Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) Başkanı Neçirvan Barzani araya
giriyor, Türkiye ile BAE arasında buzlar eriyor. Irak istihbaratı
devreye giriyor, Türkiye ve Suriye istihbarat teşkilâtı
başkanlarının Bağdat’ta bir araya gelecekleri söyleniyor. Bir
zamanların avarakasnak Irak’a komşu ülkeler girişimini başlatan
Ankara, Bağdat’ta toplanan bölgesel işbirliği konferansına yedek
kulübesinden katılıyor. Sözkonusu konferansın eş-düzenleyicisi
konumundaki Fransa’nın cumhurbaşkanı Macron’un Musul ve Erbil
temaslarına bakakalıyor. Bilvesile Total’in Bağdat’ta imzaladığı 27
milyar dolarlık anlaşmaya da herhalde “Rabbim bereketini artırsın”
diye iç geçiriyor.
Suriye ve Irak deyince kırmızı görmüş boğa gibi yalnızca PKK
görüyor. “Mavi Vatan” dersini alıp da, etmemiş olacak ki ezber, tam
Yunanistan ile arayı düzelttik derken, MSB Akar Edirne’den
gürleyip, durduk yerde adaların silahlandırılmasını olabilecek en
hasmane söylemle gündeme getiriyor. Buna karşılık Erdoğan son
kabine toplantısı çıkışında, “Gümrük Birliği (AB) başta olmak üzere
mevcut tercihli ticaret ve serbest ticaret anlaşmalarının
güncellenmesini sağlanacağını” duyuruyor. Bu ay sonundaki Almanya
seçimlerinde, Hristiyan Demokratların hükümeti kuracak koalisyonun
dışında kalacakları da aşağı yukarı
belliyken ve bu durumun Ankara-AB ilişkileri açısından
yansımalarının ne olacağını hesaba katmadan.
Mısır’a salma yapıp, Dışişleri bürokratlarını istişarelere
gönderiyor. Dört parmak havada “Rabia’mız” rafa kalkıyor, Müslüman
Kardeşler’in sesi kısılıp, yurt dışına çıkarılıyor, Sisi’nin
darbeciliği unutuluyor. Karabağ Savaşı’nı “kazanmanın” sefasını
süremeden, Rusya tarafından resmin dışına itilmenin cefasını
çekiyor, Aliyev’in lütfettiği inşaat ihaleleriyle yetiniyor. Aynı
Rusya, “Türk Dünyası” adına tek tabanca Kırım Konferansı’na katılan
Türkiye’ye Kırım Tatar Milli Meclisi’nin önde gelen üyelerini
paketleme cezası kesiyor. Bu defa Rusya’ya Güney Kafkasya golü atma
arayışıyla, Ermenistan’a –yine ticaret odaklı- açılım yapıyor.
Nerede? Cumhuriyetimizin kurucu temel taşlarından Sakarya
Savaşı’nın* 100.yılını kutlamayı zinhar ıskalayıp, ta 1071’deki
Malazgirt Zaferi’ni anarken. (Çağrışımlar: “Çökmek” ile kurmak,
hafriyat ile inşaat arasındaki farklar.)
İsrail’le, icra yetkisi olmayan cumhurbaşkanı Herzog başat
muhatap kabul edilerek, utangaç yumuşama belirtileri ortaya
çıkıyor. Erdoğan BM Genel Kurulu marjında adıgeçenle yüz yüze
görüşme olasılığını dile getiriyor. Emekli kurmay kayığına
binilerek imzalanan Libya Deniz Yetki Alanlarının
Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası’nın (çünkü bu belge
bir anlaşma değil) kağıt üzerinde kalacağı ve yarardan çok zararı
olduğu artık ayan beyan anlaşılıyor. S-400 bildiğiniz gibi. Bize
F-35 programından atılmaya ve bekletilen ABD yaptırımlarına mal
oldu. Henüz ağız tadıyla Pazar’dan Pazar’a bile garajdan çıkarmak
nasip olmadı ama “o iş bitti, canımız isterse ikinci partiyi de
alabiliriz.”
Yirmi yıldır NATO çatısı altında muharip olmayan askeri varlık
bulundurulan Afganistan’da, önce NATO’dan özerk davranıldığı
izlenimi pazarlanırken, sonunda zoru görünce toparlanıp
çekiliniyor. Tandem oynanacağı iddia edilen Katar oyuna tek başına
devam edip, boyundan büyük etkinlik gösterirken, dönüp NATO’nun
savunma ittifakı önemi vurgulanıyor. Başta lityum, heveslenilen
değerli Afganistan madenlerinin de Çin’e kısmet olacağı görülüyor.
Dahası önce Taliban’la inanç birliğimiz vurgulanıyor, “tüm
taraflarla” (?) görüşebileceğimiz belirtiliyor, havaalanını
işletmek için “Libya benzeri” (?) çözüm bulabileceğimiz söyleniyor,
Taliban’ı kendi yaratan Pakistan’ı yanımıza almaya kalkışılıyor,
alanı savunmaktan vazgeçilip yalnızca işletmede ısrarcı olunuyor,
SADAT benzeri özel güvenlik hizmeti sunmayı öneriliyor, sonunda
Taliban’ı “gelişmelere göre” tanıma seçeneğine geliniyor. Sahi,
neden sürekli bu kadar çok konuşuluyor, her konuda açıklama
yapılıyor?
“Stratejik derinlik, “paralel diplomasi” yani Müslüman
Kardeşler’le al takke-ver külah, “ortak hafıza”, “kadim
irtibatlar”, “Mavi Vatan” safsataları sağa sola savrula savrula toz
olup, gidiyor. Geriye kalıyor “eski” Türkiye’nin beylik dosyaları:
Kıbrıs, içiyle dışıyla Kürt sorunu, Ermeni Soykırımı ve
Ermenistan’la ilişkiler. Eller alet çantasına uzananda, sürekli ya
kesere ya çekiçe denk geliyor ne hikmetse. Sivil-asker, AKP-MHP,
islâmcı-milliyetçi çekişmeleri arasında kim dümende, kim kürekte
bir karmaşadır gidiyor. Seçim yaklaşırken iç politika-dış politika
muğlaklığı devam ediyor. Bir dönem “anlamsız” kılınacağı vaz edilen
sınır boylarına duvar örülüyor, ormanlar kesilip, yakılıyor,
güvenlik amaçlı barajlarla su engelleri oluşturuluyor, Irak’a
sınırötesi harekât kalıcı askeri “tampon bölge” amacıyla
derinleşip, genişliyor, adı konmadan sınırlar “düzeltiliyor”.
Ne yapılıyor, ne oluyor; ardından dönüp içeriye o “seçim sath-ı
mailinde” ne anlatılıyor, aslında tüm bu laf kalabalığını
bırakıp, belki ona bakmak gerekiyor. Alttan alta Doğu Akdeniz’de,
Karadeniz’de, Afganistan’da vesaire, nereye baksak, nereden
baktığınıza göre, ya bir “jackpot”, ya bir “muhteşem final”
arayışında olduğumuz izlenimi de herhalde oluşuyor. Oysa o kadar
uzaklara gitmeye, uzun boylu düşünmeye pek gerek de yok. IKB ve
Kerkük oracıkta, taş atımı uzaklıkta. Azerbaycan da öyle. TEC ile
TPIC kağıttan kaplanlar olarak dolapta bekletiliyor. Beyhude
yönelim ve kimlik aranırken, Batı, NATO, AB, AK, AGİT, AİHM, Paris
İklim Anlaşması unutuluyor.
Hariciye denince ondan “monşerlik” ve teşrifatçılık anlaşılıyor.
Ne ki gösterisinin ekmeği yenecek bir alan değil dış politika. Bu
yönüyle nankör de bir meslek hani hariciyecilik. Ya yaptığı işin
sonunu göremez, ya sonunu görse başarısını sahipleneni bol olur,
dosyayı yürütenin kim olduğu dahi anılmaz. Belki devlete hizmet
bizatihi böyle bir şeydir. Bir anlamda hekimliğin tatmininin, maddi
kazancın çok ötesinde, bambaşka bir yerlerde oluşu gibi. Ancak şu
fıkranın sonunda ırgat sorar ya: “Ağam biz bu pohu niye yedik”
diye, işte insan sormadan edemiyor. Göründüğü kadar, hariciyeden
ekmeğinin peşinde bir “girişimci gurbetçilik” de anlaşıldığı denli,
itile kakıla alınan geniş virajla Batı’ya ve Körfez sermayesine
turfanda bir dönüş yaşanıyor. “Madem öyle, pekiyi demokrasi, insan
hakları ve ifade özgürlüğü ne oldu” mu dediniz? Ha ha ha… İlahi,
hiç güleceğim yoktu.
Son olarak ekleyelim, dilerim CHP’nin IKB ve Kerkük seferi
farklı, güncel olana gerçekten muhalif, farklı bir dış politika
düşünüşünün başlangıç hamlesi olsun.
*Değerli dostum Erhan Keleşoğlu’nun genel yayın yönetmeni olduğu
Toplumsal Tarih dergisinin son Sakarya Savaşı sayısı olağanüstü
ufuk açıcılıkta ve dopdolu. Emeği geçen herkesin ellerine,
zihinlerine sağlık. Özellikle, Mesut Uyar ve Konstantinos
Travlos’un makaleleri öğretici olmaları denli, sanki sürükleyici
birer macera romanı gibi heyecan ve ilgiyle okunuyor. Okumanızı ve
okutmanızı dilerim.
**İBB’nin deniz taksisi şurada. Bir Fransız firmasının
geliştirdiği hidrojenden elektrik üreterek çalışan “Sea Bubble”
adlı hidrofoil deniz taksisi ise şurada. “SeaBubble” bir “concept” deniz aracı, bir
“prototip” değil. Tasarım, teknoloji ve İstanbul sözcükleri yan
yana gelince daha vizyoner olunabilir hatta olunmalıdır. Sinerji
yaratacak işbirlikleri de düşünülebilmelidir. Yoksa Topbaş’ın
“deniz ütüsü” modeli vapurlarını görüyoruz ve bakmak dahi
istemiyoruz. Ayrıca anımsayacaksınız en baştan kart kullanmak
varken “Akbil” diye muhteşem (!) bir teknoloji itelenmişti bir
dönem. Umarım kimseyi kırmadan, gücendirmeden meramımı
anlatabilmişimdir. Bu bağlamda dileyen okurlar 30 Aralık 2020
tarihli şu yazıma da göz
atabilirler.