Bir kadının, sahne kostümünü fazla açık bulduğu başka bir kadını annelik duyarlığı üzerinden yargıladığı, bir grup öfkeli erkeğin ülkenin kültürel belleği olan bir müzisyeni şarkı sözleri üzerinden şeytanlaştıran bildiriler okuduğu, duyguların hiçleşip yerini öfke, kin ve nefret söyleminin aldığı ve kimimizin de bu olanları büyük bir kayıtsızlıkla izlediğimiz günlerden geçiyoruz.
Aynı havayı, aynı dili, aynı şarkıları, türküleri paylaşmış olmanın ortak paydasının ise giderek avcumuzun içinden kaymasına seyirci kalıyoruz.
Hz. İsa’nın çarmıha giden yolculuğunu izleyen kalabalıkların kayıtsızlığını 1564 yılında resmeden Flaman Rönesans ressamı Pieter Bruegel’in “Calvary Alayı” adlı tablosundan fırlamış gibiyiz. Kitlesel olarak hareket etmemize rağmen yanı başımızda yaşananlardan haberimiz yok; yaşantımızın geneline bir kayıtsızlık ve körlük hâkim.
Tıpkı Paris’te geçtiğimiz hafta kalabalık bir sokakta yürüdüğü kaldırımda düştükten sonra yerden dokuz saat kaldırılmadığı için donarak ölen fotoğrafçının durumunda olduğu gibi, insanlığın ölümüne seyirci kalıyoruz.
Hipotermi geçirerek ölen fotoğrafçı Rene Robert’in arkadaşı gazeteci Michel Mompontet, basına yaptığı açıklamada, yoldan geçenlerin yerde yatan Robert’e kayıtsız kaldığını, fotoğrafçıyı bu kayıtsızlığın öldürdüğünü söyledikten sonra ekliyor:
“Yerde yatan birini görseydim, ben de duracağımdan yüzde 100 emin değilim.”
Aynı saatlerde, kilometrelerce uzaklıktaki İstanbul’da inşaat alanındaki bir iş makinası, buz tutan su birikintisine gömülürken, kepçe operatörü feci şekilde can vermişti. İş makinesinin suya gömülme anı ise, trajediye tanıklık etmek isteyen bir cep telefonu kamerasına yansırken bir aile babasız kalıyordu. Gözümüzün önünde partnerine şiddet uygulayan bir erkeğe veya trafik kazasına müdahale etmek yerine, kamera çekimleriyle o anı ölümsüzleştirme pratiği yine kendini göstermişti.
“Ey doğru yolun yolcusu, çaresiz kalma; Çıkma kendisinden dışarı, serseri olma; Kendi içine sefer et erenler değil: Sen görenlerdensin, dünya seyrine dalma,” der Ömer Hayyam bir rubaisinde.
Peki neden kayıtsız kalır insanlar? 1900’ların başında İstanbul’da devrilen tramvay karşısında poz veren fötr şapkalı vatandaşın kayıtsızlığı yüzyıllık bir yalnızlığa mı dönüşüyor?
İlk gençlik çağının aşklarında ve ayrılıklarında walkman’iyle haykıra haykıra şarkılarını söylediği Sezen Aksu’nun bir anda bir grubun nefret objesi haline gelmesi karşısında kişi neden susar veya bu haksızlığa tepkisini duygusuz Twitter hashtagleriyle sınırlı tutar? Aksu’nun şiirinin kuşdili dahil 55 dile çevrilmesi, genel anlamda kayıtsızlığa karşı en güçlü ve en duygusal tepki değilse nedir?
Üç Suriyeli İzmir’de canlı canlı yakılırken ve bunu yapan kişi de ırkçı motivasyonlarla hareket ettiğini itiraf ederken, sığınmacıların yaşadığı bu saldırılar karşısında kişi neden kör kalmayı seçer? Yoksa bizden olmayan herkes karşısında moral üstünlük mü hissederiz içten içe?
Eşlerini, evlatlarını, annelerini, babalarını faili meçhul saldırılarda kaybedenlere karşı, anma günleri haricinde kayıtlı kaldığımızı söyleyebilir miyiz? Veya daha birkaç gün önce Şanlıurfa’da 28 yaşındaki atanamayan öğretmenin intiharının ardından “sevenlerinin başı sağ olsun” demenin ötesinde neleri sorguladık sisteme dair?
Bir kadın siyasetçi, artık beyaza dönmüş saçları ve donuk bakışlarıyla hapiste giderek belleğini yitirirken ve belki de annesinin cenazesinde yaşadıklarının ardından hayatı toptan unutma seçeneğini işaretlerken, Türkiye ve dünya çapında onlarca baro ve insan hakları örgütü kendisi için özgürlük çağrılarını Birleşmiş Milletler gündemine getirmeye çabalarken, belki de sırf ideolojik ötekimiz olduğu için bu duruma karşı kayıtsızlığımızı ne tür bir insanî kılıfa sokabiliriz?
Hayat, yaygın kayıtsızlık ortamında duygusal ve bilişsel konforumuzu bozabilecek “haber pencereleri”nin kapatıldığı bir cep telefonu ekranına dönüşmüş durumda.
Türkiye’de sisteme kayıtlı 41 binin üzerinde otizm tanılı çocukların yüzde 92’si eğitime erişemezken, bir başka çocuğun Pendik’teki bir rehabilitasyon merkezinde kaburgaları kırılırken bu yaşananları akşam ana haber bülteni veya Twitter akışlarında okumak bizi duygusal kayıtsızlıktan azade kılar mı?
Kendi köşemize çekilip çevremizde yaşananları eleştirmek, klavye karşısında sahte kahramanlıklar sergilemek ama bir yandan da tanıklık ettiğimiz kötülüklere duyarsız kalmak... Veya spot ışıklarının altında magazin-dostu bir ahlakçılıkla 18 yaşındaki mağdur bir genç kızı azarlayarak onun üzerinden reyting devşirmek, yetmediğinde parmak sallamak, onu ekran önünde çekirdek çitleyen kalabalıklar karşısında yem etmek, ama o çocuğun bu noktaya nasıl geldiğini, hangi gereksinimlerinin ihmal edildiğini hiç sorgulamamak... Çok tanıdık, değil mi?
Duygusal küntlük, yani apati, bireylerin duygusal uyaranlara verdiği tepkinin yetersizliğini, kayıtsızlığı, çevre ile anormal düzeyde ve patolojik ilgisizliği, duyarsızlığı tarif etmek için kullanılan tıp terimi. Genellikle demans hastalarında görülse de, günümüzde gündelik yaşantımızda en yakın çevremizde bile karşılaştığımız bir duygu durumuna dönüşmüş durumda.
Apatinin birçok sebebi var. Anlam ve amaç eksikliği yaşayan ve toplumdan yabancılaşmış kişilerde sıklıkla görülen bir durum… Görmek, fark etmek, üzülmek, duygudaşlık geliştirmek, empati yapmak güçlü bir yürek ister. Kayıtsızlık ise, vicdani olarak ağır bir sorumluluktur.
Her ne kadar “coğrafya kaderdir” diyerek bazı olumsuzlukları, içinde bulunduğumuz coğrafi bölgelere atfetsek de, apati küresel düzeyde devasa bir yara halini alıyor.
Gerek Türkiye’de gerekse dünyada gözlemlediğimiz bu yaygın apati, bir açıdan bireyin yok olmasına, hatta “makineleşmesine” de bağlanabilir. Birey artık kaldırıma düşen adamı elinden tutup kaldırmanın veya buza gömülen kepçe operatörünü kurtarmanın sorumluluğunu kendisinde göremiyor ve giderek yığının içinde yok oluyor, homojenleşiyor.
Umursamazlık, zaman zaman saf kötülükten bile daha ağır olabiliyor.
Çağının çok ötesinde bir İslam alimi olan İbn-i Haldun’un o güzel sözünde olduğu gibi “merhamet masum olduğu için her kalbe misafir olmuyor.” Bireyi insan kılan en önemli değerlerden biri olan merhamet, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, çevresindeki krizlere, acılara, trajedilere kayıtsız kalan kişilerin kalbine misafir olamıyor. Ve bir noktadan sonra, insanoğlunun gerçeklikle bağı kopuyor; sırf kendi için yaşayıp kendi için nefes alan bencil ve kalpsiz bir varlığa dönüşüyor.
Acılara duyarsızlık, başkalarının sorunlarıyla tasalanmamak, kendini ölümsüz zannetmek giderek çağın vebası haline geliyor. “İnsanlar neden bu kadar acımasız?” diye sorarken kendi kişisel evrenimizde altına ıslak imzamızı attığımız acımasızlıkları, duyarsızlıklarımızı dışsallaştırabiliyoruz.
Oysa evrende aklımızla, mantığımızla, ama hepsinden de önemlisi kalbimizle bir yer işgal ediyoruz. Aklımızla kalbimiz arasındaki sağlıklı olması gereken bağ zedelendiğinde, çevremizi aklımızla algıladığımız kadar kalbimizle de hissedemediğimizde, yanımızda yere devrilen yabancıya merhamet duymaz hale geldiğimizde evrenle olan bağımız da kopuyor.
Akıl veya hayatta kalma dürtüsü diğer duygularımızın üzerinde bir üstünlük kurduğunda, hislerimiz köreldiğinde, elimizde en yüksek teknolojiler, en akıllı telefonlar, en güncel sosyal medya araçları da olsa toplumdaki varlığımız hiçleşiyor; ruhen yaşadığımız çağ ise Taş Devri’ne dönüyor.
Bireysel ahlak ile toplumsal ahlakın iç içe geçtiğini her fırsatta anımsamak gerekiyor. Siz görenlerdensiniz, dünyayı seyre dalmayın...