Yıl olmuş 2018, hâlâ toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görmezden gelip kadın yönetmen, yazar, matematikçi, mühendisin görece azlığını kadın zihninin varsayılan sınırlarına bağlayanlar hiç de az değil. Bu düşünüş var oldukça ‘kadın yönetmen’ ayrımını, kadının kendisini hak ettiği ölçülerde gerçekleştirebilmesi lehine de, ifade etmemek mümkün değil. Ne ki bu ayrım beraberinde hemen kadınların yaptığı filmleri bir nevi ‘el işinin’ varsayılan zararsızlığına, tatlışlığına hapsetme aslen kötücül arzusunu da getiriyor.
Bu yazının başlığı, her defasında insanı gülümsetebilen, sihirli bir söz. Çünkü günlük hayatın çeşitli alanlarında dilin ucuna gelse de nezaketten, lüzumsuz yere hırçın görünmeme kaygısından, asgari empati ve asgari diplomasiden, kâh birinden kâh öbüründen ötürü kolay kolay dışa vurulamayan bir duygunun çok ‘cuk’ bir ifadesi.
Ortalarda dolaşan, bu sözün işli olduğu gergef görselinde karşılık bulan, ‘cevabı kendi tarzında/geleneksel olarak kadına ayrılan bir yerden’ iletme düşüncesi, ayrıca muzip. Gergef deyip geçmeyelim, salt emek değil, bir yaratıcılık alanı da, bu el işleri. Kadının kapatıldığı dört duvar arasından bile fışkıran yaratıcılığının bir türü… Duvar çatlağından fışkıran çiçek misali.
“Senin fikrinin ne önemi var vasat herif!” sözü neden sık sık gündeme geliyor peki? Çünkü mansplaining her yerde… ‘Erkekleme’ ya da ‘açüklama’ gibi nefis Türkçeleştirmeleri olan bu kavram, ‘erkek tarzı açıklama’ gibi bir anlama geliyor. Bir erkeğin hayat deneyiminiz, uzmanlığınız, birikiminiz ne olursa olsun size büyüklenme, salt cinsiyeti üzerinden akıl verme hakkını kendinde görmesi şeklinde özetlenebilir sanırım.
Hangi konuda ne düşüneceğinizden, nerede ne zaman ne giyeceğinize, ne yiyip içeceğinize dek uzanabilen, bezdirme repertuarı çok geniş bir durum bu mansplaining. Kısmen çekiliri var, hiç çekilmezi var, katiyen çekilmemesi gerekeni var… Hayatta eline tığ almamış bir adamın dantel örmeye dair mutlaka bir fikrinin olmasından, bir erkek sinema yazarının bu alana yıllarını vermiş iyi bir kadın yönetmen için “(elbette ki erkek olan) x görüntü yönetmeni olmadan bir hiçtir” demesine kadar bin türlü örneği var işte.
Yıl olmuş 2018, hâlâ toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görmezden gelip kadın yönetmen, yazar, matematikçi, mühendisin görece azlığını kadın zihninin varsayılan sınırlarına bağlayanlar hiç de az değil. Bu düşünüş var oldukça ‘kadın yönetmen’ ayrımını, kadının kendisini hak ettiği ölçülerde gerçekleştirebilmesi lehine de, ifade etmemek mümkün değil. Ne ki bu ayrım beraberinde hemen kadınların yaptığı filmleri bir nevi ‘el işinin’ varsayılan zararsızlığına, tatlışlığına hapsetme aslen kötücül arzusunu da getiriyor. “Kadınlar kendi küçük dünyalarının sınırları içinde naif naif, insani insani filmler üretir, sinemadan falan pek anlamasalar da o da bir renktir işte. Abartmadan kenarda yapsınlar,” anlayışı, azımsanmayacak kadar yaygın hâlâ.
İşte Posta gazetesi sinema yazarı Kerem Akça’nın birkaç gün önce kendi Twitter hesabından yaptığı, çok tartışılan paylaşım bu düşünüşün bariz bir örneğinden başka bir şey değildi. Akça’nın Vuslat Saraçoğlu’nun 37. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanan “Borç” adlı filmine ve Ulusal Yarışma Bölümü’nün jüri başkanlığını yapan, törende ödülünü Saraçoğlu’na takdim eden yönetmen Pelin Esmer’e ilişkin yorumu şöyleydi:
“#istfilmfest18 yarışmasının en zayıf halkası Borç’a verilen ödül, Gökhan Tiryaki’siz bir hiç olduğunu kariyeri boyunca ispatlayan Pelin Esmer’in yeni Pelin Esmer’ler yaratma çabası olarak algılanabilir. İnsani ama sinemasız filmler çeken kadın yönetmenleri cesaretlendirme isteği.”
Yok artık… Yorum önüme ilk düştüğünde ekrana bir bakakaldığımı itiraf etmeliyim. Her fikri, işi, yazıyı, romanı, filmi, yönetmeni, yazarı beğenen de olur, beğenmeyen de. Tüm bunlar uygun mecralarda uygun şekillerde ifade edilir. Ancak içine özensizlik, kabalık ve cinsiyetçilik bulaşmış bir hınç çıkarma biçimini eleştiriden saymak mümkün değil…
Festivalde “Borç”u izleyemedim. Ödülü hak edip etmediğine dair bir fikrim yok bu nedenle. Ama hiçbir film ve yönetmenin bu derece nezaketsiz bir yorumu hak etmediklerine eminim. Belgesel filmi “Oyun”dan bu yana yaptığı her filmini büyük ilgiyle takip ettiğim Pelin Esmer de, “X olmadan bir hiçtir” ifadesini kesinlikle hak etmiyor. Böyle bir şeyin kolay kolay bir erkek yönetmene söyleneceğini sanmadığımdan, durumu salt kabalıkla açıklamak da mümkün değil.
Son olarak da hadi “insani ama sinemasız filmler” gibi muğlak ve tartışmalı bir ayrım yaptın , bu tür bir kategoriyi tamamen kadın yönetmenlerle sınırlamak neyin nesi?
Akça’nın bu cinsiyetçi yorumu sosyal medyada çok tartışıldı, hemen ardından da kadın sinemacılardan tepki geldi. ‘Yeter’ başlıklı bir bildiri yayınlayan 150 kadın sinemacı, Sinema Yazarları Derneği’ni (SİYAD) Kerem Akça’nın üyeliğini gözden geçirmeye davet etti. Tam metnine ve imzacılara buradan ulaşabilirsiniz, bildirinin bence en önemli vurgusuysa şu kısımda:
“Sözümüz yalnızca Kerem Akça’ya değil. Bundan sonra sinema sektöründe tacizden, ayrımcılığa, ücret eşitsizliğinden ırkçılığa, her türlü hak ihlalini ifşa edeceğimizi ve bütün bu ihlallerin takipçisi olacağımızı ilan ediyoruz.”
Bu noktada, iş onu çok aştığı için, Kerem Akça’ya dair izlenimlerimden bahsetmek istiyorum, ironik olarak. Kerem Akça, sosyal medyada en çok “Cannes’dan bildirmiş olduğum gibi… Toronto’dan dönünce ayağımın tozuyla söylediğim gibi…” şeklinde gözlenen “ben demiştim”ci, tahmin tutturmacı yönüyle eleştiriliyordu, özellikle görece küçük bir entelektüel/sinemasever çevrede. Aslında fazlaca bastıra bastıra yapsa da, bunu tek yapan Akça değildi. Akça’da bariz karşılığını bulan bu tarzı var eden hatta sinema yazarlığı alanına son yıllarda damgasını vuran olgu, salt yazanlar değil, izleyiciler açısından da her an her şey konusunda ‘asgari’ bilgi sahibi olmak tarzı bir malumatfuruşluğun, filmleri gerçekten anlama, yorumlama çabasının önüne geçmesi. Bir nevi yumurta, tavuk hikâyesi. Zamanın hızı, tüketim kültürü, şikayet ettiğimiz birçok şeyi aslında fark etmeden destekleme hâlimizin bir birleşimi…
Bu işi hâlâ hakkıyla yapan, aksi örnekler var mı? Tabii ki var. Ama dertleri bu olsun ya da olmasın, ne kadar görünür olabildikleri de ortada. Her zaman olduğu gibi iyi olanı değil bir sinema yazarının hakaretamiz, cinsiyetçi yorumunu konuşuyor, olası asgari miktar iyicilliğe de ancak böyle bir ‘şer’ vesilesiyle varabiliyoruz.
Öne çıkan sinema yazarlarının çoğunun, bu arada Kerem Akça’nın da sinemayı gerçekten sevdiğine eminim. Sinema sevgisi ve bilgisi kimsenin tekelinde değil. Ama filmler hakkında yazmanın sadece mümkün olduğunca çok filmi, herkesten önce izlemekle, belli bir tarih aralığında birbirine benzeyen filmlerden birkaç örnek döşenip spoiler’dan kaçınmakla sınırlı, kısır bir alana hapsedilmesini olumlu bulmak da mümkün değil. Sinema, edebiyat eleştirisi, her zaman sosyolojiden psikolojiye, toplumsal cinsiyet meselelerine uzanan geniş, disiplinlerarası bir alandan beslenmeye ihtiyaç duyar. Aksi halde yapılan şey eleştiri değil, tanıtım bile olmaz ve Akça örneğindeki gibi ‘farkında bile olunmadan ayrımcılık’lar kaçınılmaz olur. Hız, güncele yetişmek önemli ama bunlar da önemli.
Bu alandaki özgürleşme ve nicel artışın bir kalite doğurmamasının sebeplerinden biri de sinema sevgisi kadar şahane bir alanın gözleyebildiğim kadarıyla maalesef küçük aidiyet adacıkları dışında bir şey yeşertememesi. Üslubu, bakış açısıyla öne çıkabilen insan da az, zaten bunu özendiren bir okur/izleyici ortamı da yok, dediğim gibi. Yine aynı Matruşka’nın hapsindeyiz…
İşte böyle bir ortamda Kerem Akça’nın da, dilinin de sivrilmesi zor ya da tesadüfi değil. Bir süredir dizilerden bu tür metinlere, bir ‘yaşasın kötülük’ hali almış başını gidiyor zaten. Belli bir türden hırçınlığın çok desteklenmesi doğrultusunda, bu alanlarda sivrilen isimlerin bazıları da bu yalandan otorite olma hâline kaptırıveriyorlar. Üslupsuzluk objektiflik, hınç dolu dil de tarafsızlık oluveriyor, yersen. Herkesin körü körüne destekleyenleri ya da nefret edenleri olduğu için, bu tuhaf kamplaşmada bu gibi olaylardan bir şey öğrenmeleri de mümkün olmuyor insanların.
Kerem Akça’nın tweetine sinema dünyasının çeşitli isimlerinden tepkiler geldi. “Sen kimsin ki bu işe yıllarını veren bir yönetmene ‘hiç’ diye çemkiriyorsun” deniyordu özetle. Bunun yanı sıra cinsiyetçi dilin mutlaka vurgulanması gerektiğini düşünmekle birlikte, katılıyorum. Sen çıkıp bir yönetmene “… olmadan bir hiçsin…” dersen, sektörden insanların da “sen kimsin de bu hükmü veriyorsun?” demesinde şaşılacak bir yan yok.
Öte yandan, olay münferit değil. Akça’nın paylaşımı üzerine yapılan savunulara bakmak bile ayrımcılık, cinsiyetçilik konularındaki farkındalık eksikliğini görmeye yeter.
Şahsen, Kerem Akça’nın üyeliğinin de kendisinin de ‘bitirilmesi’ gerektiğini düşünmüyorum. Bu tür ifşa ve tartışmaların ufuk açıcı olmasını, yazarlar kadar sinefilleri de bu alanlardaki eksikliklerini gidermeye davet etmesini diliyorum. Bu işten çıkan, ‘hayır’, bu olsun. Dünya değişirken birbirini ağırlayarak olduğu yerde durmanın, kimseye faydası yok. Korku kadar farkındalık ve cesaret de bulaşıcı olduğuna göre, bundan sonra susup oturacağa da hiç benzemiyor kadınlar. O gergef daha çok ip kaldırır, biline. Ne iyi ki!