“Fakat nedir?”
Heyecan içerisinde aradığım telefon böyle açılmıştı.
Fakat nedir nedir yahu? Çok severek (bayılarak) takip ettiğiniz, biraz “tedirginlik verici olma potansiyeli bulunan” birisini aramanız gerekiyor, heyecan içinde arıyorsunuz. Ve dakika bir gol bir, bloke oluyorsunuz: Fakat nedir?
Ben öyle çok çekingen birisi sayılmam. Fakat Serdar Ateşer 1992 senesinde benim telefonumu “Fakat nedir?” diye açınca ortama bir müddet çaresizlik kaynaklı bir sessizlik zerk etmiştim. Sonra hemen “Kurthan Fişek de telefonlarını Kenan Evren diye açar ho ho ho” diye bir zevzeklikle şakasına mukabele etmeye çalıştım. Lakin karşımdaki insan “Sateşer”di ve şaka yapmıyordu. Hakikaten soruyordu: Fakat nedir? Mütekabiliyet beklemediği için şaka da kabul etmiyordu. Sür’atle konuya girilmesini bekliyordu.
…
Bu zor girişe bakmayın. Sonrası saadet. Ateşer’le arkadaşlık etmek epey konforludur. Bir kere sürekli iyilik görürsünüz. Ve orta sınıf tutuculuklarıyla enfekte olmamış olmak, sakin olmak, sağır olmamak (fiziken değil), acele etmemek filan gibi sıradan gereklilikler insanı geniş bir dünyaya, o geniş dünya da muhabbete sevk eder. Bu şu demek: Sus pus bir faninin bile içindeki muhabbet erbabı hortlayabilir. Çünkü Ateşer her işini muhabbetle yapar.
Daha ne?
Misal hepimizin vaktinde telesekreteri vardı. Lakin Ateşer’inkine bırakılan mesajlardan “Telesekter” şarkısı çıkabildi. Bir o kadarı da duruyor imiş. Düşünün artık adamın hayatındaki muhabbeti, kendisi olay yerinde değilken bile sürüyor.
…
Fakat nedir diye açılan telefona döneyim.
1992 senesinde Suat Bilgi ile beraber Çalıntı dergisini çıkarmak üzereyiz. Pek çoğunuz hatırlamaz, o yıllarda sıkıcı olmak, anlaşılmaz cümleler kurmak marifetti. Öyle düz, dümdüz olunca “hafif yazı” muamelesi görürdü makaleler. Gazete yazısı yazıyorsanız genişleyip daralarak en az üç kere tekrar edecek bir spot yazmanız gerekirdi. Ki bu hâlâ biraz böyle. Dergi yazısı yazacaksanız konuya bir türlü girememeniz gerekirdi. Cümleler ne kadar uzunsa o kadar iyi olurdu yazı. Mesela “bu elmanın tadı çok kötü” yazamazdınız. Yazardınız da banal olurdunuz. Önce elmanın varoluşunda Hazreti Havva fenomeninin durumunu sorgulamanız, arkasından bir elmanın tadının kötü olabilmesinin altında yatabilecek şeyleri ne söylediğiniz belli olmadan söylemeniz gerekirdi. Bütün bunlardan sonra tadı güzel elmalarda sık rastlanan durumlardan nerelerde sapıldığını söyleyebilirdiniz.
Öyle yaygın bir patolojiydi ki “Metin bey yazınızı çok kolay okuduk” diye şikayetler, okur mektupları gelirdi bana.
İşte böyle bir zamanda Çalıntı ciddi, çok yazılı, karizmatik ama kolay okunur, yazıları anlaşılır bir dergi olsun istiyorduk. Cebimizdeki ulaşılacak yazar listesinin en müstesna yerinde bir müzisyen vardı: Serdar Ateşer. Ben de bu yüzden aramıştım. Ahkam Kervanı diye bir köşesi olmuştu galiba Boom müzikteydi, ahkam kesiyor, sağa sola sataşıyordu. Hatta bu yüzden kendisine hâlâ Sateşer de denir. Yazıları kolayca anlaşılabiliyordu. Çok eğlenceliydi, hatta lokum gibiydi. Ve okudukça insanın içinin yağı eriyordu. Çünkü herkesin yeminli sıkıcılık ofisi gibi çalıştığı ve birbirine zorlama sarkazmla laf atmanın dışında bir ahkamın dolaşmadığı bir ortamda vaha gibiydi. Üstelik adam harika müzisyendi. Körün aradığı bir göz, biz bulmuşuz kaç göz? (Sağolsun benim Çalıntı’daki köşemin adını da o koymuştu: Küstah)
Ateşer hemen telefonda “Yahu ben yazar değilim” diye başladı. Ben hazırdım buna tabii: “Bir görüşmek istiyorum hiç mi mümkün değil?” diyerek Hisar’daki sempatik evine randevuyu kaptım. Sonra da yazıyı alana kadar yapıştım tabii. Yapışma o yapışma. Hâlâ peşindeyim.
…
Hayatımın ilk Serdar Ateşer yazısını yazıyor olmaktan dolayı mahcubum. O yüzden her şeyi birden sığdırmaya çalışıyorum. Hem biriktirme huyundan hem titizliğinden hem tasarım merakından hem de denizciliğinden bahsetmek istiyorum. Borazan taşımayan politikliğinden, cesaretinden, arkadaşlığından, entelektüel birikiminden, derin müzik bilgisinden filan da bahsedesim var. Hiç kuşkusuz yeni albümü “İş İşten Geçer Geçmez Ordayım”dan da uzun uzun bahsetmek istiyorum. Hiç tanımayanlara da biraz bilgi vermek gerek. Tabii bunların hepsi birden olamayacak. Olduğu kadar.
Önce hızla hiç tanımayanlara bir özet geçeyim. İlk evvela Mozaik ile tanındı. Sonra Bir Serdar Ateşer Topluluğu ve Suzi’nin Turtası gruplarını kurdu. En son “Serdar Ateşer Big Band” ile turne yaptı. Big Band dediysek boyu derinliğinden. Üç kişilerdi.
İlk albümü elden dağıttığı bir kaset olan Shipahoy! İlk resmi albümü Mütareke Yılları 1988 tarihinde yayınlandı. 10 yıl sonra Avdet Seyri yayınlandı. Arada Selamsız Bandosu ile Filler ve Çimen filmlerinin müziklerini yaptı. Bülent Ortaçgil’den Mor ve Ötesi’ne yığınla grup ve müzisyenin albümünde prodüktör yahut aranjör olarak boy gösterdi. Hep çalıştı.
Bunlar her yerden ulaşılabilecek bilgiler. Biraz daha derine girersem hızlıca şunlar geliyor aklıma:
Herkes güzel şeyleri sever. Ama Ateşer çevresini güzelleştirmeye daha bir meraklıdır. Zevkle döşenmiş zevkle inşa edilmiş bir evde oturur, harikulade bir taş evden bozma stüdyoda müzik yapar, bakmaya doyamayacağınız küçük ahşap yelkenli teknesiyle dolanır. Teknesiyle dolanır dediğim öyle denize çıkmadan önce iki saat hazırlanıp yarım saat şekil yapan modelden değil. Tekneyi alır ve yürür. Kaptan babasının izinde iyi denizcidir.
Bu konudaki benzerleri (ve yine arkadaşları) Murat Meriç ve Derya Bengi’yi aratmayacak şekilde biriktiricidir. Ne bulursa biriktirir. Kitap, yazı, efemera, plak, şarkı, gitar, anfi, radyo, sakız kağıdı, hiçbir şeyi atamaz. Kıyamaz.
İlkelidir, temel ilkesi sakin olmak ve iyi olanı yapmak üzerinedir. Örneğin asla bol paralı birisi olmamasına rağmen dizi müziği yapmaz. Bir kere sormuştum, dünyaya bir kere geldiğini söylemişti. İnsanın zamanı iktisatlı kullanmak gibi bir derdinin olmaması zamanını hor görebileceği anlamına gelmez tabii. İlke derken durmuş saat saplantısından bahsetmiyoruz elbet. Severse yapar. Aklına eserse yapabilir. Canı isterse yapar. Adını hatırlamadığım bir Uğur Yücel dizisinin jeneriğini yapmıştı misal. İşin ilke kısmı dizi müziği yapmamak konusunda değil, istemediğini yapmamak konusunda.
…
Sakınan göze çöp batarmış ya, ben bir kitap hazırladım. 101 özenle seçilmiş insana “Ne olacak bu memleketin hali?” diye sordum. Ve projeye, özellikle de Ateşer’in yazısına çok titizlendim. Ama ne oldu? Mis gibi çıkan kitapta bir tek Serdar Ateşer’in yazısının başına bir haller geldi. Tam bir sakınan göz vak’ası. İşine en bir titizlenen Ateşer’in bir paragrafı uçtu. Utanırım hatırladıkça.
Serdar Ateşer titizdir. Ne yaparsa güzel yapmasının bir sebebi de budur.
Fakat bu titizlik yorabilir sizi. Türkiye’nin belli müzik alemlerinde kıymeti bilinmiştir. Memleketin mühim müzisyenleri tanır bilir. Serdar Ateşer deyince bir durulur, önce bir saygıyla, takdirle söz edilir. Ama bir yandan da kitleler tarafından kıymeti bilinmemiş olmasının (birçok açıdan memleketin en underrated müzisyenidir) sebebi de budur: Her işini bir mühendis gibi yapar. Mükemmel olsun diye kıvranır. Bir Serdar Ateşer albümünde her şey uzun uzun düşünülmüştür. Hiçbir ses, söz tesadüfen çıkmaz. Aynı anda güzel, iyi, doğru ve uyumlu şarkılar olmalıdır onlar. Albüm tasarımından sözlere, teşekkürler sayfasından şarkı isimlerine ve sıralamalarına hepsi uzun uzun düşünülmüştür. Bunları tabii ki herkes düşünür. Ama Serdar Ateşer biraz fazla düşünür. Bu yüzden de toplam biraz yorucu olur.
Düz, dümdüz görünen sofistike albümlerdir kendileri. Dikkatli dinlemek gerekir. Öyle (benim şu anda nafile bir şekilde yapmaya çalıştığım gibi) yazı yazarken filan dinleyemezsiniz. İş İşten Geçer Geçmez Ordayım albümünü dinlerken sadece albümü dinlemekle meşgul olmanız gerekir. Öyle eş dost sohbet ederken fonda çalarsa beğenmezsiniz. Kitap okurken dinlemeye kalkarsanız beğenmezsiniz. Beğenemezsiniz. Yahut albümü beğenir kitabınızı beğenemezsiniz. Çünkü okuyamazsınız.
İş İşten Geçer Geçmez Ordayım’ı alıcı kulağıyla, kendinizi albüme vererek dinlemeniz gerekir. Onun yaparken çektiği kadar değil elbette ama dinlerken de zahmet etmeniz gerekir. Bu kadar da değil. Nereden dinlediğiniz de önemli. Albümde önemli not olarak şu yazıyor: Bu CD’deki müzikleri iPhone, iPad, (PC ya da Mac) laptop hoparlörlerinden değil de bildiğimiz müzik setinden (1 ampli + 2 münasip hoparlör) dinlemenizi şiddetle tavsiye ederiz.
Albümün ithafını da şuraya iliştireyim, epey fikir sahibi olursunuz: Bu albüm, heyecanlanmaktan ve aşka gelmekten hoşlanmakla beraber, etrafında beliren davetkar toz bulutlarının içine hemen dalmayan ve adı yakıcı bazı hedefler için kendisinden istenen acil onayları, karşılaşacağı kırılıp bozulmaları da göze alarak vermeyip, oraya hiç ulaşamayabileceği yollardan kendi hayali noktasına doğru ilerleyenlere adanmıştır.
Kadro da sağlam tabii. İskender Paydaş’tan Hakan Kurşun’a, Cem Aksel’e, Mesut Uçar’a birçok şahane müzisyenin tuzu var çorbada. CD ve plakta grafiklerin de Bülent Erkmen’e ait olduğunu ekleyelim.
Adettendir diye en sevdiğim şarkıları da yazıp bitireyim. Ben albüm yayınlanmadan dinleyen şanslı azınlıktan olduğum için tedarikli idim başlarken. Albümde en çok Edip Cansever’in şiirine yapılan Gücünüz Yok’u sevdim. Açılış şarkısı. Şiir ve müzik bir arada şarkıdaki isyanı, incecik öfkeyi, azıcık da kaosu çok sevdim. Keza “albüme adını veren şarkı” İş İşten Geçer Geçmez Ordayım da favorilerimden. Eğlenceli “Kompile Kompile” ve Meltem Ahıska’nın nefis şiiriyle Yerinde Duramayan Adam’ı da anmadan geçmeyeyim. Bu kadarı yetmez albüme tabii. Dinlemeniz lazım. CD, plak ve “bir gün mutlaka” kaset formatına ek olarak YouTube, Spotify, Apple gibi ortamlardan yahut burayı tıklayarak kendi bloğundan rahatça ulaşabilirsiniz.
Albümün hızlı ve görüntülü bir turu olan nefis fragmanı burayı tıklayarak izlemelisiniz.
Ek olarak Motto Müzik’in Kimin Nesi-Serdar Ateşer’ine buradan ulaşabilirsiniz.
Evet, Serdar Ateşer’i bir miktar seviyorum. Sizlere de tavsiye ederim.