Sessizliğin dili

İlya Kaminsky’nin, “Sağır Cumhuriyet” adlı kitabı, Selahattin Özpalabıyıklar çevirisiyle Harfa Kitap tarafından basıldı. Kitapta sesi duymak mı duymamak mı, ses vermek mi sessiz kalmak mı sorusu üzerine düşünüyoruz, Vasenka adlı kasabada yaşayan insanların sesi reddedip, işaret diliyle, sadece kendi anladıkları bir dil ile savaşa direnme çabalarına tanık oluyoruz.

Emek Erez emekerez@gmail.com

İvan İllich, “Onurlu Sessiz Kalma Hakkı” (1) adlı yazısında, sessizliğin bir direnme şekli olup olamayacağını tartışırken şu örneği veriyordu: “Geçtiğimiz yaz Almanya’nın adını vermeyeceğim bir şehrine gidenler son derece ilginç bir görüntüyle karşılaştılar. Belirli zamanlarda ve sadece bir saat boyunca, bir grup insan kalabalık noktalarda bir araya gelip, sessizce bekliyorlardı. Buz gibi havada, arada bir ağırlıklarını bir ayaktan diğerine aktararak, hiç konuşmadan ve gelip geçenlere cevap vermeden öylesine bekliyorlardı. Bir saatin sonunda sessizce dağılıyorlardı… Arada bir bazıları ‘sessiz kalıyorum çünkü nükleer yıkım konusunda söyleyecek bir şey bulamıyorum’ yazan, böylece sessiz kalma sebeplerini açıklayan pankartlar taşıyorlardı.” Sözün yetmediği bir dünyada yaşıyoruz, ne desen kurduğun cümle havada kaybolup gidecekmiş ya da hissettiğini ifade edemeyecekmişsin gibi geldiği zamanları çok sık deneyimliyoruz. Böyle durumlarda, bazen sessizlik de bir dile dönüşüyor, bu “söz bitti” demenin ötesinde hayatın cümlede karşılığının bulunamadığını zamanları anımsatıyor, İllich’in örneğinde olduğu gibi, “nükleer yıkım” konusunda ne söylenebilir ki veya bir katliam karşısında ses neyi kurtarabilir, yaşananın kendisi zaten cümlesini kurmuştur ve seni de o cümleye istesen de istemesen de dâhil etmiştir.

İlya Kaminsky’nin “Sağır Cumhuriyet” adlı kitabı, bu bahsettiklerimi düşündürdü en başta. Yazar bir oyun sahneye koyuyor ve şiir formunda bütünsel bir hikâye anlatıyor. İşgal altındaki bir kasabada yaşayanları anlatıya taşırken, kasaba meydanında askerlerin katlettiği Petya adlı sağır bir çocuğun ardından, sessizliği seçen ve işaret diliyle yaşamaya başlayan bir halkın öyküsüyle buluşturuyor okuru. Sessizlik bir direnme biçimine dönüşürken, bir yandan da bazı durumlarda ses verilse değişen bir şey olur muydu diye düşündüğünüz de oluyor metinde, bu nedenle kitap aslında sessiz kalmak ve ses vermek arasında bırakıyor okuru. Kitapta, anti-militarist bakış epey net hissediliyor. Bunun yanında kuşatma altındayken bile sürüp giden yaşamın ayrıntıları, hayatın her durumda kendi yolunu bulduğunu hatırlatıyor, gerçekleşen bir doğum, domatesli bir sandviç, dişin arasına sıkışmış domates kabuğu gibi imgeler, sessizliğe bürünmüş bir kasabada hayatın göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

SESSİZLİĞİN GÜCÜ

Petya, askerler tarafından katlediliyor, sağır olduğu için o duymuyor belki silahların sesini ama kasaba duyuyor, görüyor, hiçbir şey elden gelmiyor. Ve sonrasında yaşananlar şöyle anlatılıyor:

“Ülkemiz ertesi sabah uyandı ve askerleri işitmeyi reddetti.

Petya namına, reddediyoruz.

Sabah altıda, askerler sokak arasında kızlara iltifat ederken, kızlar onların yanından geçiyor, kulaklarını gösteriyorlar. Sekizde, fırının kapısı asker İvanov’un suratına kapanıyor, oysa en iyi müşterileri. Onda, Galya Ana tebeşirle KİMSE SİZİ İŞİTMİYOR yazıyor askerlerin barakalarının kapılarına.”

Kasaba halkı sesleri hiç duymayan Petya için, sesi duymayı ve ses çıkarmayı reddediyor bu protesto biçimi aslında size yönelmiş ordunun, devletin sesine karşı sessizliği koyarak, onları yok saymak anlamına geliyor. Çünkü düşününce bize yönelen otoriter ses, bir bakıma varlığını sesini yönelttiği bedene borçlu, onları duymak sesi kabul etmek, cevap vermek varlıklarını da tanımak anlamına geliyor. Kasabalıların  reddediş biçimi, bu nedenle önemli bir mesajı saklıyor bana kalırsa. “İşitmemiz zayıflamıyor ama içimizde sessiz bir şey güçleniyor” deniyor sonrasında metinde, otoritenin güçlü sesinin bastırılması, kasabalıların kendi içlerinde, dışa çıkarmayı reddettikleri sesi güçlendiriyor, kolektif sessizlik, yaşamı boğan asker gürültüsünü, silah sesini bastırıyor.

Elbette bu sessizliğin bir karşılığı oluyor:

“Bu ilk gün,

askerler barmenlerin, muhasebecilerin, askerlerin kulaklarını kontrol ediyor-

sessizliğin askerlere ettiği kötülükler…”

Askerler sesi bastırdıkları gibi sessizliği de bastırmaya çalışıyorlar hatta bir salgın hastalık olduğunu düşünüp karantina ilan ediyorlar, sokaklara işitme kontrol noktaları kuruyorlar ama bu eylem birbiri ardına sıralanmış ve aynı şekilde giden günleri değiştiriyor çünkü hiçbir şeyin aynı kalmayacağını bildiğin zamanlarda, sessizlik bile bir şeyleri değiştirme gücü verebiliyor. İlya Kaminsky, metinde belki de bunu göstermeye çalışıyor çünkü sesin kurtarmadığı yerde sessizlik gücü toplamaya vesile olurken, otoriteleri endişelendirmeye yetiyor çünkü seslerinin ulaşmadığı bir topluluk, gücü elinde bulunduranlar açısından onlara karşı söylemlerini yayamayacakları anlamına gelebiliyor.

YAŞAM DEDİĞİMİZ ŞEY

“Ölü oğlanın bedeni hâlâ yerde yatıyor…

Kasaba halkı kollarını birbirine kenetleyip bir çember, o çember çevresinde bir çember daha ve bir çember daha oluşturarak askerleri oğlanın bedeninden uzak tutuyor.

Sonya’nın ayağa kalktığını görüyoruz (içindeki çocuk bacağını düzeltiyor). Biri Sonya’ya bir pankart vermiş, başının üstünde onu tutuyor: İNSANLAR SAĞIR.”

Bu dizelerde dikkat çeken iki durum var. Bir yanda yerde yatan Petya’nın ölü bedeni, diğer yanda Sonya’nın içinde büyüyen yaşam. Başta bahsettiğimiz gibi, metinde yaşam ve ölüm ikiliği sık sık karşımıza çıkıyor. Savaş altında yaşayan bir kasabada, ölüm hayatın yanı başında ancak insanlar bir şekilde yaşamı sürdürüyor ve şöyle düşünüyorsunuz, yaşam dediğimiz şey biz onun hangi ânında olursak olalım kendi imkânını yaratıyor. Bir yerde biri ölüyor başka bir yerde bir kadının bedeninde başka bir yaşam büyüyor, bir yerde bir çiçek açıyor, başka bir yerde de karıncalar kışlıklarını yüklenmiş taşımaya devam ediyor. “Sağır Cumhuriyet” kitabının alt metninde bunu da görüyoruz. Başımıza ne gelirse gelsin bir yerlerde sürüp giden başka bir yaşam olduğunu hatırlamak, umutsuzluğu sabit olarak görmenin önüne geçerken, insan türüne de yaşama dair kudreti anımsatıyor. Kendi okuma deneyimimde bu kitabın hissettirdiklerinden birinin bu olduğunu söyleyebilirim en azından.

KADINLAR ve KUKLACILAR

Kitapta, kasabalı kadınların şiiri, “Galya Ana”nın hikâyesiyle örülüyor, kadınlar işaret diliyle askerleri kandırıp, tiyatronun perdelerinin ardında  kukla ipiyle boğuyorlar, kuklaların ipi, otoritenin elinden kadınların eline geçince işler değişiyor çünkü ipi başkasının elinde olmaktansa, onu eline almak direnmenin bir yolu değil mi? “Güzeldir Vasenka’nın kadınları, güzel. Merhaba sevgilim. Kapı açılıyor ve askere içeri girmesi için işaret ediyor…” Kentin kuklacıları da bu eyleme katılıyor böylece sanatçılar ve kadınlar askerleri tuzağa düşürerek onları kendi dilleriyle, hiç söze hacet bırakmadan yok etmenin yolunu buluyorlar bu şöyle anlatılıyor:

“Galya’nın tiyatrosunun sahnesinde, bir kadın utangaç dizlerini örtmek için eğiliyor, askerlerden oluşan seyircilere dekoltesinin bürleskini gösteriyor.

Etrafında sahne kararıyor. Kuklacılar yeni bir boğulmuş askeri bir sokak arasında sürüklüyor…”

İlya Kaminsky’nin, “Sağır Cumhuriyet” adlı kitabı, Selahattin Özpalabıyıklar çevirisiyle Harfa Kitap tarafından basıldı. Kitapta sesi duymak mı duymamak mı, ses vermek mi sessiz kalmak mı sorusu üzerine düşünüyoruz, Vasenka adlı kasabada yaşayan insanların sesi reddedip, işaret diliyle, sadece kendi anladıkları bir dil ile savaşa direnme çabalarına tanık oluyoruz. Kaminsky’nin kitabı hem biçimsel olarak hem de sorunsallaştırdığı konu açısından üzerinde durmaya değer fikrimce, ayrıca yazarın bu metin için on beş yıl çalıştığı düşünülürse, her dizenin yerini bulmak konusunda gösterdiği emeğin de hakkını vermek gerek. Metin, sağır bir çocuğun ölümüyle başlayan ve yaşamı rutininin dışına çıkaran bir direnme hikâyesi olarak da okunabilir. Savaş ortasında yaşamı düşündürme çabası da kitabın etkilendiğim bir yanı oldu, metnin barış günlerine dair yazılmış kısmından dizelerle bitirelim:

“Hepimizin yapması gerekiyor hâlâ, dişçiden randevu almak,

bir yaz salatası yapmayı hatırlamak

gibi ağır işleri: fesleğen, domates, ne mutluluk, domates,

birazcık da tuz ekleyin…”

Dipnot

1. İllich, İ., (2019), “Geçmişin Aynasında ‘Onurlu Sessiz Kalma Hakkı’”, s. 29, (Çev. Oya Tuğçu Özağaç), İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi. 

Tüm yazılarını göster