Sendikal hakların 100 yıllık makus talihi ve tarihi
Hâkim zihniyet 100 yıldır pek değişmedi. Farklı siyasal iktidarlar döneminde işçilerin sendikalaşması ve grev hakkına dönük yasakçı ve vesayetçi geleneğin sürdüğünü görüyoruz.
Aziz Çelik
Erken giden sevgili yoldaşım Talip Koçan’ın hatırasına…
PROLOG: 'SINIFSIZ İMTİYAZSIZ KAYNAŞMIŞ BİR KİTLEYİZ'
1931: “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için iş bölümü itibarile muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek esas prensiplerimizdendir." (CHF 1931 Programı)
1950: “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim” (CHP dönemi Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes)
1956: “Grev yapmak için önce gelişmiş bir sanayiye sahip olmak gerekir, sanayimiz daha bebek halinde idi. Bu sanayiyi daha bebek halinde öldüremezdik” (DP’li Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan)
1970: “İstanbul’da Ayvansaray, Hasköy, Sütlüce, Beşiktaş, Balat ve Yenipakun olmak üzere 6 değirmende 8 Nisan 1970 tarihinden itibaren uygulanmasına başlanmış bulunan grevin (…) Milli Güvenliğimizi bozucu nitelikte görülmesi sebebiyle 30 gün geciktirilmesi Bakanlar Kurulunca 9/4/1970 tarihinde kararlaştırılmıştır” (Süleyman Demirel Hükümeti Kararı)
***
Yukarıdaki alıntılar ülkemizde sendikal hakların yüzyıllık makus talihinin ve tarihinin bir özeti niteliğinde. Yazıda ayrı bir giriş ve sonuç yoktur. Prolog ve epiloğun meramımı anlattığını düşünüyorum. Bu özet ifadeler işçilerin sendikal örgütlenmesine ve grev hakkına ilişkin hâkim zihniyetin 100 yıldır pek değişmediğini ortaya koyuyor. Farklı siyasal iktidarlar döneminde işçilerin sendikalaşması ve grev hakkına dönük yasakçı ve vesayetçi geleneğin sürdüğünü görüyoruz. Erken cumhuriyet döneminin otoriter özellikleri ve işçi sınıfının nicel zayıflığı gibi nedenlerle bu yılların daha çok yasak yılları olduğunu söyleyebiliriz. 1960’larda başlayan sendikal hakların güvenceye alınması ve kurumsallaşması dönemi çok ciddi dirençlerle karşılaşacak ve 1980 sonrasında temel özellikleri bugün de devam eden yasakçı-vesayetçi bir dönem yeniden başlayacaktır.
Bu çerçeve yazıda 100 yıllık cumhuriyet döneminde sendikal haklara ilişkin temel eğilim ve gelişmeleri kuş bakışı ele almaya çalışacağım. Bu yazı sınırları içinde detaylara girmek pek mümkün değil. Yazı akademik bir biçimde yazılmadığı için ayrıca alıntı ve referanslara yer verilmemiştir. Konuyla ilgili ve meraklı okurlara emek tarihi üstüne detaylı çalışmaları okumalarını öneriyorum. Bu yazı Duvar’ın “100. Yılda 100 Yazı” dosyası kapsamında planlanmıştı ancak yaşadığım zor ve acı günler nedeniyle maalesef gecikerek yazılabildi.
ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNİN OTORİTER MİRASI
Ülkemizde sendikal haklara ilişkin düzenlemeler Cumhuriyetin kuruluşunun öncesine dayanıyor. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan ve “1908 grevleri” veya “İlan-ı Hürriyet grevleri” olarak da bilinen grev patlamaları beraberinde toplu işçi haklarıyla doğrudan ilgili ilk yasal düzenlemelerin yapılmasını getirdi. Grevlerin önünü bir an önce almak amacıyla hükümet Ekim 1908’de Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat adlı geçici yasayı çıkardı. Bu geçici yasadan yaklaşık bir yıl sonra 9 Ağustos 1909 tarihinde ise Tatil-i Eşgal (Grev) Kanunu çıkarıldı.
Grev hakkı açısından sert yasakçı bir düzenleme getirmeyen Tatil-i Eşgal Kanunu sendika hakkı konusunda yasaklama dönemini başlatmıştı. Yasa ile kamuya yönelik işlerde sendikalaşma yasaklanmıştı. Özel sektör ise bu yasağın dışında bırakılmıştı. Ancak kamuya yönelik işler dışında kayda değer bir işgücünün olmayışı nedeniyle, bu yasa sendikaların etkisini önemli oranda daraltıyordu. Öte yandan sendika olmaksızın grevin uygulanması neredeyse olanaksız olduğundan sendikanın yasaklandığı koşullarda grev hakkının fiili bir anlamı olmayacağı açıktır. Dahası 31 Mart Olayı (1909) nedeniyle ilan edilen sıkıyönetim ve 1913 yılında İttihat ve Terakki Fırkası’nın ülke yönetimine el koymasının ardından işçi örgütlenmeleri ve bu yolla çıkarlarını koruma olanakları büyük ölçüde aksamıştır. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında doğal olarak bir kesinti yaşanmıştır.
1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi, izlenecek iktisat politikasının saptanmasında 1930’lara kadar etkili oldu. Kongre’de işçi grubu tarafından önerilen; amele yerine işçi ifadesinin kullanılması, sendikalaşma hakkının, sekiz saatlik iş gününün tanınması, kadınlara doğum öncesi ve sonrası izin verilmesi, asgari ücret miktarının tespiti, ücretlerin nakden ödenmesi, işçilere haftada bir gün izin verilmesi, 1 Mayıs gününün işçi bayramı olarak kabul edilmesi, hastalanan işçiye üç aya kadar gündeliğinin ödenmesi gibi konular kabul edilirken hafta tatili ücreti, yıllık ücretli izin, çalışamayacak durumda hastalanan işçiye işletme tarafından tazminat ödenmesi, iş kazası geçiren işçinin hayatının güvenceye alınması gibi konular ise diğer üç grubun kabul etmemesi nedeniyle reddedildi. İzmir İktisat Kongresi’nde çiftçi, tüccar ve sanayi grupları ile ilgili alınan kararların hemen hemen tümü hayata geçirilirken, işçi grubu ile ilgili kararlar kâğıt üzerinde kaldı ya da çok gecikerek ve kısmen yerine getirildi. Görüldüğü gibi Kongrede bireysel işçi hakları ele alınıp tartışılırken ve karara bağlanırken sendikal haklar söz konusu olmadı.
Kongrenin ardından kabul edilen 1924 Anayasası da sosyal haklara yer vermemiş, kişi hak ve özgürlüklerini doğal hukukçu, liberal ve bireyci bir yaklaşımla ele almıştı. 1924 Anayasası ekonomik konularda mülkiyet ve girişimi koruyucu nitelikte olup, müdahaleci ve sınırlayıcı değildi. 1924 Anayasasında sendikal haklara ve sosyo-ekonomik haklara yer verilmedi. 1924 Anayasası ile tanınan sivil hak ve özgürlükler, 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu nedeniyle bir yıl sonra kullanılamaz hale gelmiştir. Takrir-i Sükûn Kanunu ile Cumhuriyet'in ilk sıkıyönetimi ilan edildi. Dört yıl boyunca yürürlükte kalan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun hükümete vermiş olduğu olağanüstü yetkiler çalışma ilişkilerinde de olumsuz sonuçlar doğurdu. Muhalefette yer alan gazeteler, sendikalar, dernekler ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Doğrudan sendikal haklarla ilgili hükümler içermese de Yasa ile 1920-25 arasında canlanan işçi hareketi bastırıldı. Yasanın verdiği yetkilere dayanarak mevcut işçi örgütleri kapatılırken Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) bundan sonraki 20 yıl boyunca işçileri ya kendi denetimi altına aldı ya da tümüyle örgütsüz bıraktı. Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlükten kalktıktan sonra da açık bir yasak olmamasına rağmen sendikal harekette önemli bir gelişme yaşanmadı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında sosyal haklarla ile ilgili bölgesel kanunlar ile çalışma hayatının çeşitli sorunlarını kısmen ele alan yasalar (Borçlar Kanunu, Hafta Tatili Kanunu, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun, Umumi Hıfzısıhha Kanunu) çıkarılmasına rağmen dönemin sosyal haklarla ilgili en önemli düzenlemesi 1936 tarihli ve 3008 sayılı İş Kanunudur. 1936 tarihli İş Kanunu o zamana kadar en sistematik ve kapsamlı düzenleme olması ve bazı hükümleri açısından ileri standartlar getirmesi nedeniyle olumlu özellikler içermesine rağmen sendikal haklar alanında otoriter bir yaklaşımı da yansıtmaktadır. Yasa ile sendikalar yasaklanmamış ancak grev yasaklanmıştı. Yasada sendika ve özgür toplu pazarlık söz konusu edilmemişti. Ahmet Makal, İş Kanunu’nun ikili bir karaktere sahip olduğunu bireysel iş ilişkileri açısından “koruyucu”, toplu iş ilişkileri açısından ise “otoriter” bir nitelik taşıdığını vurguluyor. Mesut Gülmez, 1936 İş Kanunu’nu, “devletin çalışma yaşamının tüm sorun ve alanlarına biricik ve düzenleyici aktör niteliğiyle kapsamlı karışmasının simgesi, kısaca rejimin iş yasası” olarak tanımlıyor. CHF Genel Sekreteri Recep Peker, “yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını silip süpürecektir” değerlendirmesiyle İş Kanunu’nun toplu iş ilişkileri alanındaki gerçek amacını ve felsefesini dile getiriyordu.
İş Kanunu, grevi yasaklar ancak sendika hakkı konusuna değinmezken 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile “sınıf esasına ve adına dayanan cemiyetlerin” (sendika ve siyasi parti) kurulması yasaklandı. 1938 Cemiyetler kanunu ile otoriter hatta totaliter bir rejimin yolu açıldı ve sendika ve sol parti kurmak mutlak olarak yasaklandı. 1938 Cemiyetler Kanunu ile kısmen liberal yaklaşıma sahip 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu kaldırıldı ve ülkemiz tarihindeki ilk mutlak sendika ve sol parti yasağı rejimine geçildi.
GREVSİZ VE SİYASETSİZ SENDİKACILIK
Mutlak sendika ve sol parti yasağı rejimi savaşın ardından faşist rejimlerin yıkılışına paralel olarak kaldırıldı. 1946 Haziran ayında, Cemiyetler Kanunu'nda önemli değişiklikler yapılarak dernek kurmak için izin sistemi kaldırıldı ve bildirim sistemi getirildi. Derneklerin idari kararla kapatılması sisteminden vazgeçilerek yargısal denetim kabul edildi. En önemlisi sınıf adına ve esasına göre dernek kurma yasağı kaldırıldı. Böylece hem sınıf esasına dayalı sol siyasi partilerin hem de sendikaların kurulmasına olanak sağlandı. Sendika ve siyasi parti kurma yasağının kalkmasına paralel olarak Türkiye Komünist Partisi geleneğine dayalı iki sosyalist parti (Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi) ve çok sayıda sendika kuruldu. Sendikalar daha çok bu iki sosyalist parti tarafından örgütlenmeye başlandı. Ancak Aralık 1946’da bu sendika ve partiler İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatıldı. “1946 sendikacılığı” olarak da adlandırılan dönemin ayırt edici yanı devletin müdahil olmadığı serbest bir sendikacılık dönemi olması ve sendika özgürlüğü rejimine dayanmasıdır.
Öte yandan 1945/1946 yılları bireysel işçi hakları ve sosyal politika açısından önemli adımların atıldığı yıllardır. Çalışma Bakanlığının, İş Kazaları ve Analık Sigortaları (İşçi Sigortaları Kurumu) sisteminin yürürlüğe girmesi ve İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun kurulması bunların belli başlılarıdır. 1949 yılında Yaşlılık Sigortası sistemi kabul edilmiş, 1951 yılında ise İş Mahkemeleri kurulmuştur. Böylece, bireysel işçi haklarına ilişkin önemli adımlar atılmış ancak sendikal haklar konusundaki yasakçı tutum devam etmiştir. 1946 sendikalarının kapatılmasının ardından, 1947 yılında 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun kabul edildi. Kanun ile sendika kurma özgürlüğü tanındı ancak grev hakkına yer verilmedi. Dahası greve teşebbüs de cezalandırıldı. Yasa ile sendikalara ağır bir siyaset yasağı getirildi.
Çalışma Bakanı Sadi Irmak Kasım 1946’da yaptığı bir değerlendirmede “Kuruluşlarına müsaade edilmiş olan işçi ve işveren derneklerini devletin bu görevini üzerlerine alacak birlikler değil, yardımlaşmayı ve mesleklerin gelişmesini sağlayacak teşekküller sayıyoruz” demekteydi. İşçi haklarını sadece devletin işi olarak gören ve toplu işçi haklarını kısıtlayan ve görmezden gelen bu anlayış dönemin paternalizminin önemli bir göstergesidir. Üstelik bu eğilim sadece CHP döneminde değil DP döneminde de devam etmiştir. DP Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan 1950’lerde, “Benim sendikaya ihtiyacım yok; ben hükümet olarak menfaat sağlarım işçiye” diyordu.
Ancak yasanın sınırlayıcı özelliklerine ve siyasal iktidarların engelleyici tutumlarına rağmen sendikalaşmada önemli bir artış yaşandı ve 1950’li yıllarda başta kamu işletmeleri olmak üzere sendikalaşma tırmandı. Bu dönemin sendikacılığı kamu işletmeleri yönetimlerine ve siyasal iktidara yaslanan bir sendikacılık "1947 sendikacılığı” olarak bilinse de sendikal örgütlenmenin doğası gereği kısa zamanda temel işçi meseleleri gündeme geldi. Sendikalar 1950’li yıllarda grev hakkını güçlü biçimde talep etmeye başladı. 1948’de kurulan İstanbul İşçi Sendikaları Birliği önemli bir sendikal odak haline geldi. 1952’de merkezileşme ihtiyacının artması üzerine ilk işçi konfederasyonu Türk-İş kuruldu. Türk-İş 1960’larda ABD sendikalarının etkisine girdi.
1946 ve 1950 seçim kampanyaları grev hakkı tartışmalarına sahne olmuş, CHP grev hakkına açıkça karşı çıkarken, DP grev hakkının tanınmasını istemişti. CHP seçimi kaybettikten sonra, 1953 yılında grev hakkını programına aldı, ancak grev ve lokavtı eş değer haklar olarak kabul etmeye başladı. DP ise 1950 öncesinde savunduğu grev hakkını 1950 sonrasında rafa kaldıracaktı. Dönemin Çalışma Bakanı Mümtaz Turhan, DP’nin grev hakkını tanımamasını “grev yapmak için önce gelişmiş bir sanayiye sahip olmak gerekir, sanayimiz daha bebek halinde idi. Bu sanayiyi daha bebek halinde öldüremezdik” şeklinde izah edecekti. Ancak 1950’li yılarda yasaklara rağmen çok sayıda fiili greve rastlanacaktı.
SENDİKAL HAKLARIN KURUMSALLAŞMASI
Türkiye işçi hareketinin kökleri geç Osmanlı dönemine uzansa da işçilerin bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmaları ve tarih yapmaya başlamaları esasen 1960 ve sonrasındadır. 1940 ve 50’lerde biriken ve demlenen sendikal hareket 1960’ların başında uygun siyasal ve hukuksal koşullarla birlikte toplumsal gelişmelere ağırlığını koymaya başladı. 27 Mayıs’ın ve 1961 Anayasasının sağladığı özgürlükçü ortam dipten gelen dalganın su yüzüne çıkmasını sağladı. Sendikal hareket yükselmeye başladı. Peş peşe işçi eylemleri, direnişler ve grevler yaşanmaya başladı. 1960’ların başında Saraçhane Mitingi (1961) ile dönemin açılışını yapan sendikal hareket 1970’te 15-16 Haziran direnişi ile büyük bir sıçrama yapacaktı. Sanayi işçisinin yükselişi 1960’ların temel özelliği olacaktı.
1961 Anayasası, Türkiye’de sendikal haklar açısından köklü bir yönelim değişikliği anlamına geliyordu, sosyal dinamiklerin gelişmesine olanak sağlayan güçlü bir sosyal içeriğe ve özgürlükçü bir yaklaşıma sahipti. 1961 Anayasası, 1924 Anayasasından beri devam eden ve zaman zaman kesintiye uğrayan klasik özgürlükler sistematiği ile yetinmiyor, ikinci kuşak haklar olarak kabul edilen, ekonomik, sosyal haklara da geniş yer veriyordu. 1961 Anayasası bütün çalışanlara (kamu personeli dahil) sendikalaşma hakkı tanımaktaydı. Toplu sözleşme ve grev hakkı Anayasal bir hak olarak işçilere tanınmakla birlikte kamu personeli için Anayasal bir yasak söz konusu değildi. Lokavta Anayasal bir hak olarak yer verilmemiş “toplu iş sözleşmesi ve grev” hakkını düzenleyen 47. maddede “işverenlerin hakları” ifadesi ile yetinilmişti. 1961 Anayasası, devlete sosyal ödevler yükleyen güçlü bir sosyal devlet vurgusuna ve ikinci kuşak haklar olan sendikal ve sosyal haklar ile özgürlükleri güvence altına alan sosyal ve özgürlükçü bir felsefeye sahip bir Anayasa idi. Ancak daha sonra çıkarılan yasalar ve yapılan uygulamalar 1961 Anayasası’nın bu özelliğini sınırlandıracaktı.
1961 Anayasası sonrasında, gecikmeli de olsa sendikal hakları yakından ilgilendiren üç temel yasa kabul edildi: 1963’te 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile 1965’te 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası. 274 sayılı yasa kapsamına kamu personelini alınmayarak Anayasanın bütün çalışanlara sağlamış olduğu haklar, çalışanların bir bölümü için sınırlanacaktı. Öte yandan 275 sayılı yasa ise Anayasa’da yer almayan lokavt kurumuna yer verecekti.
1961 Anayasası ile 274 ve 275 sayılı yasaların oluşturduğu özgürlükçü sendikal rejim içinde 1960’lı yıllarda sosyal mücadelenin genişlediği görülmektedir. Bir yandan sendikalaşma oranları artmış, grev eğilimi yükselmiş, öte yandan kamu sendikacılığı geleneğini temsil eden Türk-İş’in karşısında, 1967 yılında DİSK’in kurulması ve özel sektörde etkinliğinin artması, sendikal haklara yönelik kısıtlayıcı eğilimlerin ve sendikal hareketi denetim altında tutma yaklaşımlarının ön plana çıkmasına yol açacaktı. Bu çerçevede 1970 yılında 1317 sayılı yasa gündeme geldi. Yasanın amacı DİSK’i yok etmek ve sendikacılık tekeli kurmaktı. 1317 sayılı yasa ile 274 sayılı sendikalar yasasının pek çok hükmü geriye götürülmüş ve en önemlisi sendika ve konfederasyonlara işçilerin üçte birini temsil etme koşulu getirilmişti. 1317 sayılı yasa, Türkiye çalışma ilişkileri tarihinde 15-16 Haziran olayları diye bilinen ve DİSK tarafından örgütlenen iki günlük kitlesel eylemleri tetiklemiş ve daha sonra TİP’in başvurusu üzerine Anayasa mahkemesince iptal edilmişti. 1317 sayılı yasa, sendikalara yönelik vesayetçi yaklaşımın ve paternalizmin güçlü köklerini göstermesi açısından önemlidir.
1965 yılında, Anayasanın memurlara sendikal hakları tanımasından dört yıl sonra çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası çalışma ilişkileri alanında paternalizmin devam ettiğini ortaya koyuyordu. 274 sayılı yasa görüşülürken, Komisyon Başkanı Coşkun Kırca ve Çalışma Bakanı Bülent Ecevit tarafından verilen önergelerle kamu personeli yasanın kapsamından çıkartılmıştı. 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası ile kamu personeli sendikaları adeta bir yardımlaşma sandığına indirgeniyordu. Yasa ile sendikalara siyaset, toplu pazarlık, grev ve toplantı-gösteri yürüyüşü yasağı getiriliyordu. Nihayet 12 Mart 1971 yarı askeri müdahalesini takiben yapılan Anayasa değişikliği ile sendikalaşma hakkı sadece işçilerle sınırlanacak, kamu görevlilerinin sendikal hakları Anayasadan çıkarılarak, sendika kurmaları yasaklanacak ve kamu personeli sendikaları kapatılacaktı.
1970’li yıllar boyunca sendikal hareketin ivmesi giderek arttı. DİSK 12 Mart’ın ardından güçlenecek ve 1970’lerin ikinci yarısında önemli bir sendikal odak haline gelecekti. 1969-1980 döneminde bir yandan izlenen ithal ikameci politikanın öte yandan güçlenen sendikal hareketin etkisiyle reel ücretlerde önemli artışlar yaşanacaktı.
Öte yandan dönem boyunca toplu pazarlık ve grev hakkı ciddi bir biçimde ihlal edildi ve yaygın grev ertelemeleri yaşandı. Girişte yer verdiğimiz Bakanlar Kurulu örneğinde de görüleceği üzere grev erteleme uygulamaları sıradan olaylar haline geldi. Dahası 1961 Anayasası'nın sağladığı haklar sermaye örgütlerince hedef haline getirildi.
24 OCAK VE 12 EYLÜL: LİBERALİZMİN KARŞI HAREKETİ
1980’li yıllarda bir yandan iktisat politikasında köklü bir değişikliğe gidildi (24 Ocak 1980 Kararları), öte yandan siyasal ve sosyal haklar alanında baskıcı-otoriter bir rejim değişikliği (12 Eylül 1980 darbesi) gerçekleştirildi. 1960-80 döneminde toplumun kendini korumak için gerçekleştirdiği hareketler ya da klasik liberal reçetenin savaş sonrası dünyada terk edilmesinin getirdiği kazanımlar, bu dönemde liberalizmin gerilemesine yol açmıştı. 1980’lerde ise liberalizm/piyasacılık sosyal hakları kısıtlamak üzere bir karşı hareket gerçekleştirdi. 24 Ocak programı içte ve dışta piyasa serbestisi ile uluslararası ve yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi hedefini güdüyordu. 24 Ocak programının “emek aleyhtarı” bir doğrultuda uygulanabilmesi, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği ile olanaklı oldu.
Sendikal hak ve özgürlükler askıya alındı. Grevler yasaklandı. Toplu sözleşme düzeni askıya alındı. Sendikal faaliyetler engellendi. DİSK’in faaliyetleri durduruldu ve hakkında kapatma davası açıldı. Yöneticileri idamla yargılandı. DİSK 1991 yılında beraat edinceye kadar faaliyet yürütemedi. Üyeleri ve mal varlığı talan edildi. Türk-İş ’in sendikal faaliyetleri durdurulmadı ancak baskı rejimi nedeniyle 1984’e kadar etkin bir faaliyet yürütemedi. Hak-İş’in faaliyetleri birkaç ay sonra, Şubat 1981’de serbest bırakıldı ancak Hak-İş de Türk-İş gibi 12 Eylül darbesi döneminde varlık gösteremedi. Ancak hem Türk-İş hem de Hak-İş’in 12 Eylül askeri darbesini desteklediği not edilmelidir.
1982 Anayasası ve 1983 yılında çıkarılan sendikal yasalar (2821-2822) ile 1961 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlükçü düzen ortadan kaldırıldı. 1982 Anayasası ve sendikal yasalar hazırlanırken büyük ölçüde işveren örgütlerinin görüşlerine esas alındı. TİSK, 1982 Anayasasının hazırlık sürecinde Danışma Meclisine sunduğu raporda, sosyal sorunların yeni bir yaklaşımla ele alınmasını istemiş ve şu görüşleri dile getirmişti:
“Geçmişte işveren-işçi ilişkilerine yaklaşımda daima işçilerin himayeye muhtaç olduğu görüşünün hâkim olduğu bilinen bir gerçektir. Artık günümüzde işçinin ezildiği, istismar edildiği iddialarının geçersizliği ortadadır...Üç milyona yakın işsizin varlığı düşünülürse ülkemizde çalışan işçilerin mutlu bir azınlık teşkil ettiği söylenebilir... Bu sebeple sosyal sorunlara yaklaşırken işçi lehine yorum kriteri terk edilmeli ve ülke yararı gözetilmelidir.”
Bu görüşler doğrultusunda Anayasanın felsefesinde önemli değişiklikler yapıldı ve yasakçı, sosyal korumadan uzak ve devleti topluma karşı korumayı amaçlayan işçi lehine yorum kriterini terk eden bir yaklaşım benimsendi.1982 Anayasası, devletin sosyal niteliğini kâğıt üzerinde korurken, sosyal ve sendikal haklarda önemli kısıtlamalar getiriyordu. Devlet bu dönemde, bir yandan çalışma ilişkilerini düzenleyici rolünden bir yandan da iktisadi bir aktör olarak (işveren olarak) etkin konumundan (kamu kesiminin daraltılması ve özelleştirmeler yoluyla) geri çekilmeye başladı.
Sendikal faaliyetler 1984’ten başlayarak canlanmaya başladı. 1982 Anayasası ve 2821 ve 2822 sayılı yasalar sendikal hakları ciddi bir cendereye alsa da 24 Ocak ile başlayan neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı yoksullaşma ve gelir kaybına karşı işçi sınıfı 1980’lerin ikinci yarısında ayağa kalkmaya başladı. Bu ayağa kalkış 1989 Bahar Eylemleri ile zirveye ulaştı ve ANAP iktidarının sonunu getirdi.
HİMMET-FITRAT-PİYASA VS. SENDİKACILIK
Açık askeri rejim sonrası ANAP iktidarı dönemi, sosyal haklar açısından çarpık bir popülizm dönemi olarak tanımlanabilir. Belediyeler tarafından sağlanan olanaklar, imar afları, vergi iadesi, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Yeşil Kart gibi uygulamalarla kentli yoksul kesimlerin sosyal sorunlarının çözümü emek-sermaye ilişkileri dışına taşınacaktı. Bir yandan sınıf tabanlı taleplere, sendikal örgütlenmeye karşı katı bir çizgi izlenirken, diğer yandan aynı kitleler “kentli, tüketici, gecekondulu, yoksul” özellikleriyle tatmin edilmeye böylece yeni bir tarz “liberal hayırseverlik”, sosyal politikanın yerine konmaya çalışılacaktı. Devletin kamusal yükümlülüklerine, toplumun kendi örgütlülüğüne ve kurumsallaşmasına değil ama ihsana-himmete dayalı bir modeldi bu. Bu model Refah Partisi tarafından belediyelerde sürdürülecek ve 2002 yılında başlayan AKP hükümetleri döneminde de merkezi hükümet politikası olarak iyice kökleşecekti. Sendikal hakları ve kamusal bir yükümlülük olarak sosyal hakları görmezden gelen bu model esas olarak hayırseverlik ve sosyal yardım anlayışı üzerine kurulu bir himmet-fıtrat-piyasa dönemi olarak ifade edilebilir.
AKP’nin sosyal politika yaklaşımının esasları parti programında, “Muhafazakâr Demokrasi” belgesinde ve 59. hükümet programında görülebilir. Programına göre AKP, “Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır”. AKP’nin politik manifestosu niteliğindeki Muhafazakâr Demokrasi adlı kitapta ise yukarıdaki ifade daha da netleşmekte: “Devletin özellikle mağdur ve muhtaç kesimler üzerinde sosyal politikalar sürdürmesi gerekliliğine inanılmakla birlikte, özel sektör, gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşları önplana çıkartılmaktadır.” Özel sektör, gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum AKP’nin sosyal politikasında kilit unsurlardır.
AKP sosyal politikayı bir kamusal yükümlülük olarak zayıflatıp sendikal hakları görmezden gelirken piyasa mağdurlarını, yoksulları ve en alttakileri “ferahlatacak” yeni yan mekanizmalar devreye soktu. Bu politikalar sosyal devlet yerine hayırseverlik yaklaşımına dayalıdır, düzensizdir, önemli bir bölümü kayıt dışıdır ve esas olarak parti mekanizması etkindir. Bütün bunlar nedeniyle kliyentalist özellikler taşımaktadır. Bu “hayırsever” sosyal politikanın en önemli araçları belediyeler, Fak-Fuk-Fon olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu ile özel sektör, gönüllü kuruluşlar, vakıflar ve derneklerdir.
Sendikal haklara dönük direnç 1960-1980 dönemi hariç 100 yıllık cumhuriyet döneminin ortak bir özelliği olarak görünmektedir. Türkiye, 1932 yılında üye olduğu ILO’nun sendikal örgütlenmeyi devlete karşı güvence altına alan 87 sayılı ve 1948 tarihli sözleşmesini tam 44 yıl sonra 1992’de onaylamıştır. Ancak hala bu sözleşmenin gereklerini yerine getirmediği için ILO denetim organlarınca eleştirilmektedir. Türkiye, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni (İHAS) 1954’te onaylanmış ancak İHAS’ın en önemli mekanizması olan “bireysel başvuru hakkını” 1986 yılında kabul etmiştir. Aynı şekilde Avrupa Sosyal Şartı 1961 yılında imzalanmasına karşın ancak 1989 yılında üstelik de temel sendikal haklara çekince konarak kabul edilmiştir. 1996 tarihli Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı da sendikal haklara çekinceler korunarak 2006 yılında AKP döneminde onaylanmıştır.
20 yılı aşan AKP hükümetleri bireysel çalışma ilişkileri alanında olabildiğince liberal ve piyasacı bir hat izlemektedir. İşgücü piyasalarının ve çalışma hayatının esnekleşmesi çeşitli AKP hükümet programlarında ve belgelerinde temel bir hedef olarak yer aldı. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak kamuda güvenceli kamu görevlisi ve kamu işçisi istihdamı yerini taşeron işçi çalıştırmaya bıraktı. AKP döneminde yaygınlaşan ve sayıları bir milyonu aşan kamu taşeron işçileri giderek büyük bir toplumsal harekete dönüştü. 2018 referandumu öncesinde AKP kendi yarattığı taşeron sistemine kamuda son verdi ve işçileri kamuda kadroya almak zorunda kaldı. Aynı şekilde geçici kamu görevlilerine de kadro verildi. Kamu taşeron işçileri 2010 sonrasında sendikalaşmanın önemli bir dinamiğini oluşturacaktı.
AKP döneminde sendikal haklar ve sendikal hareketin seyrine baktığımızda sendikal hak ve özgürlüklerde kayda değer bir genişlemenin olmadığını söylemek mümkündür. Avrupa Birliğine uyum sürecinin öne çıktığı AKP’nin ilk evresinde (2010 Anayasa değişikliği ve 2013 öncesinde) sendikalar AKP karşısında daha eleştirel ve muhalif bir tutum alabiliyordu. Sendikalar ve emek örgütleri Emek Platformu çatısı altında hükümet uygulamalarına eleştirel yaklaşan bir tutum izleyebiliyordu. Hak-İş ve Memur-Sen’in sendikal alandaki etkisi sınırlıydı. Ancak 2010 sonrasında bir yandan kamuda grev yasaklı toplu sözleşme düzeninin kabul edilmesiyle Memur-Sen’in, öte yandan kamu taşeron işçilerinin önemli bir bölümünü bünyesinde toplayan Hak-İş’in yükselişi ile birlikte sendikal harekette önemli bir aks değişikliği yaşandı. 2010 Tekel Direnişini takiben Emek Platformu sönümlendi. Sendikal hareket ortak hareket etme kapasitesini kaybetti. Hak-İş ve Memur-Sen de belirgin bir biçimde hükümet güdümüne girdi.
AKP dönemine damgasını vuran en önemli sendikal gelişme grev hakkının kullanılamaz hale gelmesi oldu. Grev erteleme ve yasakları grev hakkının kullanımını neredeyse imkansız hale getirdi. AKP 12 Eylül ürünü grev mevzuatının özünü korudu. 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile sendikal haklarda köklü bir farklılık yaşanmadı. Greve ilişkin sınırlamalar, zorunlu tahkim ve lokavt anayasada kaldı. Memurlara fiilen grev yasağı getiren düzenleme Anayasaya girdi. Anayasa ile memurlara toplu sözleşme hakkı tanındı ancak greve gitmelerinin önü kapatıldı. AKP 2012 yılında işçilerin sendikal hakları ile ilgili yeni bir sendikal yasayı (6356) Meclisten geçirdi. 6356 sayılı yasa 12 Eylül ürünü eski sendikal yasaların (2821-2822) temel felsefesini korudu. Yaygın grev ertelemeleri ile grev hakkını adeta izne bağladı. Dahası grevleri iş dünyası için tehdit olarak gördü (bakınız epilog).
EPİLOG: 'ÖYLE İKİDE BİR KALKACAK HEMEN GREV, BİLMEM NE... KUSURA BAKMA ARKADAŞ'
Yazının girişinde Cumhuriyetin ilk yüzyılında siyasal iktidarların sendikal haklara ilişkin tutumunu gösteren bir proloğa yer vermiştim. Sonuçta da bir epilog ile yetiniyorum. Bu epilog Türkiye’de sendikal hareketin 100 yıllık serencamını özlü biçimde yansıtıyor.
“Olağanüstü Hal, girişimcilerimizin, yatırımcılarımızın önünü mü kesiyor, yoksa önünü mü açıyor? Eski Olağanüstü Halleri hatırlayın. O Olağanüstü Hallerin olduğu dönemlerde patron fabrikasına giremiyordu. Biz geldik fabrikalarınızın kapısını açtık. Şu anda bu Olağanüstü Halde o tür tehditlerle karşımıza gelenler anında yasaların, hukukun bize verdiği yetkiyi kullanmamızı kolaylaştırıyor. Öyle ikide bir kalkacak hemen grev, bilmem ne... Kusura bakma arkadaş.” (Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın MÜSİAD 24. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan -7 Haziran 2017)
"Olağanüstü̈ hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü̈ iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i [alkışlar]. (Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Uluslararası Yatırımcılar Derneğinin (YASED) düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmadan -12 Temmuz 2017)
*Kocaeli Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi. Prof. Dr.