Türkiye giderek daha zalim bir yer halini alıyor. Elbette zulmün
varlığı yeni bir durum değil. Zulme ve zalime karşı verilen
mücadele insanlığın değişmez ölçütü olmuş. Şimdi değişen, daha çok,
insanlığın zulümle karşılaşma veya yüzleşme biçimi. Günümüzde zulüm
sadece var olan ve etkilerine katlandığımız bir olumsuzluk olarak
deneyimlenmiyor. Adeta toplum hayatını örgütleyen merkezi
ilkelerden biriymiş gibi işlev görüyor. Bunu acının gündelik hayat
içinde artan ağırlığından da anlayabiliyoruz. Acı derken sadece
bedensel krampları veya vücudun kanayan yaralarının yarattığı hissi
kastetmiyorum. İnatla varlığını sürdüren bir korku, kayıp ve elem
döngüsünün girdabında görünür olan gizli yaralar da acıya dahil.
Manevi kurtuluş ve iç huzuru vaat eden milliyetçi-mukaddesatçı
kesim, iktidarının son aşamasında bu gizli yaraları açtı ve kimsede
huzur bırakmadı. Huzursuzluk, acının seyrelmiş ve zamana yayılmış
bir biçimidir. Otobüs duraklarında aşina olduğumuz yüzler,
ofislerde yapılan mesleki muhabbetler, okul kantinlerinde anlatılan
hikayeler hep bu türden bir huzursuzluğun alametleriyle dolu.
Bunlar hayra alamet değil; hepsi, içine yavaş yavaş sürüklendiğimiz
girdabın nasıl bir acı dinamiği tarafından devindirildiğini
gösteriyor.
Acı dinamiğinin işleyişi en keskin etkilerini siyasal süreçler
üzerinden hissettiriyor. Çünkü siyaset insanın acıyla olan
imtihanının hiçbir kısıtlamaya bağlı olmadan gerçekleştiği nadir
alanlardan birini temsil ediyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra
barış sürecinin sona erdirilmesi ve toplumun yeniden militarize
edilmesi, toplumsal acının ve huzursuzluğun yayılmasında
belirleyici bir önem taşıyor. Askerlerin operasyona giderken
dayandıkları mantık sivil siyasetin alanına taşındığında, çatışma
yöntemi siyasetin en etkili araçlarından biri haline geldi. Bu
yöntem sayesinde şiddet, başka türlü olduğunda keşmekeşe dönüşecek
devlet hayatına çekidüzen vermenin bir aracıymış gibi iftiharla
sunulabiliyor. Erdoğan’lı yıllarımızın son dönemlerinde bu gerçeği
acı verici deneyimlerle öğrendik. Erdoğan, siyasal çözümlerini
uzlaşıda değil çatışmada, sıcak temas noktalarını soğutmada değil
kızıştırmada arayan bir lider. Elindeki gücü, kendisinin ve
partisinin rakiplerini dosta dönüştürerek değil, düşmana
dönüştürerek yok etmek uğruna seferber ediyor.
Ancak insanları düşmanlaştırıp toplumu kutuplaştıran bu
yaklaşım, yani Erdoğancılığın “ezer geçeriz mantığı”, pek de öyle
kendinden beklenen sonucu üretmiş gibi görünmüyor. Bu
başarısızlığı, en somut şekliyle, devletin yeniden inşa sürecinde
düşmanlaştırılan insanların deneyimlerinden anlayabiliyoruz.
Örneğin aynı duyuruyu yapmış meslek örgütlerinin, aynı metnin
altına imza atmış aydınların veya aynı tarikata mensup insanların
maruz kaldıkları uygulamalar, hiçbir şekilde siyasal hayatta
açıklık ve öngörülebilirlik sağlandığı izlenimini uyandırmıyor.
Aynı fiilin failleri pekâlâ farklı yaptırımlara maruz kalabiliyor,
hatta hiçbir yaptırım görmeyenler de var. Yayımlanan
kararnamelerin, açılan soruşturmaların, verilen mahkeme
kararlarının yarattığı etkiler, hayatın cephedeki bir savaşçının
gerginliği içinde sürdürülmesine yol açıyor. Herkes bilinmezin yol
açtığı merak ve endişenin pençelerinde yaşıyor. Çoğu insan, havada
kavis yapan kararnamelerden, soruşturmalardan veya davalardan biri,
tıpkı bir mermi gibi kendisine isabet etmesin diye, köşesine
büzüşmek ve beklemek dışında bir şey yapmıyor.
Hayatı insanlar için tatsızlaştıran, alışverişi bereketsiz
kılan, emeği verimsizleştiren bir siyasi türbülansın içindeyiz. Ama
keşke her şey yaşanan bu keşmekeşi betimlemekle sona erseydi.
Maalesef mesele öyle bitmiyor ve ucu çok daha derine dokunuyor.
Tesadüfün bu soğuk ve acıtıcı bilinci, insanları hissizleştiriyor
ve kayıtsız kılıyor. Bir KHK’ya kurban gidebilirdim, gitmedim;
gününü bekleyen bir muhbirin sinsi faaliyetiyle kodese
düşebilirdim, düşmedim. Hatta tersine, AKP’nin benimseyeceği yeni
bir seçim stratejisinde, bugünlerde değer kazanan Ergenekoncular
misali, bir müttefik olarak yeniden önem bile kazanabilirim. Bu
tesadüflerin hepsi mümkün ve şimdi gerçekleşmemiş olmaları hiç
gerçekleşmeyecekleri anlamına gelmez. AKP siyasetinin etkisiyle
çözülmüş toplumsal, siyasal ve hukuki bağların açığa çıkardığı
karmaşadaki binlerce tesadüfe veya rastlaşmaya bağlı olarak
gündelik hayatımızı sürdürebiliyoruz. Biz modern insanlar olarak
nedenlerle belirlenmiş olduğumuz zannındayız, ancak hayatımızda
nedenlere değil tesadüflere bel bağlamış durumdayız. “Belki de bana
denk gelmez” veya “Beni yine es geçer” umuduyla ayakta
kalıyoruz.
Doğrusu böylesi bir umudun, umursamazlıktan pek fazla bir farkı
yok. Söz konusu umursamazlık, dikkatimizi yaşanan acılar ile
tesadüflere duyduğumuz inanç arasındaki bağa yöneltmemizi
gerektiriyor. Zira, acı karşısındaki tutumuzun, başlangıçta da
belirttiğim üzere, kökten bir değişim yaşadığı bir dönemden
geçiyoruz. Modern bireyin acı karşısındaki tutumu ciddi bir meydan
okumayla yüz yüze. Acı, modern kültürde her şeyden önce bir tesadüf
eseri veya önlenebilir bir olguymuş gibi görülür. İnsanı umursamaz
kılan tesadüf, acıyı katlanabilir kılan alışkanlıkla aynı kaynaktan
beslenir. Tıpkı rutin bir sağlık kontrolü sonrasında, kendini uzun
ve acı dolu bir dönemin beklediğini öğrenen insanın durumunda
olduğu gibi. Aslında her şey çok daha farklı olabilirdi diye
hayıflanır insan. Nasıl mı? Mesela daha sağlıklı beslenebilirdi,
mesela stresli ortamlarda bulunmayabilirdi, mesela sigara
içmeyebilir veya içilen ortamlarda gezmeyebilirdi… Gerçekten bunu
idrak etseydi, gerçekten özen gösterseydi olmayabilirdi; fakat
etmedi, göstermedi ve sonuçta olan oldu. Tesadüf işte, başka türlü
de olabilecek olan hayat, şimdi nasılsa öyle oldu. Erken ve baştan
sonuçsuz kalacağı belli bir isyanın ardından gelen tevekkül ve razı
oluşun kayıtsızlığı, ilk işaretlerini bu düşüncelerde ele
verir.
Modern insan, kendini hiçbir zaman çektiği acının faili olarak
görmek istemez. Çünkü acı bizim tarafımızdan insanı güçsüzleştiren
ve edilgin kılan bir deneyim olarak kabul edilir. İnsan acıya hep
maruz kalır ve bu yüzden acı, bir faaliyet gösterme biçimi olamaz
diye düşünürüz. Failin davranışı ile sorumluluğu arasında değer
sistemimiz tarafından ön görülen bağ, ıstırap verici deneyimler son
haddine vardığında kopar. Böylesi bir aşamaya, insanın işkence
deneyimi sırasında ulaşıldığına inanırız. Öyle ki işkence altında
verilmiş bir ifadenin içerdiği her sözcük doğru dahi olsa, biz yine
de o ifadenin geçersiz olması gerektiğini varsayarız. Çünkü işkence
ediminde modern insan için gerçekten daha önemli olan bir şeye
saldırılmıştır; tüm gerçek arayışının kendisi adına yürütüldüğü
insanın bedensel bütünlüğüne halel getirilmiştir. İnsanı bu dünyada
ayakta tutan umut ve mutluluk arayışı, acı ve ıstırap görmeme
haklarının aşırı belirlenimi altında gerçekleşir. Modern toplum,
cazibesini insanı acıdan tümüyle kurtaracak bir yeryüzü cenneti
vaat etmesine borçludur dense yeridir.
Bugün insanı tabiatı itibarıyla acıdan kaçan ve hazza yönelen
bir varlık olarak kabul etmekte ısrarlıyız. Oysa insan her zaman
böyle bir varlık olarak görülmemişti. Tarih, acı çekmenin bir
insanı fail kıldığına, acı karşısında gösterilen metanetin kişiye
değer kattığına inanılan dönemlere de tanıklık etmiştir. İsa’nın
çarmıhta çektiği acıya ortak olmak için hücresinde kendisine eziyet
eden keşiş, böylesi bir faillik anlayışın güçlü bir örneğini
oluşturur. Yine Şiilerin Muharrem törenlerinde kendi benliklerine
yaptığı eziyet, Ehl-i Beyt’in Kerbela’da katlandığı ezaya ortak
olma arzusunun bir belirtisi olarak görülmelidir. Bu gibi
örneklerde, insan acıya katlanmaz, katılır. Bu yoldan, acı insanı
etkin kılmanın, onu kutsallıktan pay alan bir özneye dönüştürmenin
aracı olarak yeniden tarif edilir. Burada insanlar, “bireyin” acı
çekmemesinden daha önemli gördükleri bir şeye, kutsal olduğu
“ortak” kabul gören bir hakikate katılmanın erdemini
paylaşmaktadır. Meselenin püf noktasını, bireysel olanın ortak olan
karşısında hiçbir değerinin olmadığına duyulan inanç
oluşturmaktadır.
Aslında yaşadığımız bugünkü dönüşüm, küreselleşme sürecinin uzun
dalgalarının birey ve kolektif yapılar arasındaki ilişkiyi,
beklenmedik bir şekilde dönüştürmesinden kaynaklanmaktadır. Modern
toplumda güven, huzur ve refah içinde tutulması amaç olan bireyin,
artık ortak yarar adına kolaylıkla feda edilebilir bir araca
dönüştürüldüğü bir dönemdeyiz. İnsanın değerinin onun
katlanabileceği acı miktarıyla ölçülmesinin ardında, giderek
yükselen ve etkisi artan bu feda kültürünün izleri çok net bir
şekilde görülebiliyor. Canlı bombaların “şehit”, topçu atışına yem
olarak sürülen piyadelerin “kahraman” olarak adlandırılmasının
içerdiği ironiyi başka türlü anlamamız mümkün değildir. Bireysel
özgürlükleri yücelten değerlerin hor görülmesi, bireyleri güçlü
lider figürlerinin otoritesi üzerinden disiplin altına alan bir
feda kültürünün önünü açmaktadır. 15 Temmuz süreci, kendini
Erdoğan’ın liderliğiyle özdeşleştirmiş ve onun uğruna ölümü cidden
göze almış geniş bir insan kitlesinin varlığını gözler önüne serdi.
O gece ve sonrasında yaşanan olaylar, önceden üzerinde kefenleriyle
Erdoğan’ı karşılayan gençlerin, sonradan tankların altına
yatmalarını, F16’ya kafa atmalarını sağlayacak kadar güçlü bir
çağrının yankısında kalabileceklerini de ispatladı. İnsanlar
camilerden yayılan sala sesleri arasında sokaklara direnmeye davet
edildiğinde, ibadet ve siyaseti ayıran simgesel düzenekler
arasındaki ayrımlar da ortadan kalkmış ve bir tür kolektif vecde
kapıldıkları çok açık hale gelmişti.
Şimdi önümüzdeki soru şudur: Ortaya çıkan bu yeni siyasi aktörün
acıyla kurduğu yeni ilişki bağlamında, özgürlükçü bir siyaset
yürütmenin olanakları nedir? Bu sorunun yanıtının, fedaya karşı
feda veya acıya karşı acı olmadığını söylemeye gerek yok sanırım.
Günümüzde acının artan ağırlığının, yine en çok acıya katlanan
tarafı muzaffer kılacağına inanlar büyük bir yanılgı içindedir.
İnsanın içindeki görkemli yan, onun kendini feda ettiği olağanüstü
anlarda değil, esasen bu dünyada bir eser veya bir iz bıraktığı
süreler içinde açığa çıkar. Direnmenin olanaklarının en kısıtlı
olduğu, özgürlüğün en çok yok sayıldığı yerlerde bile insanın sesi
özgürdür. Kahramanlık veya yücelmenin acıya dayanmak veya gık
çıkarmadan acıyı alt etmekle bağlı olduğu koşullar, böylesi
dönemlerde geçersiz olurlar. Artık ses çıkarmak veya çığlık atmak,
geriye insan olduğumuza dair iz bırakmanın tek yolu haline gelir.
Ses çıkarmanın, insanı yüceltmenin farklı siyasal biçimleri
üzerinde düşünmek, hepimizin boynun borcu olsun. Çünkü, yapılacak
başka bir şey kalmamışsa, sessizlik insanlığa karşı işlenmiş en
gerçek suç halini alır.