Çocukluğumuzda bir oyun vardı, birkaç kişi kol kola verip ayaklarını ileri uzatarak “ö-nü-mü-ze gelenlere biiin tek-me!” diye yürürdü. Korkunç sürü algısını, kamplaşmayı, kötücül ittifakı, kendinden olmayanı ezip geçmeyi daha iyi anlatan bir oyun olamaz herhalde. Arda Turan'ın maçlarda giyip sonra hesabından paylaştığı Osmanlı arması, bayrak, ailesi ve eşinin resmini taşıyan tekmelik de doğal olarak aklıma hemen bu sözü ve oyunu getirdi.
Araya çokça eğlenceli anı sıkışsa da ilkokuldan üniversiteye uzanan süreç belli açılardan benim için kabustu. Mutluluğu üniversitede buldum. Çok kitap okuyan, yaşıtlarıyla fazla konuşacak konu bulamayan bir tiptim. Yaşıtım ilk arkadaşım aynı zamanda komşumuz olan Zeynep’ti. Tatlı Zeynep’in az çok normal bir çocukluk yaşamama katkısı çoktur. Çıkartmalı afişli pop dergilerini onun sayesinde tanıdım (ondan önce ‘hep belgesel’ hep Stendhal, Dostoyevski…) 14-15 yaşıma kadar çıkma işleriyle de zerrece ilgilenmiyordum. Bir ara sınıftan bir çocuk, kitap okuması nedeniyle ilgimi çekmişti. Ona, okusun da tartışalım diye “Dinle Küçük Adam” kitabımı ödünç verdim. Ertesi gün “Abim bu senin yaşına uygun bir kitap değil dedi,” diye kitabı süklüm püklüm geri getirince anladım. Muhallebi ve pastane sektörü daha bana hazır değildi.
Sonraki yaz biraz normalleşme eğilimine girmiş olmalıyım, üst kat komşumuzun oğlunun epey hoş biri olduğunu fark ettim birden. Sadece futboldan bahsediyordu yalnız çocuk, yine konu sıkıntısı vardı. Oturup bütün kupa maçlarını izledim. Sonraki karşılaşmamızda dünya futboluna dair derin(!) bilgimle oğlanı bir miktar etkiledim. Hemen akabinde bana salakça gelen bir laf edince futbolla yollarımız bir daha keşişmemecesine ayrıldı. Bu talihsiz ilk deneyimlerden sonra konsantrasyon becerimi bir süre daha hayırlı işlerde kullanmaya karar verdim.
Lakaplar var bir de tabii. “Bayan edebiyat” ilk hatırladığım. Bu konuda iğrenç bir tekerleme de icat etmişlerdi. Sonra biraz kısa forma giymek isteyince (dizin biraz üstü) “bayan bacak”a dönüştü o. Kimseyle çıkmadığım bilindiği, olayın bir tür konu sıkıntısından kaynaklandığı anlaşılmayıp kibir zannedildiği için de az zorbalık görmedim. Gerçi düşünüyorum, ben de o zaman biraz zor bir tipmişim, şimdiki aklım olsa daha çok eğlenirdim. Üniversite yıllarında yaşıtlarla eğlenmenin tadını alınca daha da bırakamadım. Ama zorbalara ve zorbalığa da hiçbir zaman tahammülüm olmadı.
Çocukluğumuzda bir oyun vardı, birkaç kişi kol kola verip ayaklarını ileri uzatarak “ö-nü-mü-ze gelenlere biiin tek-me!” diye yürürdü. Korkunç sürü algısını, kamplaşmayı, kötücül ittifakı, kendinden olmayanı ezip geçmeyi daha iyi anlatan bir oyun olamaz herhalde. Bugünlerin Türkiyesi giderek daha çok o oyunu hatırlatıyor. Arda Turan’ın da okuldaki bazı çocuklara benzeyen bir tarafı var galiba. Maçlarda giyip sonra hesabından paylaştığı Osmanlı arması, bayrak, ailesi ve eşinin resmini taşıyan tekmelik de doğal olarak aklıma hemen bu sözü ve oyunu getirdi.
Hadi Arda’nın eşi hamileyken başka kadınlara asılıp sonra hastanede silah patlatmalı konsantre riyakar muhafazakar erkekliğinin dünü ve bugünü sır değil. Rakibini (ve önüne geleni) hangi tekmelikle tekmelediği o kadar önemli değil yani. Ama her cenahtan ünlüler bu kadar mı çuvallar... Gün geçmiyor taciz ifşasıdır, şiddet failliğidir, ‘aynı gemideyiz’liktir dalgasından, uzaktan ciddiye alınabilir gibi görünen birinin imajı pul pul dökülmesin.
Hiçbir şey yapmasalar yıllarca melankolik ötesi cool şarkılar, ağır adam halleriyle beynimizi ‘dumanladıktan’ sonra baby shower partilerinde pembik pastalara konu oluyorlar. Duman solisti Kaan Tangöze’nin eşi Kıvılcım Ural’ın doğacak bebeği için düzenlediği baby shower nedeniyle ortamlara düşen “Kıvılcım&Kaan’nın prensesi geliyor” (yazım hatası orijinal) yazılı, hamile bebek süslü pembik pastadan bahsediyorum tabii.
Bu nikah düğün sektörüne girip kadın-erkek karizmayı koruyabilen yok gerçi, bundan daha önce bahsetmiştim. Yılların Tarantinosu bile düğün vesilesiyle süt dökmüş kediye döndü, damat traşı falan oldu. Düğün canavarı insanı ele geçirince karizmadır, aykırılıktır tuz buz olup gidiyor. Bu vesileyle ayrıntılarını bilmediğim geçmiş skandal meselesine göz atınca şu an 45 yaşındaki Tangöze’nin yeni eşiyle (26) ilk olarak o daha 16 yaşındayken beraber olduğunu öğrenmiş oldum. O kısım beni daha bir rahatsız etti laf aramızda, yoksa herkesin baby shower’ı kendine.
Ünlü olmak için yeterince yırtık olmak dışında hiçbir vasıf gerektirmeyen Acun tipi programcılık sayesinde koca bir ‘hiçbir şey’likten ünlülüğe terfi ettirilen bir TV arsızının kurbanı güzelim papağana getirmek istiyorum burada sözü. Bu konudaki yoğun acı yarıştırıcılığına, papağının konuşulmasını şehit haberlerinin konuşulurluğuyla kıyaslayarak Mazhar Alanson da katıldı en son. Ne lüzumu vardı? Hayvana, çocuğa, kadına, ezilene, ‘öteki’ne şiddetin bu kadar yaygın ve hepsinin birbiriyle göbekten bağlı olduğu bir ülkede alkış almak için acıları kıyaslamaya ne gerek var?
Eserleriyle hayatımızda yer etmiş sanatçıların olmadık beyanlarla yarattıkları büyü bozumundan gına geldi. Herkesin muhalif olması da, kendini, hayatını, varidatını riske atması da beklenmiyor ama hiç değilse susulamaz mı ya? Güzel şarkıların, filmlerin salt yaratıcısına da ait olmayan büyüsü, azıcık bozulmadan kalamaz mı? “Metaforik babalar ölüyor,” demiştim daha önce, bu açıdan iyi oluyor ama elde de şarkı türkü kalmıyor.
Bunlar olup biterken Metin Akpınar açıktan kimseyi işaret, kimseye hakaret etmediği bir konuşması nedeniyle, Müjdat Gezen’le aynı gün ‘polis refakatinde’ ifade için adliyeye götürüldü.
Bunların hiçbiri tesadüfi değil. Bir TV arsızının papağan boğazlayışını izlemek zorunda kalmamız da, halkanın günden güne büyüyerek gülüşüyle çocukluğumuza kazınmış Yeşilçam figürlerine kadar uzanması da…
Dünyanın genel haliyle beraber bu korku ortamının iyice pekiştirdiği değerler bozulması her cepheden, herkese de yansıyor. Merhametsizlik, arsızlık, çirkinlik, kitsch, kötücüllük hayatı çok fena ele geçirdi. İyilik, alçakgönülülük, merhamet bugün ‘eziklik’ olarak görülüyor. Önüne gelene tekme atan ilkokul, ortaokul zorbası, artık aramızdaki üç kişiden ikisi.
Durum öyle fena ki neyi kendimize saklayacağız, hayata neresinden bağlanmaya devam edeceğiz, insan bazen bilemiyor. Sevgili Tuğrul Eryılmaz’ın, geçen hafta Duvar TV için yaptığımız sohbette, 70 yıllık bilgelikten, vicdanlı, ilkeli gazetecilikten, tüm ülkesel koşullara rağmen cevahiri karartmamış bir yürekten süzülen sözleriyle noktalamak istiyorum bu yazıyı. “İnsan mutluluğa doğru yürür.” Sonunda düş, gülüş, vicdan, akıl kazanacak…