Türünde yeni bir ‘akım’ veya ufak çaplı bir devrim beklemesek de, Bein Connect kanalında, biraz sessiz sedasız bir şekilde sunulan ‘The Bay of Silence’ (Sessizlik Körfezi) filmi psikolojik gerilim türünü seven seyirciler için ‘tatlı bir sürpriz’ olmayı vaat eden ipuçları taşıyor: Senaryonun artık ‘ultra klasik’ hale gelmiş ‘lanet’ veya ‘hayalet’ olaylarına dalmaması, hikayedeki mekan seçimlerinin ve atmosferin ‘özenli’ gözükmesi, çok tanınmasa da filmin dümeninde geçmişinde 18 yapım bulunduran, tecrübeli bir kadın yönetmenin bulunması ve hikayedeki ideal ‘rehberleri’ canlandırma potansiyeli taşıyan başrol oyuncuları…
Aslında psikolojik gerilim ‘kabuğunun’ altında bir ‘aile dramı’ özü de taşıyan film, klasik ve biraz ‘kartpostal’ tadında olsa da oldukça ‘kabul edilebilir açılış sekansından sonra trajik olaylar eşliğinde geçmişin kabuslarıyla boğuşan bir kadın, onun ‘dağılmakta’ olan ailesi ve bu ailenin üstüne çöken bir ‘krize’ eğiliyor ve asıl hedeflediği türe doğru hızla yol almaya başlıyor. Ancak filmin hikayesindeki boşluklar, biraz beceriksizce bağlanmaya çalışılan ‘kopuk’ sekanslar, ana hikayenin tamamen dışında olan yan karakterler ve yönetmenin sanki belli bir kariyere sahip değil de ilk filmini çeken genç bir yönetmen gibi ‘kontrolsüz’ ve ‘tereddütlü’ tutumu, hem başrol oyuncularının gayretine hem de mantıklı bir çerçeveye oturmak için debelenen hikayeye zarar veriyor ve ortaya ismini çağrıştıran ‘sessizliğe’ gömülmeye mahkum bir yapım çıkıyor.
Will ve Rosalind kırklı yaşlarının ortasında birbirine çok aşık, belli bir süredir beraber olan ve evliliğe doğru hızla yol alan, mutlu bir çifttir. Rüya gibi geçen bir tatil ve iyi başlayan bir evlilik sürecinden sonra Rosalind ikiz bebeğe hamile kalır. İlk evliliğinden de iki kız çocuğu olan Rosalind (ilk eşini kaybetmiştir) geçirdiği bir kaza ve sorunlu geçen bir doğumdan sonra kucağına bir erkek bebek alsa da aslında ikiz bebek beklediğine ve birini doğum sırasında kaybettiğine inanır. Aradan geçen birkaç aydan sonra durumu biraz düzelse de hem Rosalind’in (kısa adıyla Rose) gittikçe bozulan ruh hali hem de bir türlü kurtulamadığı acı geçmişi onu iyice ‘karanlık bir çukura’ iter ve eve gelen esrarengiz bir paketten sonra Rose çocuklarını da alıp ortadan kaybolur. Bu ‘kayboluşun’ şokunu yaşayan eşi Will, ailesini geri getirmek ve bu esrarın gerçek nedenini bulmak için yola çıkar.
CEVAPLANMAYAN SORULAR…
Yönetmen Paula Van der Ouest ve senarist Caroline Goodall (Lisa St Aubin’in bir kitabından uyarlama) filmin başından itibaren hikayeyi sürekli ‘ateşlemek’ ve kurdukları ‘esrarı’ beslemek için tam açıklanmayan sorular ve emin olmadığımız gerçek olaylar ‘saçıyor’! İlk belirgin örneğini ‘acaba Rose ikiz bebek mi doğurdu?’ şüphesiyle veren bu anlatım sık sık ‘iyi kalpliliğinden’ ve dürüstlüğünden kuşku duyduğumuz karakterler üzerinden kuruluyor. Normalde esrara ikinci bir boyut katmak ve seyirciyi giderek daha ‘bilinmez’ bir bölgeye itmek için denenen bu yöntem, hikayedeki ‘acabaların’ cevabının çok geç gelmesi hatta bazen ‘açık’ bir şekilde gelmemesi yüzünden ‘itici’ bir şekle bürünüyor. Yönetmenin seyircilere attığı bu kuşku ‘oltalarının’ tatmin edici sonuçlara bağlanmaması, bizde bir ‘aldatılma’ hissiyatı yaratıyor. Belli ölçülerde şaşırtan ve yerini bulan ‘cevaplar’ ise o kadar geç geliyor ki seyirci o zamana kadar artık bu olaya dair ilgisini yitirmiş oluyor…
Örneğin değindiğimiz ‘sorunlu’ doğumdan sonra Rose’un sürekli (eğer varsa!) ikinci bebeğinin akıbetini sorması ve hastanede yanı başında bulunan Will’in ona ‘geçiştirici’ olan ve ikna edici olan cevaplar ver(e)memesi başlarda bütün suçlayıcı ‘oklarımızı’ ona çevirmemize ve aslında ideal görünen bu adamın hiç de öyle olmadığını düşünmemize yol açıyor. Hatta bir ara ailenin üzerine yavaş yavaş çöken bu kabusun asıl sorumlusunun Will olabileceğine ikna oluyoruz. Kısa bir süre sonra bu kuşku tamamen ‘rafa’ kaldırılıyor ve bu adamın aslında sorumluluk sahibi, ailesini korumaya çalışan kısaca ‘iyi kalpli’ bir adam olduğunu anlıyoruz.
Aynı şekilde Rose’un doğumundan aylar sonra geceleri kalkıp, bilinçsizce evde dolaşıp bir duvarı tırnaklarıyla (bebeğinin çığlıklarını duyduğunu iddia ederek) kazıması basit bir ‘doğum sonrası’ sendromu olamayacağı için bunun çok daha derin bir travmaya dayandığını düşünüyoruz. Ancak (çok sonra) Rose’un bu ‘uyurgezer’ davranışlarının yeni olmadığını ve bunun, Rose’un ailesi tarafından Will’den saklandığını öğreniyoruz. Dolayısıyla Rose’un ani bir şekilde çocuklarıyla kalkıp gitmesi bile kendi sınırları içerisinde çok şaşırtıcı ve garip gelmiyor. Yönetmen bunun aksini iddia ettiği halde…
‘MANTAR’ GİBİ BİTEN KİŞİLER…
Böyle ‘gerilimli’ bir hikayeye dinamizm katması ve esrarengiz olayı derinleştirmesi beklenen yan karakterler senaryodaki ‘kopukluğu’ onaramadıkları gibi sanki bu ‘iletişimsizliğin’ daha da derin olmasına yol açıyorlar. Will ve Rose çiftinin bebek bakıcısı olan Candy birkaç defa göründükten sonra ortadan kayboluyor. Onun kaçtığını mı yoksa öldüğünü mü asla tam olarak bilmiyoruz ve açıkça bir süre sonra ilgilenmiyoruz bile… Aynı şekilde filmin başlarındaki ev partisinde Will’le açıkça flört eden Becca’nın sonrasında hikayede ‘kilit’ bir rol oynayacağını tahmin ediyoruz ancak bu sekans da çok geç, çok ilgisiz ve sadece ‘haa, bu muymuş?’ diyebileceğimiz bir açıklamayla son buluyor.
Bu arada normalde hikayede önemli bir yer tutması gereken Rose’un annesi ve babası bütün önemli olaylar bittikten sonra, sanki filme sonradan ‘eklenmişler’ gibi, ‘konuk oyuncu’ edasıyla senaryoya katılıyorlar. Sanki yönetmen bazı küçük sırları açıklayacak kişiler aramış ve aklına bu karakterler gelmiş gibi bir halleri var.
Bütün bu ‘silik’ yan karakterler arasında Rose’un menajeri (Rose profesyonel bir fotoğraf sanatçısı) ve aile dostu olan Milton daha etkin bir rol oynuyor ama onun da varlığı statik ve kopuk akan hikayeye ciddi bir enerji katmıyor.
Bütün bunlara rağmen filmin iki başkarakteri hikayedeki gerilimi ayakta tutmak, tamamen ‘ayrı’ duran olayları birbirine bağlamak, gerçekleşen aile dramını inanılır bir çerçeveye oturtmak için adeta ‘çırpınıyorlar’! İtalya’nın bir tatil koyunda başlayan, ardından sırasıyla Londra, Normandiya ve tekrar Londra’da devam eden bu hikayede bütün gereksiz tekrarlara, sendeleyen ‘kuşkulara’, çökmeye başlayan entrikaya rağmen bir şeyleri ‘kurtarmak’ için ciddi bir gayret sarf ediyorlar.
Sinema kariyerine bir ‘Bond kızı’ olarak başlayan ancak sonrasında seleflerinin aksine kendisine ciddi roller barındıran bir kariyer inşa eden Olga Kurylenko ve ‘The Square’ filminden hatırlayacağımız Claes Bang arasındaki ‘kimya’ tutmuş gibi duruyor. Hem bulundukları yaş aralığı, hem de sergiledikleri oyunculuklar birçok dram veya romantik komedideki ‘tatlı’, genç çiftlerin uzağında duruyor. Bir de değindiğimiz nedenlerden dolayı ‘silik’ olan yan karakterler arasında usta oyuncu Brian Cox rolünün imkan verdiği ölçülerde onlara ayak uydurmaya çalışıyor.
Filmde kullanılan mekanlara, özellikle Normandiya’daki adeta ‘lanetli eve’, teknik açıdan ‘temiz’ bir şekilde kurulan karanlık atmosfere ve oyuncuların performanslarını sergileyebilecekleri alanlara rağmen yönetmen Van der Ouset’in anlaşılmaz derecede ‘çekingen’ yönetimi, giderek dallanıp budaklanan senaryoyu elinde hiçbir şekilde tutamaması ve nerdeyse hikayedeki her şeyi ‘akışına’ bırakıp sadece bazı noktalarda ufak dokunuşlar eklemesi filmin türünde yeni bir soluk getirmese de başarılı bir yapım olmasının önünü tıkıyor. Bırakalım bu ‘sessizlik körfezinde’ başlayan film sessizlikte kalsın!