Çimenler üzerinde sırt üstü yattığı yerden “Babaaa, babiiiş” diye bara doğru sesleniyor. Kahvaltıdan yemeğe, oda temizliğinden personel yönetimine her aşamasındaki hizmeti babası ve yakın akrabalarının üstlendiği turistik tesisin bahçesinde mayosuyla uzanmış, minnacık ve dünya güzeli bir kız çocuğu. Barın arkasında yapmakta olduğu işi bırakıp yanına yönelen babasını görür görmez, “Bana bir şezlong ayarlasanaaa” diye yüksek sesle bağırıyor. Bahçedeki konukların başları o yöne çevriliyor ve bu ”ayarlasanaaa” ricasına epey küçük kaçan minik bedene bakarak neşeyle gülüyorlar. İşletme şefi olduğunu düşündüğüm genç baba yerdeki minderde yatan küçük kızının yanına vardığında eğilip boyun çukurundan şefkatle öpüyor. İstediği gibi ona bir şezlong ayarlayıp çocuğunu oraya yatırıyor.
Çocuğun hemen yanındaki bir noktada kitabımı okuyorum ben de. Minik kıza adını soruyorum. Sonra da biraz konuşturabileyim diye, “Adın ne güzelmiş, sen de çok güzel bir çocuksun” diyorum. “Biliyorum, herkes söylüyor zaten” diyor mağrur bir tavırla. Şezlongunu da ayarlattırıyor. Güzelliğini de biliyor. Özgüven on numara. Baba da şefkat dolu. Bir kız çocuğuna başka ne lazım? “Kesinlikle dünyanın tozunu attıracak” diyorum içimden...
Vanlı olduğunu öğrendiğim “çalışanlar ailesinin” üyelerinden birine, “Van’ı da aldılar sizden” diyorum tereddütsüz. Savrulup geldiği bu Ege sahilinde “Niye bizden alsınlar abla” diyerek kayyıma sahip çıkacağına bir an bile ihtimal vermiyorum. Kömür karası gözlerini gözlerime dikerek o da aynı tereddütsüz ifadeyle, “Allah belasını versin onların” diyor. “Van çok güzeldir o yüzden bize bırakmıyorlar” diyor.
Kürtlerin yeni kuşakları tarih sahnesine sanırım bambaşka bir özgüvenle çıkacaklar. Az bedel ödemediler bunun için. Ama burada diğer her şeyi es geçerek kayyım olayını Van’ın güzelliği ile açıklamak için özgüvenden başka bir şey de gerek. Hasret ve hayat sevgisi mi demeli, ne demeli bilmiyorum...
Birkaç hafta önceki kısa bir tatilden enstantaneler bunlar.
Toplam üç dört gün geçirdiğimiz tesiste sözünü ettiğim ailenin üyeleriyle epeyce bir sohbet imkanı da oldu. Minik kızın babası, kayyım meselesiyle ilişkili bir gazete yazısından söz ettiğimde düşüncelerini çok iyi ifade etmesine ve memleket meselelerini değme siyaset analizcisinden iyi yorumlamasına rağmen, “Çoktandır okumuyorum yazı mazı, içim dayanmıyor. Okumayı bırakmasam delirecektim zaten” gibi bir şeyler söylüyor.
Ege’ye göçüp yerleşmezden evvel neler yaşamışlar kim bilir? Hüznü, tevekkülü ve hasreti sırtlanıp gelmişler... Zorluğun göbeğinden sıyrılıp gelmişler. Şu işletmenin bahçesinde güvenli adımlarla dolaşıp ekmeklerini kazanmaya başlayıncaya dek nelerle karşılaştıklarını Allah bilir...
O aklı başındalık, küçüğünden büyüğüne o mağrur ve sevecen tavır etkileyici geliyor insana. Sanırım Kürtlere yapamadıkları şeylerden biri de “yozlaşma.” İçine çekildikleri mücadele canlarını çok yakmış olsa da güçlü bir değer dizgesi ve olgunluk da kazandırmış. Muhakkak ki başka noktalara sürüklenenler de yok değil. Ama bu söylediğim başkalık hâli de çok rastlanan, yaygın bir hâl.
Ezme ve ezilme ilişkileri içinde kendini bir “öteki” olarak, bunu yapanı da bir “muktedir” olarak görüp durmak, buna zorunlu olarak kafa yormak ve bir “yol” aramak bile muhtemelen o başkalık hâlini besliyor. “Öteki” olarak maruz kalınan zulüm şiddeti getirebildiği gibi esas olarak şiddetten ve şiddet dilinden özenle kaçınmayı da getiriyor. Böyle düşünüyorum.
Bu konudaki ezberlere ve töre ya da namus saikiyle hâlâ en çok orada yaşanıyor sanılmasına rağmen, Kürt coğrafyasında kadınların politik alanda söz sahibi olmaya başladıkça erkek şiddetine karşı güçlendiği ve bunu reddettiği de görülüyor. Türkiye genelinde 2015-2018 yılları arasında erkek şiddetindeki kaygı verici artışa rağmen, kadın katli olaylarında en düşük artışın yaşandığı bölge Güneydoğu Anadolu’ydu. Burası toplam vaka sayısı olarak da 2018 yılında yedi bölge arasında beşinci sırada yer alıyordu. Doğu Anadolu ise yüzde 8 artış oranı ile dördüncü sırada olsa da toplam vaka sayısının en az olduğu bölgeydi. Elbette bir tek cinayet bile olağan kabul edilemez... Bu verileri sadece politik mücadelenin kadınları güçlendirici sonuçları hakkında bir şey söylediğini düşündüğümden belirtiyorum. Hak ve özgürlük mücadelesi kadını da erkeği de dönüştürür. Bu kaçınılmaz. Yine de daha ayrıntılı bir söz söyleyebilmek için dikkatle incelenmesi gereken bir konu bu.
Ülkenin bir tarafının yara üstüne yara alması, iradelerinin ve kimliklerinin hiçe sayılması ve yerlerinden edilmelerinin bu ülkenin geri kalanına ne yaptığı üzerine de düşünmek gerek tabii.
Tam bunları düşünürken birkaç ay önce gündemimize düşen bir hikayeyi de çağırıyor zihnim. Adana’da hamile bir kediyi pitbull cinsi köpeğin ağzına atarak parçalatan üç çocuğun adliyede kendileriyle konuşan basın mensuplarına söyledikleri geliyor aklıma. “Ben seni vursam bile üzülmem, kediye mi üzüleceğim," “Yaşımızın yetmediği yerde yaşantımız yeter, biz Denizli çocuğuyuz.”
Bu olay Adana’da Türk, Kürt ve Arap nüfusun bir zamanlar sulh içinde bir arada yaşadığı Denizli mahallesinde gerçekleşmişti. Linkteki yazıda da göreceğiniz üzere bugün nüfusla birlikte işsizliğin ve yoksulluğun hızla arttığı, fabrikaların ve işyerlerinin kapandığı bir mahalle. Çocukların çoğumuzu dehşete düşüren dili, düzenli hayatların aktığı güzergahlardan dışlanmanın ve gettolaşmanın politik bir güçlenme söz konusu olmadığında nasıl bir şiddete geçit verebileceği konusunu düşünmeye de zorluyordu.
Düşünme çabamızda yine de, tekil olaylardan yola çıkarak erkek şiddeti, toplumsal yozlaşma ve değer yitimi gibi konularda genelleyici tespitlere ulaşmak yerine, bunları sadece daha etraflı ve incelikli bir perspektife kapı aralayan olaylar olarak görmek şart.
Elimin altında bu konuları çok yönlülüğü ve farklı coğrafyalardaki karmaşık görünümleriyle birlikte düşünmeye yardımcı olan bir kitap var bugünlerde. Kadınları ve LGBTİ’leri barış inşa süreçlerinde ve çatışma çözümünde –bu konudaki dünya deneyimine yer açarak- özne olarak işaret eden bir derleme. Çatışma çözümünü, barışı ve ülke deneyimlerini toplumsal cinsiyet ekseninde düşünen bu kitabı Nisan Alıcı ve Güneş Daşlı hazırladı. “Toplumsal Cinsiyet ve Barış” başlıklı bu önemli çalışmayı da yeri gelmişken burada önermek istedim.
Söz konusu kitapta, şiddet kullanma kapasitesinin birçok toplumda ve tarihin büyük çoğunluğunda erkek habitusunun içsel bir parçası olduğu hatırlatılıyor. Fakat yine de şiddetten kaçan pek çok erkek olduğu da ekleniyor. Çalışmada kriz dönemlerinde ve geleneksel erkeklik kavrayışlarının değersizleşmesi durumunda şiddetin erkek egemenliğini ve erkek kimliğini “yeniden tesis edici” önemli bir kaynak haline gelebileceği de açıklanıyor (s.50-51).
Yaşının yetmeyeceği yerde yaşantısının yeteceği ezberini kim bilir hangi kanlı diziden devşiren çocukların bu eylemleriyle bir kimlik tesis etmeye yeltenmediğini kim söyleyebilir? Önlerine saf hamaset yerine, maruz bırakıldıkları ötekileştirme biçimlerinin bilgisi konulmadıkça, eşitlikçi bir dünyanın ve “dünyevi” olanın güzelliği benimsetilmedikçe ya da bu tür bir değerlendirme sürecine hayat onları zorlamadıkça bazıları şiddete yönelmeye devam edecek maalesef.
Masum canlıları, hayatları ve toplumları parçalayacak olan budur...