İnsan bazen bir yazının başına oturmak istemiyor. “Yazmayayım,”
desem eksik kalacak yazılar var. Bu da onlardan biri. İrfan’ın,
İrfan Alış’ın ardından yazılabilecek bir yazıya hazır değildim. Hiç
hazır değildim hem de. Bu ani gidişler karşısında hep eksik
kalırım, kendimi hep çaresiz hissederim ama gideni yazıyla ya da
radyo programıyla yaşatmak yapabildiğim tek şey. Belki de bana iyi
gelen bu. Alışmak değil ama ikna olmak için yazıyorum bu yazıları
çünkü İrfan’ın gidişine hâlâ inanamıyorum.
Ardından kimi yazılar yazıldı, yazılacak. Herkes tanıdığı
kadarıyla onu anlatacak. Ben neresinden tutayım, nasıl anlatayım,
bilmiyorum. Hikâyeyi nereden başlatmam gerektiğini de bilmiyorum
açıkçası. 1971, doğum yılı olarak ideal ama çocukluğunu bilmiyorum.
Peyk tarihinden bir yıl belirleyebilirim ama o da şaibeli…
Hangisini baz almalıyım, İrfan’la Serdal’ın tanıştığı yılı mı yoksa
Özgür ve Ertan’ın ekibe katıldığı yılı mı? İlk albümle karşımıza
çıktıkları 2007’den başlasam, öncesindeki uzun hikâye ıskalanır.
Şarkılarındaki ipuçlarından, söyleşilerinde anlattıklarından,
söyleşilerimizde dinlediklerimden bildiğim kadarını anlatabilirim
zaten. Ona da soyunmayayım. Olayı kişiselleştirip tanıştığımız yılı
milat olarak belirlesem beceremem çünkü nerede, hangi konserde ya
da hangi toplantıda ya da hangi eyleme tanıştığımızı sahiden
hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, Peyk’le birlikte hayatıma
girişi. Sonrasında hep oldu. Sahnede izlemeyi hep sevdim,
toplantılarda her söz alışında onu merakla dinledim, şarkılarını
birbirinden hiç ayırmadım. “Şarkılarını” derken Peyk’ten söz
ediyorum elbette; bir bütün olarak Peyk’ten. İrfan belki onların
görünen yüzü ama ekip aslında “bir”.
Şu cümleyi kurmak yanlış olmayacak: Peyk, İrfan’ın gidişiyle
eksildi. Kan kaybetmedi, eksildi. Yeri doldurulamayacak bir insan
çünkü. Diğerleri de öyle. 25 yıldan fazla süre müzik yapan,
birbirinden hiç ayrılmamış, eleman değiştirmemiş kaç topluluk
sayabiliyoruz? Peyk onlardan biri, belki de birincisi. Tam da bunun
için bütün bozuldu, ekip eksildi. Sadece ekip değil, biz de
eksildik çünkü İrfan, her seslenişimizde bir şekilde yanımızda
olurdu. Bunu hiç aksatmadı, iyi gün/kötü gün ayrımı yapmadan
yanımıza koştu, bize omuz verdi.
İrfan dendiğinde aklımıza gelen ilk kelime, dayanışma. Kelimenin
anlam kazanmış hâliydi; pek çoğumuz dayanışmanın ne olduğunu ondan
öğrendik. Bugün en azından bir kısmımız yan yana, omuz omuza
yürüyorsa, onun kurduğu temeller üzerinde ilerlediğimizden. Her şey
bir yana, pandemi zamanı yan yana geldiği müzisyenlerle oluşturduğu
Olta Dayanışma yeter. Başta onlara “abilik” yaptı ama ekip hızla
kemikleşti, yolunu buldu. Gelişmeleri o da bizim gibi merakla,
heyecanla izliyordu. Olta 16. albüme ulaştı -ki bu bile ne kadar
güçlü olduklarını gösteriyor.
Olta Dayanışma ve Peyk, İrfan’ın içinde olduğu iki sağlam ekip.
Bunlara yakın dönemde “Hamiyet” de eklendi. Bu ezber bozan müzikal,
İrfan’ın hayallerinden biriydi. Gerçekleştirdi, bizi bambaşka ve
biraz da sarsıcı bir âleme götürdü ve hepimizi mutlu etti.
Eleştirilerim elbette vardı, bunları “Hamiyet” kulislerinde ve
arada yaptığımız kaçamak buluşmalarda dile getirdim. Hep “uzun uzun
konuşalım” dedik ama bunu bir türlü yapamadık. Bir eksiklik
daha.
Kaçamak buluşmalar dedim çünkü buluşma amacıyla yola
çıkmıyorduk. Bir kafede, vapurda, eylemde karşılaşıyor ve “hadi bir
kahve içelim” diyerek oturuyorduk. Teklifsizce. Arkadaş mıydık?
Değildik. Bir kere bile telefonla konuşmamış olabiliriz. Çok
yazıştık ama yeterli mi, bilmem. Dost muyduk? Her koşulda. Yukarıda
anlattım, her zaman yardımıma koşan, yardımına koştuğum insandı
benim için. Dostluğun tanımı nedir ki zaten? Sırlarımızı bilmemiz
gerekmiyor ama elbette bizim de sırlarımız vardı. Sırdaş değildik
ama kimi konularda ister istemez öyle olmuştuk. Peki ya yoldaş?
Asıl oyduk. Aynı yöne farklı yerlerden bakan/ilerleyen iki insan
olarak kimi zaman çatışsak bile yolumuz ve inancımız “bir”di.
İkimiz de sapmadık üstelik bundan. Güzelliği buradaydı.
Peyk ve İrfan üzerine çok şey yazdım, çok programımda onlara yer
verdim. Hep aynı şeyi söyledim, aynı kelimenin altını çizdim:
Sahicilik. Peyk’in bu kadar iyi olması İrfan’ın ve ekip
arkadaşlarının sahiciliğinden. 2018 yılının 16 Eylül günü yine bu
sayfalarda okur karşısına çıkan “Gecikmiş bir Peyk yazısı”,
şarkılarındaki umuttan dem vuran bir yazıydı -ki bu da sahiciliğe
dahil. Bize hikâyeler anlattılar, yanı başımızda oldular, umut
verdiler. Anlattıkları hepimizin hikâyesiydi aslında ya da biz bu
hikâyeleri zaten birlikte yazmıştık.
Başta “nasıl başlayacağımı bilemiyorum,” demiştim. Şimdi de bu
yazıyı nasıl bitireceğimi bilmiyorum. Asıl zor olan bu. Bitmedi
çünkü, bitmemeli. İrfan bugün bizden uzakta. Bizi duyamayacak,
göremeyecek bir yerde. Asıl fenası, bizim de onu duyamayacak,
göremeyecek oluşumuz. Her şey bir yana, dünyanın en güzel gülen
insanlarından biriydi. O gülüşü elbette unutmayacağız ama bana asıl
koyan, bundan sonra buna tanıklık edemeyecek oluşumuz.
Söylenecekler bu noktada yetersiz kalıyor ya da şairin dediği
gibi “kelimelerin kifayetsiz” olduğu an bu. İyisi mi yazıyı bir
ağıda dönüştürmeden sessizce bitireyim çünkü İrfan yaşadığımız
sürece bir şekilde bizimle olacak. Her zaman, her koşulda, her
yerde. Sessizce dedim, şunu söyleyeyim: Onu sessizce uğurladık.
Sahiden acayipti. Herkes kızarmış gözlerle birbirine bakıyordu,
kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, tanır olsun olmasın herkes
birbirine sarılıyordu. Orada hepimiz onun kardeşi, arkadaşı, dostu,
yoldaşı, sırdaşıydık çünkü.
Perşembe günü yakamıza taktığımız o küçük kağıtta “Denizdeyim
sakin, güzel…” yazıyordu. O günden beri denize başka bakıyorum;
onun oralarda bir yerde olduğunu biliyorum. İrfan Alış hayatımıza
çok şey kattı, onları bize miras olarak bıraktı ve erkenden gitti.
Ne acelesi vardı bilmiyorum ama gitti. Onu, sesini, sözünü,
ıslığını, gülüşünü özleyeceğiz. En çok gülüşünü, evet.