Sevim’i çok sevdim. Kısacık, güzelim ömrünün son 1,5 yılına denk gelen arkadaşlığımızda, yaşarken de bunu biraz olsun hissettirebildiğimi umuyorum ona. Öyle olmasaydı belki yine ardından yazmak isterdim ama ölümün kesinliği karşısında kelimelerin boşunalığı daha çok keserdi sözümü. Bence sevgiyi göstermek gerekir çünkü. Sözlerle, davranışlarla, kendi meşrebimizce ama karşı tarafın hissedebileceği biçimlerde sevgiyi kaynağına duyurmak gerekir. Yazar yaşarken okunmak, bir TV programcısı yaşarken seyredilmek, yaptığı ve olduğu şeyle “görülmek”, herkes sevilmek ister. Sevgiyi alma ve verme becerisi çok sakatlanmamışsa, istisnasız, her insan evladı.
Dünden beri ardından yazılan onca güzel sözü okuyunca “Sevim yaşarken bunca sevildiğini biliyor muydu?” sorusu çoğumuz gibi benim de aklıma düştü. Çok cool bir insandı, kelimenin en “mışgibilik”ten uzak, bir dönemle, modayla ilgili olmayan anlamıyla cool. Varlığı tümden bir serinlikti. Başlı başına bir karakter olan kendine özgü sesinden olaylara, yaşama ve ölüme bakışına değin, hareketli, esen bir varlık. İçinde yaşamın ateşini de barındıran, uyuşturmayıp uyandıran bir serinlik.
Gündemle ne derece ilgili görünürsem görüneyim olayların soyut yanıyla her zaman “gün”den daha ilgili olmuşumdur. Benzeyen, ruhen yakın yanımız pek çoktu bence ama Sevim bana kıyasla daha dünyevi biriydi. Asla dünyeviliğin günlük çıkar, kendini gözetmek, nabza şerbet yönlerini kastetmiyorum bununla. Hatta tam tersi. Bizim camiada tanıdığım en çıkarsız, klansız, güvenilir insanlardan biriydi. Tanıştığımız anda bunu hissettirdi. Ömür boyu hayatımda kalsın, onunla uzun gezintilere çıkayım, saatlerce havadan sudan bahsedelim, önüme düşen bir başlıkla ilgili arayayım çene çalalım, aşktan, hayattan ve hayallerden bahsedelim istedim. Çağımızın sonsuz gürültüsünde bu öyle ender bir duygu ki. Kısa bir süre hayatımda kalmış olsa da bu eşsiz duyguyu tattırdığı için bile olsa, asla unutmayacağım onu.
“İnsan bir dostunun biyografisini yazarken bunu hayattan onun öcünü alıyormuş gibi yapmalıdır.” Flaubert’in bu müthiş sözü her anmada aklıma gelir. Yara çok sıcak, çok üzgünüm, aslında bu yazıyı yazmaya hazır değilim. Ama şimdi herkes ondan bahsederken, hayatımda tanıdığım bu en “taze” insanlardan birinin gidişi önümüzdeki hafta eski haber olacak. Çağımızın bu yönünden içtenlikle nefret ediyor ve herkes duymaya hazırken kendi bildiğim, görebildiğim kadarıyla Sevim’i anlatmak istiyorum. Bu birbirine olabildiğince zıt, iç içe iki duyguyla yazıyorum.
İnsanlar ikiye ayrılır: Her durumdan kendine bir avantaj çıkaranlar, avantajlı oldukları durumları bile dezavantaj haline getirme kapasitesine sahip olanlar. Sevim kesinlikle ikinci gruptandı. Asla yıkıcı ya da öz yıkıcı değildi. Hayatının büyük acılarla geçen son günlerine kadar üretken, çalışkan, toksik olmaktan alabildiğine uzak, onu sormak için aradığınızda bile tutup bir derdinizi rahatlıkla anlatabileceğiniz biriydi. Herhangi türden bir sağlıksız narsisizme inanılmaz derecede uzaktı.
Sevim’i yıllardır uzaktan tanıyordum, her şeyiyle ortada olduğu halde kendini çok açık eden biri değildi. Dün Aylin Aslım bir tweet'iyle çok güzel ifade etmiş, “asla kendini çok ortalara atmadı”. Başka bir ülkede, başka bir dünyada yaşasak zaten atması da gerekmezdi, öylesine özel, ışıltılı bir varlıktı ki.
Ortak bir dostumuz var, onun gibi değerli, varlığı bu tuhaf ülkede nadirattan, Murat Aykul. Özel televizyonculuğun erken dönemlerinde bu ikilinin beraber ürettikleri işlere ve süren dostluklarının zenginliğine hayranım. Sevim onlarca program yaptı, Cosmopolis, Sinematik Portakal gibi çok öncü işlere imza attı. Kendine özgü görme biçimiyle çok güzel yazılar yazdı. Bu içerik çöplüğünde bir ay öncesine kadar bile hâlâ program yapıyordu, hep zevkle izliyordum. Bakışı tazeydi, anlatabilecekleri çoktu, gündemsel bir mesele patlak verdiğinde fikrini merak ettiğim az sayıda insandan biriydi. Buna rağmen Gezi bahanesiyle medyadan düşürüldüğü günlerden itibaren gündemde değildi. Hiçbir şeyin kıymetini yaşarken bilen bir ülkede değiliz ve bunun gücenikliği insanlara er geç bulaşıyor. Sevim bu acılığı da hiç yaşamadan ya da göstermeden, hiç şikâyet etmeden tüm cool'luğuyla gitti. Ölümü karşılamadaki zarafetine bakarak yaşamı karşılayış biçimine hayranım. Hiçbir yanıyla çıtkırıldımlık içermeyen, “drama queen”likten fersah fersah uzak, tam bir kraliçe zarafetine sahipti. Bizimki kadar sevme, özdeğer, değer, iltifat fakiri toplumlarda bunun kıymetini ne erkekler ne kadınlar bilir. Bu nedenle Sevim’in sevildiğini bildiğine emin olduğum kadar hayattan hak ettiklerinin yüzde birini bile alamadan gittiğini bildiğini de eminim. Çok gerçekçiydi. İşin yukarıda bahsettiğim “öç” kontenjanından bu kısım çok acıtıyor içimi.
Çok tatlı bir yanı daha vardı: Zaman zaman bir konu ilgisini çektiğinde bana yazı siparişi veriyordu, “şu konuda yazsana” diyordu. (En az üç yazımı Sevim merak ediyor diye yazdım bu son bir yıl içinde.) Herkes takdir görmemekten, güzel şeylerin takdir edilmemesinden, hasetten, kültürel çoraklıktan şikayet ediyor. Sonra kendi küçük dar alanında bunun tıpatıp benzerini üretiyor. Çağımızın bu şikâyet edenin ettiğini en çok yapma huyuna, tuhaf ikiyüzlülüğüne de bir yazısında ilk değinenlerden biriydi Sevim. Başka insanların ürettiklerini içtenlikle merak ediyor, paylaşıyordu. Mars’tan çıkan lafı eveleyip geveleyip kendine getirmeyenlerdendi. Fazla politik bir duruşu yok gibi görünüyordu ama var oluşu ve adil bakışıyla tamamen politikti bence. Dürüst, cesur, müdanasız, gerçek bir gazeteciydi. Gerçek fikir ve hayat ortaklıkları dışında hayatta hiçbir erkeğe yaslanmadığına eminim. Abicilik, dayıcılık oynamadığına, sevmediği herhangi bir insanı sever gibi yapmadığına eminim. Çok akıllıydı, özgündü, güzeldi ve güzelliği de kendine özgüydü, karizmatikti. Dünyanın başka herhangi bir yerinde böyle bir insan değil 48, 68 yaşında da TV’de olur, konvansiyonel medyada olamıyorsa bile sesini nereden duyurabiliyorsa yaptığı her şey hevesle izlenir. Adil olan budur. Adil bir ülkede yaşamıyoruz ve ardından ne kadar güzel sözler söylersek söyleyelim Sevim’i vaktinden çok önce potansiyelinin çok azına hapsettiğimiz gerçeğini hiçbir şey değiştirmeyecek. Bu öfkelendiriyor insanı.
Sevdiğimizi ve değer verdiğimizi söylediğimiz şeyler konusunda samimi olsak, Sevim hayatta olur muydu bilmiyorum, kanser gibi pis bir piyangoyu herhangi bir gerekçeye bağlamak saçma. Sadece bulunduğu ve anıldığı yerin çok üstünde olduğunu biliyorum.
Onunla bir bağ bozumunda tanıştık, tanıdığım en bahar insanlardandı. Hastalığını başından beri biliyordum, bu konuda çok az konuşuyorduk. Bir insanı seviyorsam o bunu mutlaka bilir ama sürdürülebilir arama sorma işlerinde o derece iyi değilimdir. Sevim’in özel durumunda bunu elimden geldiğince yapmaya çalıştım, sırf o zor zamanlarında yalnız hissetmesin diye değil, aynı zamanda kendim için. Az vakit olduğunu, gidince çok özleyeceğimi biliyordum. Düşüncelerini merak ediyordum, güzel sesini duymak mutlu ediyordu.
Zamansız gidişi tanıyıp da hastalığını bilmeyen birçok kişiyi şaşırttı. Hastalığını, onunla yüzleşmemeye dayalı herhangi bir nedenden “gizlediğini” zannetmiyorum. Elbette son süreçlere kadar iyimserdi. Artık olmadığında da, sosyal medyanın her şeyi olduğundan başka bir şeye çeviren tuhaf gürültüsünden uzak, geri çevrilmesi imkânsız ölümü, mümkün olduğunca yaşam serinliği içinde karşılamak istediğini sanıyorum. Buna da öyle büyük bir saygı duyuyorum ki bu yazdıklarımda bile fazladan bir “bilgi” vermiş olmak endişelendiriyor beni. İnsan artık o hayatta değilken bile sadece sevilmeye bu kadar yakışan birinin sevgisine “yamuk yapmak”tan tedirgin olur.
Sevim’i çok sevdim. Nasıl ve ne tür bir şaşkınlık, çağcıl gürültü içinde ifade edilmiş olursa olsun, dünden beri hakkında yazdığımız hemen hemen her şeyde hem gerçek bir sevgi hem de saygı gördüm. Bu üç günlük, kirli dünyada bırakılabilecek en onurlu izlenim de budur herhalde. Mekânın cennet olsun güzel dostum. Yaşadığım her gün gülümseyerek anacağım seni. Kalbimizde kal, kalbimizi onurlandır. Yattığın yer, senin gibi bahar olsun.