Şu an bu yazıyı yazarken halen elim ayağım titriyor. Az evvel korkunç bir duruşmadan çıktım. Çok çeşitli rezillikler gördüm, gördük duruşmalarda; ama hukuk sisteminin “bu kadar” pespayeleştiğine şahit olmamıştım. Neresinden tutup yazacağımı inanın bilmiyorum. Sadece yazmak zorunda olduğumu biliyorum. Az sonra yazacağım olay basına yansıdı fakat yeterince yansımamış olacak ki, hâkimler ve savcılar yeterince ciddiye almamışlar meseleyi. Şöyle:
Fatma E. ve arkadaşı Taksim’de sabah saatlerinde yürürken, yanlarından geçen bir “insan” (demeye utanıyorum) kızlardan birini omzuna alıyor ve kaçırıyor. Diğer kız bu duruma müdahale etmeye çalışırken bıçaklanıyor. Onun dışında çevrede birçok kişi olmasına rağmen kimse müdahale etmiyor. Adam, kızı bir inşaata götürüyor ve orada kıza cinsel saldırıda bulunuyor. Sonra başka bir mahlukat geliyor. O mahlukat kızı metruk, iğrenç, leş (fotoğrafları görseniz içine kusmazsınız bile) bir eve götürüyor. Orada kıza –yüksek ihtimalle uyuşturucu olan- toz bir madde veriyor ve cinsel saldırıda bulunuyor. Daha sonra kız ayıldığında yanında farklı bir üçüncü yaratık görüyor ve bu yaratık tarafından da cinsel saldırıya uğruyor. Sonra kızı bırakıyorlar.
Konu adli makamlara intikal ediyor. Güya yapılan soruşturma neticesinde, bu mahlukatlardan son ikisi hakkında dava açılıyor; fakat iddianamede ilkinin adı geçmiyor bile! Daha faillerin ilkinden haberdar olmamasına rağmen savcı sağ olsun kızlara ilişkin “İstiklal caddesinde gece saatlerinde alkollü olarak yürüdükleri” ifadesini kullanmayı ihmal etmiyor(Oysa kamera kayıtlarında kaçırılma anında saatin 07:40 civarı olduğu açıkça görülüyor). Savcı ya iddianameye ne yazdığının farkında değil ya da gayet farkında ama umurunda değil. Çünkü o iddianameye göre, “kızlar da az değil” O iddianameye göre, kızlar da gece gece sokakta dolaşmasalardı. O iddianameye göre, hem gece sokakta dolaşıp hem de alkol almasalardı. O iddianameye göre ha bir ha iki… O iddianame neredeyse karşı çıktığımız her şey!
İkinci mahlukat kaçak. Sonuncusu şu an tutuklu. Onu da tesadüfen tutuklamışlardır diye tahmin ediyorum. İlk celsede Fatma E. müşteki olarak beyanını vermiş ve tutuklu yaratığın sorgusu yapılmış. Diyor ki; “Ben metruk evimde otururken bu kız geldi, üstü başı yırtıktı, onu temizledik, Engin’in (ikinci yaratık) ona ters bir hareket yaptığını görmedim.” Saç baş yoldurur.
İkinci celsede Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak müdahillik talebiyle salondayız. Olay yeri incelemesinde deliller tasnif edilmiş; lakin dosyada buna dair adli tıp raporu yok. İkinci adam aranıyor. Birincisi sadece adı ortalıkta dolanıyor. Zira ilk celsede Savcılığa bu konuda yazılan yazıya cevap verme zahmetine bile katlanmamışlar. Düşünün ilk celseden beri aradan üç ay geçmiş. Bu üç ayda ilk mahluk kimbilir kaç kadına ya da çocuğa saldırdı. Biz bunları düşünürken müdahillik talebimiz “suçtan doğrudan zarar gören” olmadığımız için reddediliyor. Çünkü suçtan zarar gören olmamız için öldürülmemiz ya da bizzat saldırıya uğramamız gerekiyor. Hakimlere savcılara göre bizim ne işimiz var orada, biz ne alaka? Bakın, diyorum, daha müdahillik dilekçemizi okumadınız? Kafayı çeviriyor. Dinlemek bile zor geliyor. Görmek istemeseniz de buradayız, diyorum içimden.
Olay sebebiyle müşteki Fatma E.’nin ruh sağlığının bozulduğuna ilişkin rapor alınması talebimiz savcının ve üyelerin “bu tespitin dava dosyasına yeni bir boyut getirmeyeceği” gerekçesiyle reddediliyor. Fatma, bu kararla bilmem kaçıncı şoku yaşıyor. Benim kan beynime sıçrıyor artık, itiraz hakkım olmamasına rağmen “Dosyada olay yerinde bulunan delillere ilişkin rapor bile yok!” diyorum. Zar zor ağzından çekip çıkardığı cevap içler acısı; “Yazılı beyan verin”! “Bu” diyorum, “Savcının daha soruşturma aşamasında re’sen(kendiliğinden) ilk yapması gereken şeydir, nasıl bizim beyan vermemizi bekleyebilirsiniz?!” Dinlemiyorlar, duymuyorlar, sessizce ve yarım ağızla tıkır tıkır karar yazdırıyorlar. Müzekkere tekrar gitsin, diyorlar. Savcılık cevap vermemiş, bir cevap versin bakalım, diyorlar. Salonda bizle yaptıkları tartışmanın tutuklu mahlukatı içten içe cesaretlendirdiğini akıl edemiyorlar. Celseler attıkça diğer o yaratıkların dışarıda kaç hayatı daha kararttığını düşünmek istemiyorlar. Canları sıkılmasın, duruşma bir an önce bitsin istiyorlar. Bizim suratımızı bir üç ay daha görmek istemiyorlar.
Şimdi söyleyin bana biz ne yapalım? Yüz tane beyan mı verelim? Sokağa çıkıp adamları kendimiz mi arayalım? Bozulan ruh sağlığımızın dava için zerre önemi olmadığını mı hazmedelim? Ne yapalım, söyleyin.
Bu dava ile şunu çok daha net gördüm; basında patlamayan hiçbir dava “dava” değil. Kim öle kim kala. Toplumsal tepkinin ne kadar işe yaradığını biliyorduk evet, ama bu suçlar ve suçlular ülkesinde her gün hangi birini haber yapalım?! Düşünüyorum da; ya Özgecan duyulmasaydı? Ya Ayşegül Terzi sesini çıkarmasaydı? Ben söyleyeyim; Özgecan’ın katili en iyi ihtimalle 10 yıl yatar çıkardı, Ayşegül’ün faili de serbestti ve her gün bir öncekinden daha çok kadın tekmeliyordu! Ve düşünün, bu duyulanlar bir derya denizin sadece bir tanecik damlası. Sonra da “ensest yüzde 40” deyince apışıp kalıyorlar ya da apışma taklidi yapıyorlar. Yazık hepimize.
Siyasi dava olsa, artık az çok biliyoruz neden hukuksuzluk, usulsüzlük olduğunu. Ama bu cinsel saldırı. O kadın ölebilirdi de. Yaşıyor ama bu defa da ruh sağlığını önemsemiyorsunuz! O kadın “sizin” karınız kızınız da olabilirdi. Ama diyorsunuz ki; Hop! Bizim karımız kızımız alkollü gece sokakta dolaşmaz! Kişisine göre adalet, “adamına” göre muamele. Erkek yargı diyoruz ya, bu işte. Tam olarak bu.
Ama biz buradayız. Görmeseniz de buradayız. Varız. Çok şeyi de değiştiriyoruz. O deryada bir damla da olsa kazançtır diyoruz. Damlaya damlaya göl olur diyoruz. Her geçen gün çoğalıyoruz, birikiyoruz. Siz o yasaları önümüze farklı şekillerde tekrar tekrar çıkarıyorsunuz ama biz engelliyoruz. Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz. Çünkü biz kadınız. Ve en az sizin kadar insanız.