Serdar Tekin: Boğaziçi, tepkisiyle üniversite olduğunu gösterdi

Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik uygulamaların, Nazilerin bütün kurumları parti politikalarıyla uyumlulaştırması olarak tercüme edilebilecek Gleichshaltung politikasıyla örtüştüğünü söyleyen felsefeci Serdar Tekin’e göre Türkiye üniversitesizleştiriliyor. AKP dönemi üniversite politikaları üzerine yaptığı araştırmadan çarpıcı bulguları aktaran Tekin’e göre Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direniş üniversite olmanın bir gereği ve geç kalınmış bir tepki.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Yakın geçmişte, 2016 yılından itibaren üniversitelerdeki rektörlük seçimlerinin kaldırılıp 2018 yılı itibariyle de hiçbir kritere bakılmaksızın tek karar merciinin Cumhurbaşkanı olması, meselenin sadece Boğaziçi Üniversitesi olmadığını anlamayı kolaylaştırıyor.

Tabiri caizse bir kuşun bile kendi iradesiyle kanat çırpmasına tahammül göstermeyen kadiri mutlak bir iktidarın bilimsel üretimin çatısı olan üniversiteyi kendisiyle “uyumlulaştırma” hamlesi, bizatihi üniversitenin tasfiyesi anlamına geliyor.

TİHV Akademi için AKP’nin üniversite politikası üzerine etraflıca bir rapor hazırlamış olan, kendisi de Ege Üniversitesi’nde felsefe hocasıyken Barış Bildirisi’ne imza attığı için ihraç edilen Serdar Tekin’le Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişten başlayıp geriye doğru yol alarak AKP’nin üniversiteleri konumlandırmaya çalıştığı “büyük resmi” anlamaya çalıştık…

29 Ekim 2016’da 676 sayılı KHK ile rektörlük seçimleri, iki kritere bağlanarak kaldırılmıştı. Buna göre Cumhurbaşkanı, en az üç yıl profesörlük yapmış ve YÖK tarafından önerilmiş üç adaydan birini seçebilecekti. Fakat Temmuz 2018’de YÖK önerisi ve üç yıllık profesörlük kriteri de kaldırılarak, 703 sayılı KHK ile Yüksek Öğrenim Kanunu’nun 13. Maddesi’ne şu cümle eklendi: “Devlet ve Vakıf üniversitelerine rektör Cumhurbaşkanınca atanır.” Dolayısıyla 2018 yılından beri Erdoğan rektör atamalarına tek başına karar veriyorken, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması neden bu kadar dikkat çekti?

Boğaziçi, diğer üniversitelerden farklı olarak bu tepeden inme karara yüksek sesle itiraz ettiği için dikkat çekti elbette. Şimdiye kadar rektörlük seçiminin kaldırıldığı, atamaların Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı kamuoyu tarafından belki de doğru dürüst bilinmiyordu bile. Çünkü hiçbir üniversite şimdiye kadar buna doğru dürüst tepki göstermedi. Boğaziçi’nin öğrencisiyle, hocasıyla, bugün gösterdiği haklı tepki üniversite olmanın gereğidir ve üniversite adına bir haysiyet itirazıdır.

Üniversite olmanın gereğinden kastınız ne?

Batı dünyasındaki tarihsel kökenleri, modern toplumlarda kazandığı ve yerine getirmeye devam ettiği işlevler, kendisine yüklenen bilimsel, kültürel, toplumsal misyonlar itibariyle üniversite özerk bir kurumdur. Üniversite özerkliği kurumun kendi kendini yönetme kapasitesine, iradesine sahip çıkmaya da işaret eder. Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi, bir üniversitenin zaten göstermesi gereken tepkiyi, itirazı, refleksi ortaya koyuyor. Bu açıdan Boğaziçi sadece kendisine değil, bizatihi üniversite dediğimiz kuruma, üniversitenin üniversite olması için olmazsa olmazlardan olan özerkliğe sahip çıkıyor. Ne yazık ki 2016’dan beri bu sahiplenmeyi hiçbir üniversite bu düzeyde ortaya koymadı. Bence mesele Boğaziçi’nin bugünkü tepkisi değil, diğer üniversitelerin özerkliğe sahip çıkma konusunda 2016’dan beri yaşadığı sessizlik.

Üniversite özerkliği neden gerekli?

Özerklik akademik özgürlükle birlikte, modern üniversitenin temel ve kurucu ilkesi. Asli ilke akademik özgürlüktür. Özerkliğin değeri akademik özgürlüğün kurumsal koşullarını teminat altına almasından gelir. Üniversite özerk olmadığı takdirde, akademik özgürlüğü hayata geçiremezsiniz.

AKADEMİSYEN ÖZGÜR OLMADAN ÜNİVERSİTENİN VARLIĞINDAN SÖZ EDEMEYİZ

Felsefeci Serdar Tekin

Peki akademik özgürlük neden gerekli?

Üniversitenin üç temel işlevi var. Birincisi bilimsel araştırmalar, dolayısıyla bilim yapması. İkinci işlevi öğrenme ve öğretme pratiklerine ev sahipliği yapması. Üniversitelerden üçüncü bir işlevi daha yerine getirmelerini bekleriz: Yaptığı araştırmaların, biriktirdiği bilginin toplumla, kamuyla paylaşılması. Deprem olduğunda medyaya üniversitelerin ilgili birimlerinden uzmanların çıkıp bilgi aktarmalarını bekleriz örneğin. Fakat akademisyenlerin birer yurttaş olarak kamusal entelektüel vazifesini üstlenmelerini de bekleriz. Uzman bilgisinin aktarıldığı ama aynı zamanda kamusal eleştirinin seslendirildiği bir diyalogdan söz ediyoruz. Bütün bu işlevlerin aynı kurumda bulunabilmesi, aklın eleştirel kullanımına dayanıyor. Akademisyenlerin bunları yapabilmesi için de, faaliyetlerinde özgür olmaları gerekiyor.

Nasıl bir özgürlükten söz ediyorsunuz?

Araştırma konusu seçmekten verili hakikat iddialarını sorgulamaya, kendi ders programını oluşturmaktan derste kullanacağı materyali seçmeye ve özgürce konuşup yazmaya kadar bir dizi koşuldan söz ediyoruz. Akademisyenin kendisinden beklenen işlevi yapabilmesi için sahip olması gereken hususi özgürlükler bütünü var olmadan modern anlamda bir üniversitenin varlığından söz edemeyiz.

YERLİ VE MİLLİ BİLİM OLMAZ, ÇÜNKÜ BİLİM BEYNELMİLELDİR

İktidarın tabiriyle yerli ve milli bir akademi, üniversite olamaz mı?

Yerli ve milli okullarınız, yüksek okullarınız, eğitim kurumlarınız olabilir ama yerli ve milli bilim kurumları oluşturamazsınız.

Neden?

Çünkü bilimin kendisi yerli ve milli bir şey değil. Bilim beynelmileldir, insanlığın ortak bilgisi olarak gelişir, ilerler. Başka bir ülkedeki bir bulguyu siz alıp ilerletirsiniz, sizin bıraktığınız yerden başka bir ülkedeki bilim insanları devam eder. Bilime ulusal ölçekte yatırım yapabilirsiniz. Keza üniversitelerde kendi ulusal tarihinize, dilinize vs, yönelik çalışmalara öncelik de verebilirsiniz. Yerli ve milliden kasıt buysa, bu normaldir ve her ülkede de böyledir. Ama bilimi bilim yapan şey yöntemidir ve o yöntem yerli ve milli değil, evrenseldir. Türki, Kürdi veya Slavik bir bilimsel yöntem yoktur. Bilakis, beynelmilel bir tartışmaya açık prosedürler söz konusudur bilimde.

İktidarın özellikle 2016’dan itibaren, hem akademisyen tasfiyeleriyle hem de rektörlük seçimlerini kaldırıp bu süreci tek elde toplamakla hedeflediği şey, üniversiteyi “yerli ve milli bilim kurumları” haline getirmek mi?

Açıkçası ne yapmayı hedeflediklerini bilmiyorum, ama ne yaptıkları çok açık: Tahrip ediyorlar. Nazilerin Gleichschaltung politikasıyla Türkiye üniversitesizleştiriliyor. 2016 önemli bir kırılma noktası elbette, ama iktidarların kendi siyasi çizgilerinden, ilişki ağlarından, partilerinden, tarikat veya cemaatlerden kadroları üniversitelere doldurma çabalarının bir geçmişi de var. Bu tür bir ağın içinde olmak, akademisyeni illa yetersiz kılmaz elbette. Ama iktidarların üniversite üzerindeki tahakkümleri sonucu yaşanan böylesi bir kadrolaşma, söz konusu kişilerin akademik yeterliliğe sahip olup olmadıklarının sınandığı mekanizmaları etkisiz kılıyor. Dolayısıyla Türkiye üniversitelerinde muazzam bir kadrolaşma yaşanıyor ama akademik yeterliliği sınayacak mekanizmalar işlemiyor.

2007’DEN İTİBAREN AKADEMİK YETERLİLİKTEN ZİYADE İKTİDARA SADAKAT YAZISIZ NORM HALİNE GELDİ

Ne zamandan beri?

Önceki iktidarlarda da vardı ama AKP iktidarı partizan kadrolaşmayı muazzam boyutlara taşıdı. Bunu da en azından 2007 yılına kadar geri götürebiliriz. AKP iktidara ilk geldiğinde YÖK henüz AKP’ye direnç gösteren aktörlerin elindeydi ve bu da Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığının bittiği 2007 yılına kadar sürdü. Daha sonra artan bir hızda AKP’nin kadrolaşma süreci başladı. Bu tarihten itibaren akademik yeterlilikten ziyade tabi olduğunuz cemaat, tarikat, ideolojik motivasyon ve iktidara sadakat yazısız norm haline geldi. Bu da hem akademik faaliyetlerin, “tercih edilen” araştırma konularının daralmasını hem de üniversitelerin evrensellikten giderek uzaklaşmasını beraberinde getirdi.

Kadrolaşmanın genel olarak üniversiteye bu şekilde yansıdığına dair somut veriler var mı?

Bu alanda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu somut bulgular var tabii. Özellikle ihraçlar sonrasında Türkiye menşeli uluslararası akademik yayınlarda ciddi bir düşüş yaşandığı tespit edilmiş durumda. Keza Akademik Özgürlük Endeksi (AFI) raporuna göre Türkiye’de 2014’ten itibaren akademik özgürlükte ciddi bir gerileme söz konusu. Buna göre 2019 yılı itibariyle Türkiye, 144 ülke arasında 135. sırada yer alıyor.

Bu indeksler nasıl çalışıyor, kriterleri neler?

Üniversite mevzuatının içeriği, üniversite yöneticilerinin nasıl belirlendiği, akademik kurumların kendi personelini ne ölçüde seçebildiği gibi kriterler var. Ayrıca akademik özgürlük ihlallerinin, insan hakları ihlalleri gibi, izlenmesi ve belgelenmesi söz konusu. Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilmiş akademisyenlerin oluşturduğu İnsan Hakları Okulu da OHAL döneminin akademik özgürlüğe etkisi üzerine muazzam bir araştırma yaptı. İnan Özdemir Taştan ve Aydın Ördek yaptılar bu araştırmayı

AKADEMİSYENLERİN YÜZDE 34’Ü DERSTE ‘SAKINCALI’ KONULARA GİRMEMEYE ÇALIŞIYOR, ÖĞRENCİLERİN SADECE YÜZDE 29’U KAMPÜSTE GÖRÜŞLERİNİ İFADE EDEBİLECEĞİNİ SÖYLÜYOR

O araştırmanın vardığı sonuçlar neler?

Hata payı yüzde 5, güven düzeyi yüzde 95 olarak belirlenen araştırmanın sonuçlarına göre, OHAL döneminde akademisyenlerin yüzde 34’ü ders içeriğini oluştururken ya da ders anlatırken kendini tehdit/baskı altında hissettiğini, yine yüzde 34’ü derslerde hassas/sakıncalı sayılan konulara girmemeye çalıştığını söylüyor. Yüzde 54’ü akademik yayınlarında görüş ve bilgi paylaşırken özgür hissetmediğini, yüzde 31’i ise akademik yayınlarında hassas/sakıncalı sayılan konulardan uzak durduğunu belirtiyor. Yine yüzde 57’si kongre, konferans, sempozyum gibi akademik etkinliklerde görüş ve bilgi paylaşırken özgür hissetmediğini, yüzde 32’si ise bu tür akademik buluşmalarda hassas/sakıncalı konulara değinmemeye özen gösterdiğini ifade ediyor. Akademisyenlerin yüzde 84’ü sosyal medya paylaşımları yüzünden başına bir şey gelebileceğinden endişe ettiğini, yüzde 63’ü ise sosyal medyada görüş/bilgi vs. paylaşmaktan kaçındığını, yüzde 55’i OHAL sürecinde işini kaybetmekten endişe duyduğunu, nihayet yüzde 49’u ise KHK ile ihraç edilme korkusu yaşadığını dile getirmiş.

Öğrenciler açısından durum ne?

Aynı araştırma yüksek lisans ve doktora öğrencileri açısından da benzer bir tablonun geçerli olduğunu gösteriyor Araştırmaya katılan öğrencilerin sadece yüzde 29’u kampüste görüşlerini özgürce ifade edebildiğini ve sadece yüzde 24’ü herhangi bir baskı hissetmeden istediği konuda tez araştırması yapabileceğini söylüyor. Ödevlerinde, araştırma ve tez çalışmalarında hassas/sakıncalı sayılan konulara değinmemeye çalıştığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 55. Veriler, akademik açıdan bir cehennem ortamı olduğunu gösteriyor.

TÜRKİYE’DE, NAZİLERİN ‘GLEİCHSCHALTUNG’ POLİTİKASI UYGULANIYOR

Uzun bir alıntı olacak ama politika kuramcısı Murat Özbank, Barış Bildirisi vesilesiyle Evrensel gazetesine verdiği bir mülakatta çok zihin açıcı bir kavrama işaret ediyor: “Bir sözcük var ki aklıma hep o takılıyor: Gleichschaltung. Almanca bir sözcük bu. ‘Aynı devreye bağlamak’ anlamına geliyor. Türkçeye ‘uyum içine sokmak’ şeklinde de çevrilebilir. Siyaset kuramında devletin ve toplumun tüm kurum ve kuruluşlarını, yönetici irade ile ‘aynı devreye bağlamak’ veya ‘uyum içine sokmak’ anlamında kullanılıyor. Sözcüğün bu özel anlamı Alman tarihi ile ilişkili. 1933 yılında Nazi partisi seçimleri kazanıp, Hitler Şansölye olarak atandıktan sonra başta üniversiteler, kiliseler, meslek örgütleri, sendikalar ve yargı olmak üzere birçok sivil, yarı-sivil ve devlet kurum ve kuruluşunun Nazi partisi ile söylem ve eylem birliğine girecek şekilde ‘aynı devreye bağlanması’ amacıyla bir dizi operasyon yürütüyor ve bu operasyonlar Gleichschaltung adıyla anılıyor. Bu operasyonlarda söz konusu kurumlardaki muhalifler tasfiye ediliyor, bu kurumların yönetimine Nazi partisine yakın isimler getiriliyor ve bu kurumların genel üye tabanları da korkuları, öfkeleri, milliyetçi hassasiyetleri ve başta Yahudiler olmak üzere ‘öteki’ olarak kodlanan toplumsal kesimlere besledikleri sıradan ‘nefret’ kışkırtılarak, bu operasyonlara katılmaya, destek vermeye, ya da hiç değilse onlar karşısında sessiz kalmaya ‘teşvik’ ediliyorlar”. Gleichschaltung kavramsallaştırmasını bugünün Türkiye’sine uyarlamak doğru mu?

Bütünüyle doğru! Nitekim tam da bu nedenle biz de Özbank’ın bu tespitini, TİHV Akademi bünyesinde Kasım 2019’da yayınladığımız “Üniversitenin Olağanüstü Hâli” başlıklı raporumuza koyduk. Türkiye’yle Nazi Almanyası arasında yapılan mukayeseler bazen abartılı bulunuyor. Oysa bu karşılaştırmalar toplama kamplarının, soykırımın başladığı Nazi Almanyası'nın ikinci evresiyle değil, parlamenter sistemin ağır-aksak işlediği, anayasal demokrasinin yürürlükte olduğu Weimar Cumhuriyeti’nden diktatörlüğe geçiş sürecine işaret ediyor. Bu evre de karşılaştırmalı siyaset açısından Türkiye dâhil dünyadaki pek çok benzer örneği anlamak, araştırmak açısından önemli bir nirengi noktası. Sürecin aynı olması şart değil ama benzer noktalar var. Nitekim şu anda Türkiye’de yaşanan sürecin de bir tür Gleichschaltung, bir tür “uyumlulaştırma” veya “eşgüdümleme” süreci olduğu çok açık.

Gleichschaltung veya “uyumlulaştırma” üniversitelere nasıl yansıyor peki?

“Yerli ve milli” bu sürecin ideolojik kodu. Bakın, bir ilahiyat profesörünün rektör olmasında herhangi bir beis yoktur. Ama ilahiyatçı rektör sayısında ciddi bir artış varsa, hukuk fakültelerine ilahiyat profesörleri dekan olarak atanıyorsa, hele ki atama prosedürü doğrudan doğruya siyasi iktidarın tek başına kararına tabiyken, burada elbette üniversiteleri “aynı devreye bağlayan” bir süreç işletiliyor demektir. Mesele rektörlük atamalarıyla bitmiyor. Akademik personel alımı, müfredatların oluşturulması, tasfiye edilenlerin profili göz önüne alındığında, iktidarın üniversiteleri her yönüyle kuşattığı görülüyor.

İKİLİ DEVLET, ÜNİVERSİTELER DAHİL KURUMSAL MEKANİZMALARIN TAMAMINA SİRAYET ETMİŞ DURUMDA

Son dönemlerde, 1933-38 yılları arasında Nazi Almanyası'nda avukatlık yapmış olan Ernst Fraenkel’ın İkili Devlet isimli kitabı Türkiye’deki hukuki sürecin işleyişi konusunda çok sık referans gösteriliyor. Ernst Fraenkel’ın “ikili devlet” kavramsallaştırmasının tercümesi nedir?

Fraenkel’ın kitabı sadece Türkiye’de değil, benzer bir otoriterleşme eğilimi gösteren tüm ülkeler açısından sık başvurulan bir eser. 1940’larda ilk kez yayınlandığında ses getirmiş ama sonra raflara kaldırılmış olan bu kitap, Almanya’da hukuk ve devlet ilişkisinin 1933’ten itibaren nasıl dönüştüğünü çok iyi analiz ediyor. Fraenkel, 1933’ten itibaren Almanya’da, bir tarafta olağan kurallara göre yönetilen bir “norm devleti”, öbür tarafta da kendini yasaların dışında, üstünde gören, hukuka bağlı hissetmeyen bir “tedbir devleti” veya Tanıl Bora’nın çevirisiyle “önlem devleti” pratiği sergilendiğini söylüyor. “Önlem devleti” varoluşsal tehditlere karşı hareket ettiğini ileri sürerek kendisini hukukun dışında sayıyor ve hukuktan değil, siyasal aciliyetlerden, “beka sorunundan” meşruiyet devşiriyor. Bu, daimi bir olağanüstü hâl devletidir ve hukuksuzluğu gizlice değil, alenen yapıyor.

Devletin muhaliflere karşı hukuku işletirken, kendisi için hukuku bağlayıcı bulmaması pek yabancısı olduğumuz bir yönetim biçimi değil…

Tabii, bu işin hukuk kısmı. Ama kurumlarda nasıl tezahür ettiği ayrıca araştırmaya değer. Fraenkel’ın analizinde tedbir devleti ile norm devletinin kendilerine özgülenmiş sabit kurumsal yapıları yok. Norm devleti ile önlem devleti aynı kurumlarda, aynı anda ikamet ediyorlar. Dolayısıyla aslında kurumların iki ayrı operasyonel tipi, iki ayrı işleyiş biçimi ve yordamı olarak bir arada bulunuyorlar. Aynı kurum bazı işlerini tedbir devletinin organı olarak yapıyor, başka işlerini de norm devletinin organı olarak yapıyor.

Polis teşkilatını düşünelim. Boğaziçili öğrencilere “toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefetten” müdahale ederken, İslamcı bir grubun İstanbul Üniversitesi önünde gösteri yapmasını “toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı” olarak görüp koruyabiliyor… Aynı ikili uygulama Covid-19 tedbirlerinde de geçerli. İktidar partisinin salon toplantıları rahatça yapılabiliyorken, muhalefetin veya baroların toplantıları yasaklanabiliyor.

Bu ikili devlet yaklaşımı mevcut kurumsal mekanizmaların tamamına sirayet etmiş durumda. Buna üniversiteler dâhil. İkili devlet pratiğinin 7 Haziran 2015 seçimleri akabinde fiili bir gerçeklik olarak başladığını da, Gazete Duvar’da size verdiği söyleşide Mithat Sancar dile getirmişti ilk olarak.

BOĞAZİÇİ, AKADEMİSYENLERE KARŞI İŞLENEN SUÇLARA ORTAKLIK ETMEYEN AZ SAYIDA ÜNİVERSİTEDEN BİRİYDİ

Üniversiteye yönelik tedbir devleti pratikleri 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL’le mi başladı?

Hayır, daha önce, Barış İçin Akademisyenler vakasıyla başladı. Biz o süreçte çok aktörlü bir linç kampanyası içinde yüksek öğretim kurumlarının, üniversite rektörlüklerinin ve bazı meslektaşlarımızın tedbir devletiyle uyumlu, organize bir biçimde, bir tür Gleichschaltung operasyonu çerçevesinde hareket ettiklerini gördük ve buna maruz kaldık. Dolayısıyla Barış İçin Akademisyenler vakası, üniversitenin ikili devlet kurumu haline gelmesinde ve tedbir aygıtına dönüşmesinde belirleyici kırılma noktalarından biridir. Buna ortak olmayan çok az üniversiteden biri de Boğaziçi’ydi. Ama çoğu üniversite yönetimi kendi akademisyenlerine karşı işlenen bu suçlara bilfiil ortaklık ettiler.

OHAL’le birlikte üniversitelerin idare biçiminde nasıl bir dönüşüm yaşandı?

Bu süreçte üniversite mevzuatında kalıcı değişiklikler yapıldı. Mesela YÖK Başkanı'na, herhangi bir akademisyen hakkında doğrudan soruşturma izni verildi. Bu, Barış İçin Akademisyenlere soruşturma açmayı reddeden rektörleri baypas etmek için öngörülmüş bir mekanizmaydı muhtemelen. Fakat AYM, OHAL resmen bittikten sonra, bunun akademik özgürlüğe, üniversite özerkliğine yönelik bir tehdit oluşturduğunu tespit ederek söz konusu düzenlemeyi iptal etti.

ÜNİVERSİTELER SADECE AKADEMİSYENLERE BASKI YAPMA KONUSUNDA ÖZERKLEŞTİ!

Ve üniversite özerkliği AYM tarafından güvenceye mi alınmış oldu?

Ne yazık ki hayır. Bahsettiğim karar sadece akademisyenler hakkında YÖK Başkanı'nın doğrudan soruşturma açma yetkisinin iptaliydi. Mevzuat değişiklikleriyle tedbir devleti pratiklerini hayata geçirmeyi kolaylaştıracak gri bölgeler, bir tür yasallık görüntüsü taşıyan ama aslında muğlak ifadelerle, isteyen yöneticinin istediği akademisyeni, istediği biçimde suçlulaştırabilmesine elveren düzenlemeler yapıldı. Dolayısıyla aslında üniversiteler, sadece akademisyenlere ve elbette öğrencilere baskı yapmakta özerk hale geldiler!

Baskıda özerklikten kastınız ne?

Tedbir devleti ile uyumlanan üniversite yöneticileri siyasi iktidarın önceliklerine göre kime, neyi, ne zaman yapacakları konusunda bir tür özerklik kazandılar. Baskıda özerklik üniversite özerkliğinin tam aksi bir şey. Türkiye’de üniversite özerkliğinin kalıcı olarak yok edilmesinde en kritik dönemeçlerden biri tabii ki YÖK’ün kurulmasıydı. Ama yıllar içinde üniversiteler iyi-kötü yol almaya, işlerini yapmaya da devam ettiler. Beğenmesek de bürokratik merkeziyetçi yönetim sistematiği yerleşti. Bugün herhangi bir üniversite bir araştırma görevlisi almak, bir yüksek lisans programı açmak veya kapatmak için YÖK’le sayısız yazışma yapmak zorundadır. Bu, üniversite özerkliğine bütünüyle aykırıdır ama, Türkiye üniversitesinin işleyişinin de gerçeğidir, mevcut durumudur. Bir araştırma görevlisi almak için YÖK’ten onay istemesi gereken rektörlükler, yüzlerce akademisyeni bir gecede ihraç listelerine yazabildiler OHAL döneminde. Nitekim YÖK Başkanı da sonradan “ihraç listelerini özerk üniversitelerimiz hazırladı” diye teyit etti bunu. Baskıda özerklik dediğim şey Türkiye’de üniversite iktidar ilişkisinin kurumsal örüntülerinde yeni bir şey. Ve bunun mimarı mevcut iktidarın kendisi.

ANAYASASIZLAŞTIRMA VE GÜVENLİKLEŞTİRME İKİLİ DEVLET FORMASYONUNU KUVVEDEN FİİLE GEÇİRİYOR

İktidar-üniversite ilişkisi tarih boyunca hep gerilimli olmuş. Bu gerilimin temel kaynağı ne?

Bunun tarihsel bir gerilim olduğu doğru, ama şu anda yaşadığımız gerçekliğin üniversiteye özgü bir sorun olmadığı da doğru. Mevcut iktidar kendi denetimi dışında herhangi bir toplumsal özerklik tezahürüne karşı muazzam bir tahammülsüzlük sergiliyor. Barolara yapılan müdahaleyi gördük mesela. TTB’ye yönelik açıklamalar taze. Son olarak derneklere kayyım atanmasını kolaylaştıran, dernek faaliyetlerinin her an durdurulabilmesine cevaz veren bir yasa geçirildi. Dolayısıyla mevcut iktidarın sınırsız iktidar olma çabası tarihsel olarak üniversite ve devlet arasındaki gerilimli ilişkinin terimlerinden çok daha fazlasına işaret ediyor. Üniversitelerin maruz kaldığı tasallut bunun sadece bir parçası. Liberal demokratik ülkelerin iktidarları da üniversitelerle gerilim yaşadılar, yaşarlar ve yaşıyorlar. Bunun başka dinamikleri var. Bizimki ise toplumun tüm özerklik odaklarını ortadan kaldırma potansiyeli taşıyan bir süreç.

Buna anayasasızlaştırma süreci denebilir mi?

Anayasasızlaştırma ve güvenlikleştirme. Bu iki süreç birbirini besleyerek ikili devlet formasyonunu kuvveden fiile geçiriyor. Anayasal sınırlar dışında gerçekleşen iktidar pratiklerinin alenen bir tedbir devleti oluşturacak şekilde örgütlenebilmesi için aynı zamanda siyasal alanın kuşatıcı bir tarzda güvenlikleştirilmesi de gerekir. Bu 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra siyasal alanla başladı ama giderek tüm gücüyle sivil, kamusal alanı da kuşattı.

MİLLETVEKİLİ ADAYINI REKTÖR ATARSAN BU POLİTİK BİR KARARDIR, BUNA İTİRAZ DA POLİTİK OLACAKTIR

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine “tavsiyelerde” bulunan bazı insanlar, “meseleyi politikleştirmemek gerekiyor” diyor. Ne diyorsunuz?

Türkiye’de herhangi bir şeyin politik olmama şansı kalmadı artık. Siyasal iktidar kendi sınırları içinde kaldığı takdirde bir sürü sorun kendine özgü terimlerle konuşulabilir. Medeni bir ülkede siyasal iktidarın yetki alanı anayasal demokrasinin çerçevesiyle sınırlıdır. Ama siyasal iktidarın yaşamın her alanını belirleme kapasite ve imkânını elinde tutmak istediği bir ortamda, her alan ve her konu potansiyel olarak politikleşir. Sen kendi milletvekili adayını Boğaziçi’ne rektör yaparsan bu politik bir karardır ve buna yönelik itirazlar da politik olacaktır. Üniversitenin bir ikili devlet kurumu haline getirilmesinin kendisi zaten siyasal bir sorun. Oysa verili hakikat iddialarını sorgulamadan bilim yapamazsınız. Üniversitenin araştırma ve eğitim fonksiyonlarını yerine getirmesini istiyorsak, aklın eleştirel kullanımını teminat altına almak durumundasınız. Devlet-üniversite arasındaki gerilimin temel dinamiği bu aslında.

Yani iktidarın egemenlik arzusu ile üniversitede eleştirel aklın kurumsallaşması çabası arasındaki gerilime mi tanıklık ediyoruz?

Bir anlamda öyle tabii. Modern toplumların demokrasi tecrübesinde üniversitelerin kendine özgü bir yeri var. 20. yüzyılın ortasından itibaren üniversitelerin orta ve kısmen de alt sınıflara açılması, kitleselleşmesi, dolayısıyla genç nüfusun kayda değer bir kısmının sosyalizasyon süreçlerini üniversitelerde yaşamaları ve aklın eleştirel kullanımıyla karşılaşmaları söz konusu oldu. Bu, otorite dışında düşünme, konuşma, tartışma pratiğinin insanların hayatına çok temel ve belirleyici bir etki olarak girmesi demekti. Üniversitelerin kitleselleşmesi ve taşıdıkları rasyonelleştirici, bireyselleştirici etki aynı zamanda gençlik muhalefetlerinin de zembereğini oluşturdu. Boğaziçi öğrencilerinin kendilerini nasıl ifade ettiklerini, itirazlarını akılsal argümanlarla nasıl temellendirdiklerini de, onlara parmak sallayan muktedirlerin nasıl konuştuklarını da görüyoruz.

HER İLE ÜNİVERSİTE BİLİME DEĞİL, TAŞRA ESNAFINA VE OYA YATIRIM OLDU

AKP döneminde her şehre bir üniversite kuruldu. Erdoğan’ın 2019-2020 Yükseköğretim Akademik Yılı Açılış Töreni’nde yaptığı konuşmada aktardığına göre son 17 yılda üniversite sayısı 76'dan 207'ye, öğrenci sayısı 1,6 milyondan 8 milyona yükseldi. Buna karşın sizin işaret ettiğinizin aksine gençlik muhalefetinde de, eğitimli nüfusta da nitelikli bir artış görünmüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bahsettiğiniz üniversiteler toplu konut misali açılmış binalardır. Oysa üniversite, her şeyden önce, aklın eleştirel kullanımı etrafında örgütlenmiş bir topluluk demektir. “Her ile bir üniversite” politikası Türkiye’nin akademik yaşamı açısından bir facia yaratmıştır. Bu politika, evet, AKP’den önce başlamıştı ama AKP’yle birlikte toplu konut misali açılan üniversitelerin sayısında muazzam bir artış yaşandı. Bu okulların gerçek birer üniversite olmasını mümkün kılacak bir hazırlık zaten yapılmamıştı ve akademik kadroları da büyük ölçüde parti-cemaat-tarikat ilişkileri üzerinden şekillendi.

Peki neden kuruldu bu üniversiteler?

Bunlar her şeyden önce birer ekonomik girişimdi. Mete Kaynar ve İsmet Parlak’ın Her İle Bir Üniversite: Türkiye’de Yüksek Öğretim Sisteminin Çöküşü başlıklı kitabı çok güzel anlatır bu meseleyi. Bir kere taşra esnafı kendi yöresine üniversite kurulmasını ister. Çünkü ortalama bir taşra üniversitesinin aşağı yukarı 800 ila 1200 kişi arasında bir akademik kadrosu vardır. Esnaf açısından bunlar ev alacak veya kiralayacak, düzenli alışveriş yapacak müşteridir. Yine her bir üniversitenin kabaca 10 bini aşkın öğrencisi var ki, bunların da kente gelmesi, otobüs terminali kullanması, dolmuş, taksi yolcusu olması, ev kiralaması, kafelere gidip gelmesi söz konusu. Yani her ile bir üniversite, bilime değil, taşra esnafına yatırımdır. Ayrıca her şehre üniversite açtığınızda, ailelerin çocuklarını oralara göndermesi, kendi şehrinde çocuğunu üniversiteye yazdırması olanağı doğuyor. Böylece iktidar, üniversite kapılarında birikmenin yarattığı sosyal tansiyonu da düşürebiliyor. Bütün bunlar bir siyasi parti açısından bilime değil ama oya yatırım demek. Ayrıca elbette bu kurumlara parti-cemaat-tarikat ilişkileri üzerinden aktardığınız kadroların sayısı arttıkça üniversite sistemini çok daha etkin bir biçimde kontrol edersiniz. Esasen bu yapıların şu aşamada olamadığı veya oldurulmadığı tek şey, üniversite.

BOĞAZİÇİ’NDE YAŞANAN ŞEY, ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİ VE AKADEMİK ÖZGÜRLÜK ADINA GEÇ KALINMIŞ BİR İTİRAZIN DİLE GETİRİLMESİ

Dolayısıyla bu üniversitelerin rektör atamalarına veya iktidarın başka direktiflerine itiraz etmemesi olağan değil mi?

Elbette son derece olağan. Esas mesele Türkiye’nin gerçek akademik birikimine ev sahipliği yapan “köklü” üniversitelerin sessizliği. İnsanlar korkuyorlar, doğru. Ama korkunun ecele faydası yok. Üniversiteyi üniversite yapan ilke ve değerleri savunmak akademisyenlerin sorumluluğudur. Bugün Boğaziçi’nde yaşanan şey, üniversite özerkliği ve akademik özgürlük adına geç kalmış bir itirazın dile getirilmesi aynı zamanda.

6 Ocak gecesi yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle Boğaziçi Üniversitesi’ne hukuk ve iletişim fakülteleri kâğıt üstünde de olsa açıldı. Bu iki fakültenin açılışının sembolik anlamı nedir?

Bir kere bu hamlenin kendisi üniversite özerkliğinin mutlak ihlalidir. Boğaziçi’nin hangi fakülteye ihtiyacı olduğunu belirlemeye, o üniversitenin kendi kurulları ehildir. Fakat iktidarın bu iki fakülteyi açma amacı, elbette yeni kadrolaşma hamlesi gibi görünüyor. Muhtemeldir ki ilk elde yönetim kademesini oluşturmak üzere iktidarla iltisaklı isimler atanacaktır. Velhasıl Boğaziçi’nin yapısını değiştirmeye yönelik daha kalıcı bir müdahalenin işaret fişeği olmasından endişe ederim.

SINIRSIZ OLMA AZMİNDEKİ İKTİDARLAR EN GÜÇLÜ GÖRÜNDÜKLERİ ANLARDA KAĞITTAN KULE GİBİ YIKILABİLİYOR

İkili devlet uygulamaları, kurumların tasfiyesi veya dönüştürülmesi, mevcut iktidarın gücüne mi işaret ediyor yoksa bunlar son hamleler mi?

Yanıtını vermenin çok zor olduğu bir soru. Dünyadaki daha genel, kapsayıcı bir otoriter dalganın Türkiye tezahürü üzerine konuştuğumuzu unutmayalım. Üniversitelerde yaşanan şey de bundan bağımsız değil. Bilim karşıtlığı, entelektüel düşmanlığı, sağ popülist hareketlerin yükselişi, evrensel insan hakları normlarının aşındırılması, birbiriyle iç içe geçen küresel bir eğilime işaret ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası BM nezdinde ve uluslararası sözleşmelerle teminat altına alınan ve karşılığını anayasal demokrasilerde bulan rejimlerin ciddi bir sarsıntı yaşadığı açık. Bu krizin ne kadar derin olduğunu henüz bilmiyoruz. Toplumsal arka planda 1980’lerden itibaren yaşanan neoliberal bir tahribat ve onun kümülatif bakiyesi de var. Türkiye’de iktidarın güçlülüğü ve güçsüzlüğü meselesini bütün bunlara bakarak düşünmeliyiz. Fakat sınırsız olma azmindeki iktidarlar en güçlü göründükleri anlarda kağıttan kule gibi yıkılabiliyor.

Neden?

Montesquieu bunu tiranlık bahsinde çok güzel anlatır: Korku kanaatin yerini tutamaz. İnsanları korkutabilirsiniz ama ikna edemediğiniz takdirde iktidarınızın temeli çürür. Zira siyasal güç bir devridaim makinesi değildir, kendi kendini daimi olarak çeviremez. Bunun için toplumsal olanla verimli bir ilişkiyi devam ettirebilmesi gerekir. Gördüğüm kadarıyla Türkiye’deki mevcut rejim ve onu ayakta tutan iktidar bloku toplumsal alanda giderek daha tahripkar hale gelmiş durumda. İkna edici değiller ve kendileri de bunu biliyorlar. İktidara verilen desteğin erime eğilimi şu anki manzarada açıkça görünüyor. Ancak toplumsal desteğin aşınması, kendi başına, muhalefet açığını kapamaya yetmeyecektir. Çünkü nihayetinde dünyayı siyasal eylem dönüştürür.

Serdar Tekin kimdir?

1974 Ankara doğumlu. Siyaset kuramı doktorasını Toronto Üniversitesi’nde tamamladı. Kamuoyunda “Barış Bildirisi” olarak da bilinen “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildiriyi imzaladığı için, öğretim üyesi olarak çalıştığı Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden 6 Ocak 2017’de 679 sayılı KHK ile ihraç edildi. Founding Acts: Constitutional Origins in a Democratic Age adlı kitabı 2016’da ABD’de University of Pennsylvania Press tarafından, TİHV Akademi bünyesinde hazırladığı Üniversitenin Olağanüstü Hâli: Akademik Ortamın Tahribatı Üzerine Bir İnceleme başlıklı çalışma ise 2019’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayımlandı. Halen Toplum ve Bilim dergisinin yayın kurulunda yer alıyor ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda araştırmacı olarak çalışıyor.

 
Tüm yazılarını göster