocukluğu yaşamak isterdim, ilkgençlik yıllarımdan başlayan politik hayatım da aynı olurdu. Onun içinde yanlışlar var ama onlar hepimizin yanlışlarıydı, o döneme aitlerdi, demek ki yaşanacaktı. Sonra dergicilik, kitap yayıncılığı, onları da aynıyla yapardım. Evleneceksem yine bu kitabımı ithaf ettiğim kişiyle evlenirdim, bir süre önce kaybettiğim arkadaşım, çok şeyimdi o. Bülent ile yine on bir yaşından bugüne arkadaşlık ederdim. Ne kaldı geride? Belki şu ikisi: İstanbul’dan daha önce ayrılmak için gereken ekonomik koşulları daha önce yaratırdım. İkincisi de, ilk kitabımı yirmi beş yaşımda yazar yayımlardım.

“Ruhen İngiliz, aklen Alman, kalben Kürt” olduğunuzu söylüyorsunuz, herkes sizi HDP’ye yakınlığınızla biliyor, neden HDP değil de TİP?

Beni tanımayanlar bunu tuhaf buluyor, tanıyanlara da hoş geliyor. O sözün bir esprisi var elbette ama benim kişiliğimi tam anlatıyor. Bana çekici gelen bir tarih ve doğanın içinde yaşadığımı canlandırıyor, disiplin ve dakiklik tutkumu anlatıyor, karakterine bağlı olduğumu hissettiğim bir halktan geldiğimi düşündürüyor. Kitapta yer yer anlatıyorum, ben bugünden bakıldığında çocuk denecek yaşta politikleştim, sonra hep öyle kaldım. Kırk altı yıl önce Türkiye İşçi Partili oldum, 1990’da parti dağıldıktan sonra Kürt siyasi hareketine gönülden bağlandım ama aynı yıllarda kendimi gene hep Türkiye İşçi Partili olarak hissettim. Neredeyse otuz yıl sonra bu kez yeni Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldum, kaçıncı olduğunu hatırlamıyorum ama bu benim sonuncu yeniden doğuşum oldu, Parti içinde aktif görevler alıyorum. Türkiye İşçi Partili olmaktan mutluyum, artık hayatımın sonuna dek böyle kalacağımı biliyorum.

'KAÇINILMAZ BİR DEĞİŞİM OLACAK'

Politik kokuşmuşluk sonucu depremde kaybedilen binlerce can sizce bu toplumda bir değişime yol açabilir mi?

Büyük bir acı içindeyiz. Bunu anlatmak zor, yaşayanlara anlatmak doğru da değil. Kaybettiğimiz on binlerce insana uzaktan bakarak onların acısını tam olarak anlayamayız. Yoksul bir halk bu. Çaresizliğini kıramadı. Ama bu çok büyük felaketin sonuçları da olacaktır. Bu ülkeyi yönetenlerin halka ettikleri artık hiçbir zaman bağışlanmayacak, onlar siyasal olarak da bittiler. Yalnızca zora başvurarak ayakta kalabilirler, onun da sonuçları olur elbette. Demek ki kaçınılmaz bir değişim olacak. Halk kesimleri örgütlenebilirse o değişim kalıcı olabilir.