“Anlatmak”tan gelen hikâye kelimesini, “öykünmek”ten gelen öyküye oranla hep daha çok sevdim. Elbette her ikisinin de kökeninde taklit etmek var; hikâye etmek, gerçeğin aktarılması ihtiyacından doğmuş. Gerçekliğin ele avuca sığmazlığı insanın hayal gücü ve manipülasyon yeteneğiyle birleşince müthiş bir araca dönüşmüş. Anlatan, gerçeğe ne denli sadık kalırsa kalsın işin içine kendi bakış açısını kattığından en basit, sade olay anlatımında bile duyduğumuz asla “olan biten”den ibaret değil. Gerçeklik iddiasının en yüksek olduğu, kurmaca dışı türler için de böyle durum. Belgeseller, haber metinleri, en başta da tarih anlatısı, daima bir yeniden yazım. Hikâyeler şu iki güce neredeyse eşit oranda sahip en başından beri: Gerçeği görünür kılmak ve gözden gizlemek.
Julian Barnes, “Tarih daha çok, çoğu ne zafer kazanmış ne de yenilgiye uğramış olan, hayatta kalanların anılarıdır,” diyor. Resmi tarihse çoğu kez törensiz bir gömme işlevi görüyor, her anlamda. Bu coğrafyanın çok yakın tarihi, gömülmesi yasaklı ölülerle dolu. Yeğlenen kimlikler dışında kalanların çoğu, kendi anılarına bile sahip çıkamayacak kadar görünmez kılınmış. Çoğumuz anneannemizin ya da babaannemizin dilini konuşamıyoruz. Bu bize o kadar doğal geliyor ki, dünyanın dil içinden kurulduğunu, bir iki kuşaklık atlamayla yitirdiğimizin kendimize dair hikâyenin mühim bir kısmı olduğunu unutuyoruz. Bizim için kurgulanmış bambaşka bir hikâyenin içine yerleşivermişiz. Bu, gerçeğin ta kendisi, hatta mümkün tek gerçek buymuş gibi. Şeytan gibi, “hikâye”nin de esas marifeti bu: Bizi yokluğuna inandırması.
Popüler anlatılar çok denenmiş, sınanmış, insanın duygu haritasını milyon kez taramaktan kaynaklı “garantili” erişilebilirlikleri ve özdeşleşme, arınma gibi mekanizmalar aracılığıyla gerçekle kurgu arasındaki mesafeyi olabildiğince kısaltmaları nedeniyle, bu şeytanlığı en iyi becerenlerdir. Çok iyi anlatılmış bir hikâye içinde öylesine kayboluruz ki, Jean Claude Carriere’in dediği gibi, senaryoda ciddi bir kusur yoksa, artık senaryoyu görmeyiz bile. Yine de tüm senaryolar kırılma ve müzakere olasılıkları taşır. Hikâyeye kendimizi o denli bırakabilmemizin bir nedeni de, tıpkı aşkta olduğu gibi, teslim olma, kendimizi unutma arzumuzdur. Gerçek yorar, hikâye avutur. İşbirliğine bu denli gönüllü olmasaydık, popüler anlatı bu denli popüler olmazdı.
Popüler anlatılar bize içinde kendimizi unutabileceğimiz renkli dünyalar kurar. Yine de her şeyi içerebilir bu dünyalar. Masallar en korkunç gerçeklerden bahsedebilir. Bizdeyse aslında hikâye anlatma geleneklerimiz kadar gerçeklikle yüzleşme(me) alışkanlığımız nedeniyle de durum biraz farklı gelişmiş. Yeşilçam filmlerinden TV dizilerine uzanan çizgide popüler anlatı bizde gerçekliğin önemli bir kısmının kapsam dışı bırakılması üzerine kurulu. Örneğin olabildiğince aseksüelleştirilmiş “eğlenceli” gay karakterler nadiren araya serpiştirilse de çoğunlukla yine stereotiplerden oluşan kadın ve erkekler dışında toplumsal cinsiyet temsillerine yer yok. Farklı örneklere, daha derin karakterlere elbette rastlanabiliyor ama genel durum bu. Toplumsal olaylar, yakın tarihin önemli bir kısmı da kapsama alanı dışında. Resmi hikâyenin dışına itilmiş farklı dil ve kültürler, bugünümüzü şekillendiren koca bir acılar ve haksızlıklar antolojisi… Şive/lehçeye indirgenmiş ya da en klişe halleriyle konumlandırılan azınlıklar anlatıların ana karakteri olmaktan da uzak. Tüm bunlar “yokmuş gibi” davranılarak perdeden, ekrandan binlerce hikâyenin akmış olması düşününce ne acayip… Hikâyelerimiz, “hikâyenin mühim bir kısmı”nı, hiç anlatmıyor yani.
Dijital platformların yaygınlaşmasıyla birlikte değişmesi umulan şeylerden biri de bu alandaki çeşitlenmeydi. İki dijital dizinin bu konudaki büyük başarısı artık herkesin malumu: Geçen yıl "Bir Başkadır" ve bu yıl "Kulüp". "Bir Başkadır" büyük bir heyecan dalgası yarattı, coşkudan öfkeye çok fazla duyguyu harekete geçirdi ve farklı kesimlerden insanları haftalarca üstüne konuşturdu. Sorunlarıyla beraber çok sevdiğim bu diziyle ilgili düşüncelerimi yazmıştım.
“Kulüp” de benzer bir heyecanla karşılandı. Bazı açılardan birbirine hiç benzemeyen bu iki dizinin ortak noktası, popüler anlatıdan çok uzun zaman boyu dışlanmış hikâye ve karakterlere yer vermeleri. “Bir Başkadır” bence bunu daha katmanlı ve sürprizli bir senaryoyla yapıyordu ama özellikle finale doğru “politik” açıdan bazı yanlış duvarlara toslama riski de içeriyordu. “Kulüp”se senaryo tercihleri bakımından daha garantici bir anlatım tarzı benimsiyor. Ama hikâyesinin, şahane rejisine eşlik eden sanat yönetiminin ve oyunculuklarının katkısıyla parlıyor ve politik/vicdani açıdan da oldukça doğru bir yerde duruyor.
İzlemeyenler bile mevzuyu artık biliyordur ama adet olduğu üzere “Kulüp” ne anlatıyor, biraz bahsedelim. 50’lerin İstanbul’unda (dizinin geçtiği tarihe dair karışıklıktan pek çok yazıda bahsedildi, bu kısmı geçiyorum), 17 yıl önce işlediği cinayet nedeniyle yattığı hapishaneden ani bir afla çıkan Matilda (Gökçe Bahadır), yetimhanede büyümüş, annesinin varlığından bihaber kızı Raşel’i (Asude Kalebek) buluyor. Bir gemiye atlayıp İsrail’e gitmeyi düşünürken kızını bulmak onu “durduruyor” ve bambaşka bir maceraya sürüklüyor. Bölümler içinde öğreneceğimiz köklü bir takıntıyla Matilda’yı tahakkümü altına almak için kızının işlediği bir suçu kullanan kötücül gece kulübü yöneticisi Çelebi, (zor bir karakteri tüm nüanslarıyla şahane canlandıran Fırat Tanış) Matilda’ya kabus gibi bir boş senet imzalatıyor. Bir yandan acı geçmişin hatıralarıyla yüzleşirken bir yandan da isyankâr kızıyla bir bağ kurup ona kendini affettirmeye çalışan Matilda çamaşırcı olarak girdiği kulüpte kısa sürede kulübün yeni yıldızı Selim’in (Salih Bademci) sağ kolu olarak dengeleri değiştiriyor. Selim Songür, alafrangayı alaturkayla birleştirerek “caddenin iki yanı”, aslında Doğu ile Batı arasında bir köprü kurma düşünü vizyoner patron Orhan’a (Metin Akdülger) bir çırpıda kabul ettirince kulüp iddialı bir açılıma gidiyor. Raşel’in tam bir Yeşilçam usulü “homme fatale” olan çapkın taksici Fıstık İsmet’e (Barış Arduç) gönlünü kaptırarak yelken açtığı aşk ve bela da dizinin bir diğer izleği.
Olaylar örgüsü bu minvalde ilerlerken ana karakterler aracılığıyla İstanbul’da yaşayan Sefarad Yahudileri; ilk kez ve çok katmanlı karakterler aracılığıyla hayatımıza giriyor. Karakterlerin kendi aralarında konuştukları Ladino dilinden Şabat sofralarına, Varlık Vergisi’nin mahvettiği hayatlardan gayrimüslimlerin dehşetli bir acımasızlıkla mahkum edildiği ekonomik ve sosyal ölüme değin, yakın tarihimizin pek az bilinen bir sayfası, cesaretle ve dürüstçe açılıyor. Açıkçası bu diziden önce çoğumuzun ne bu dilden haberi vardı, ne bu insanların gerçekte neler yaşadığından. “Kulüp”ün en büyük başarılarından biri bu: Bir dili, bir kültürü ve aynı zamanda acımasızca gözden gizlenmiş bir acılar tarihini görünür kılmak, ses veremeyenin sesi olmak.
Akıl almaz vergilerle çalışma kamplarına sürülmüş 1400’ü aşkın gayrimüslimin bir kısmının hayatlarını orada yitirdiğini çoğumuz “Kulüp” sayesinde öğrendik. “Ah o eski Beyoğlu, ne güzel hep bir aradaydık,” türünden nostaljik söylemler pek hoş ama o mozaiğin yerli ve milli olmayan kısmında ne acılar yaşandığı, sadece hayatların değil koca bir kültürel mirasın nasıl talan edildiğiyle yüzleşmeden bugünü de anlamak mümkün değil.
Hem gayrimüslimleri hem de bir kadın karakteri mağdur/kurban kimliğinden çıkararak dönüştürücü, başat bir rolle karşımıza çıkarması da “Kulüp”ün bir diğer özelliği. Bu konuda Foti Benlisoy güzel bir yazı yazdı. Hayatta kalabilmek için kendi geçmişini bile unutmaya zorlanmış insanların kıyıda köşede kalmış tiplemeler olmaktan çıkıp kanlı canlı karakterler halini alışını izliyoruz dizide, ki bu neredeyse devrimsel bir şey. Çok katıldığım bu değerlendirmeye bir ekleme yapmak isterim: Gayrimüslim olsun olmasın, katilliği baştan söylenmiş bir kadın karakterin intikam hikâyesini, gerçek dışı bir süper kahraman fantezisi ya da anneliği dahil şefkat, koruma, mağduriyet peçesi altına saklamadan, olabildiğince doğal biçimde anlatmak bizde genel olarak da pek görülmüş bir şey değil. Gökçe Bahadır’ın az rastlanır bir maharetle canlandırdığı, baştan sona en ufak bir “makyaj” hissiyatı vermeyen Matilda karakteri, kadının kurban değil fail ve kendi hayatının “hikâye kurucusu” olduğu az sayıda örnekten biri olarak şimdiden kalbimize kazındı.
“Kulüp” tüm kasvetli ışıl ışıllığı içinde, Zeynep Günay Tan ve Seren Yüce’nin çok ustalıklı rejisi, hasret kaldığımız bir detay inceliğiyle örülü sanat yönetimi ve neredeyse tümü çok başarılı oyuncularla bize hep gözümüzün önünde duran bir hikâyenin görünmeyen kısmını anlatıyor. Bunu yaparken tutturduğu yol, olay örgüsüyse hikâyesi kadar yenilikçi değil. Büyük oranda Hollywood ve Yeşilçam kodlarına yaslanan bir anlatımı var. Gerçekten söylendiği kadar müthiş olan Salih Bademci’nin Selim Songür’üyle Metin Akdülger’in çok inandırıcı Orhan’ı arasında, işaret edilen ama yerine oturmayan, hikâye başlatıcı cinsel gerilim, “kağıt üstü”nde kalanlardan. Müslüman erkeğin gayrimüslim kadınlarla “eğlenip” eline erkek eli değmemiş bir Müslüman kadınla “evlenmesi” türünden, başka başka biçimlerde bugüne dek süren eril ikiyüzlülük hikâyenin en iyi anlatılmış kısımlarından mesela. Yine de hem Barış Arduç hem de Asuman Kalebek rollerini çok iyi oynasalar da Aysel/Raşel ikiliği dönüp dolaşıp “şeytan tüylü Türk”ün en çekici ve “en erkek” olduğu, romantizmle okkalı tokat arasındaki tehlikeli çizgiye sıkışmış kalmış. Halbuki sırf bu ikilikten bile salt cinsel değil toplumsal ve kültürel tüm ikiyüzlülüklerimizin haritası boydan boya çıkarılabilir(di). Selim Songür’ün hikâyesi hem cesur, hem de hala alışageldiğimiz, bilip de görmezden geldiğimiz biçimde aseksüel, orada da tehlikeli sulara pek dalınmıyor.
Öte yandan bu garantici anlatım, bunca zaman yerli ve milli karakterler üzerinden izlediğimiz bir hikâyenin başrolünü “ötekiler”e vererek şaşırtıcı bir ters yüz etme işlevi de görüyor. Böyle bir hikâyeyi daha geniş kitlelere ulaştırabilmek açısından, ilk başta göründüğünden daha “akıllıca” bir seçim bu da.
Şu ana dek altı bölümü yayınlanan, hikâyesinden rejisine ve ana karakterine kadınların damga vurduğu “Kulüp”, eksikleriyle beraber çok önemli bir dizi. Devamında daha da açılarak yürümesi, anlatılamamış onlarca hikâyenin de yolunu açması dileğiyle…