Her şeyi ve herkesi kendinin sayanlar konuştukça boğulmamak elde mi! Sahiplik üzerinden seçilen sözcükler olayları perdelediği gibi insan ruhundaki yaraları gitgide derinleştiriyor.
Düzenin dili, yurttaşların kime ve neye ait olduğunu akıllarda daima canlı tutmak istiyor. İşçimiz, madencimiz, evladımız, kızımız, kadınlarımız... Ne zaman bir suç işlense ya da ne zaman o suç doğal bir felaketmiş, kazaymış gibi gösterilse, düzeni temsil edenler iyelik eklerine sarılırlar. Gerçi düzenin sıradan bir gününde de iyelik ekleri gözdedir.
Hayat akıp giderken ha bire birilerinin egemenliği altına alınıyoruz. Neden daha sık “Biz kimsenin değiliz,” diye bağırmıyoruz? Avaz avaz bağırmalıyız.
İşçimiz, madencimiz, evladımız, kızlarımız dendiğinde tüm bu sahiplenişin gerisinde iyi şeylerle karşılaşmak mümkün değil.
Nerede dilsel bir sahipleniş varsa arkasında örtülmek istenen bir kötülük vardır. İyelik ekinin seslendirilişindeki siyasi ton ya da iyelik ekini ağzına pelesenk etmiş siyasi masum değildir. Onlar için yurttaş (özellikle yoksulsa), kazanca giden yolda hor kullanılan bir eşya gibidir âdeta. Türkiye’de her kuşak türlü kayıplarla öğreniyor bunu. Çünkü siyaset ihmal ve kanunsuzluk sonucu gelen büyük yıkımları kadere, kazaya dahil etmenin peşini hiç bırakmıyor.
Her ülkede, gündelik dili güncel politika büyük ölçüde etkiliyor kuşkusuz. Ne diyordu Nurullah Ataç: “dil içimizin, düşüncemizin aynasıdır.” Böyle bakınca bizim aynamız kapkara. Çünkü düzenin içi de, düşüncesi de hukuksuzlukla, adaletsizlikle hepten karardı. Ve maalesef kara aynalar hiçbir işe yaramıyor. Çünkü onları yüze tutmak boşuna.
Her şeyin birbirine ne kadar bağlı olduğunu bilmem hatırlatmalı mı yeniden! Siyaset dilinin fıtratında hakikati yok saymak var zaten. Hannah Arendt ‘Hakikat ve Siyaset’ adlı makalesinde tam da bunu anlatıyor. “Hakikat ile siyasetin birbiriyle uyuşmayan kavramlar olduğundan kimsenin bir şüphesi yoktur ve bildiğim kadarıyla hiç kimse hakikati siyasal erdemler arasında saymamıştır. Yalan sadece siyasetçinin ya da demagogun değil, devlet adamlığı zanaatının da her zaman için gerekli ve meşru bir gereci olarak kabul edilmiştir.”
Bunun üzerine siyasetçilerin doğayla ve insani değerlerle ilişki kurmayan dili eklenince, sorumluluk almaktan kaçınan kupkuru bir dil çıkıyor ortaya. İşte bu kupkuru dilde de iyelik eklerinden geçilmiyor. İnsani değerlerle ilgisi olmayanlar doymak, durmak bilmiyor. Her şeye “benim” düsturuyla bakıyorlar.
İyelik ekleriyle ses bulan totaliterlik buyuruyor, sahipleniyor. Bu düzene ve dile dahil olanlar artık eşi görülmemiş bir zenginlikle yaşıyor. Bu öyle bir zenginlik ki sıfırları sayılamayan rakamlar bile naif kalıyor. Ölçü para olmanın ötesine çoktan geçti.
Bu düzene dahil olmayanlar mı? Biliyorsunuz… Pahalı fiyat etiketleri arasında en ucuzunu arıyor gözleri...
Bu ikiliğe Tomris Uyar’ın çocukluğunun Tarabya’sını anlattığı yazısından bir ayna tutayım. Uyar, etkileyici metninde Madam Kristin ve iki kız kardeşinin oturduğu ahşap bir yalıdan bahseder. Kimseyle görüşmeyen bu kız kardeşlerin hakkında çıkan sayısız söylenti vardır. Madam’ın kız kardeşlerini bir odada kilitli tuttuğu, bakkala borçlarını ödemedikleri, kasabın, çırağını onların evine yollamaktan çekindiği ve üçünün de akıl dengesinde bir bozukluk olduğu konuşulur. Bir defasında Madam, Tomris Uyar’ı eve çağırır. Uyar çocuk merakıyla gittiği evi yıllar sonra anlatırken “En ucuz şeylerle en pahalılarının yan yana duruşu, ailenin kaçınılmaz bir çöküşle sona ereceğinin belirtisiydi,” der.