Sevim Korkmaz Dinç’le görüşme

12 Eylül sonrası kadın hareketinin öncü isimlerinden, vicdani retçi, yazar Sevim Korkmaz Dinç dün evinde gözaltına alındı. Dinç bir süre Barış Bloku eş sözcülüğünü yapmıştı.

Abone ol

Halim Şafak

DUVAR -  Vicdani retçi, yazar Sevim Korkmaz Dinç dün evinde gözaltına alındı. Dinç, bireylikler dergisinin mart-nisan sayısına verdiği röportajda ''Hesaplaşmadan ziyade yüzleşme, farkına varma olarak düşünmüştüm yazdıklarımı'' diyerek son kitabını ve dünya görüşünü ifade etmişti.

Sevgili Sevim Korkmaz Dinç;  “toplumsal belleğimiz, 12 EYLÜL ROMANLARINDA KADIN” adlı oylumlu çalışmanızı roman temelli bir değerlendirme olsa da edebiyatçının eksik bıraktığı bir hesaplaşmanın sonucu olarak anlamamız için epeyi belirti var. 

Yeni bir dünya kurma ideali taşıyan edebiyatçının kendisiyle yüzleşmesi olarak. Farkına varma da diyebiliriz. Çünkü yazarlarımızın metinleri kurgularken yazdıklarının altında ortaya çıkan ideolojinin bilincinde olduklarından emin değilim. Öyle olsaydı, yazdıklarında ortaya çıkan düşüncelerin, gerçek yaşamda savundukları ideoloji ile örtüşmesi gerekirdi. Ama bu her zaman böyle olmuyor. Edebiyat ürünleri bir kurgu olarak ele alındığından, bireyler kurgularda bilinçaltında yer eden daha mahrem, gizli kalmış düşüncelerini, ideolojilerini görünür kılıyor. Anlatılan hikâyeler yazarın gerçek düşün dünyasından kesitler sunuyor. Oysa aynı yazarlar söyleşilerinde daha yeni bir dünyadan bahsediyor.

Örneğin A. Ağaoğlu YENİS ile yeni bir insan adını kullanıyor, ama karakter tam da ataerkil özellikler barındırıyor. Bir diğer konu yazdıklarımızın toplumsal oluşumda ne tür değişimlere yol açtığı, nasıl kavrandığı ve taşıdığı ideoloji tartışılmıyor. Yazdıklarımızla yüzleşilmiyor. Son zamanlarda eserlerin feminist eleştirisi bir yenilik. Bu eleştiri eserlerdeki eril bakış açısını gözler önüne sermekle kalmıyor, edebiyat ve sanatın ideolojik aygıtlar olduğunun altını çiziyor. Bu kitapta ele aldığım konu da yazarın, darbe ve kadın erkek konusuna nasıl baktığının kodlarını çözmeye çalışmak.

 Kitap solu ve sol edebiyatı, öyle lanse edileni tartışma gibi bir amacı baştan sahipleniyor. Hatta genişlemeye eğilimli bir sol tartışma da yürütmeye çalışıyorsunuz.

Haklısın. Sol edebiyatı tartışmaya açarken, geleneksel ahlak anlayışı, eril dil, devlet ve militarizm ile arasındaki ilişkiyi sorun ediyor. Burada sorun lanse edilen sol edebiyatta. Ürettiğimiz her şeyde sürekli aynı şeyleri tekrarlarken buluyorum kendimizi. Daha önce söylenen ve yazılanların üzerine eklemek yerine, sil baştan yenilemek yoruyor insanı. Dayatılan ideolojileri tartışmadan, benzerliklerini ve farklılıklarını göz önüne almadan, ezberlenmiş bir söylem zinciri içinde yazmak ve eylemekteyiz. Bu da “hangi ideoloji”nin yaşaması için yazıyoruz sorusuna götürüyor bizi. Çokça duyduğumuz “edebiyat insanı anlatır, ben ideolojik bakmıyorum” sözcüğünün altını özenle çizmek istedim.

Bizler ideolojilerden arınmış değiliz ve olmayacağız da. Çünkü yaşadığımız toplumda karşılaştığımız her sorunu çözme becerisinin yoludur ideoloji bir bakıma. Bireysel sorunlarımızı çözmek için kullandığımız yoldur, siyaset. Bu nedenle yazmak eylemi, ideolojiktir ve yarını yeniden kurgulamaktır. Tartışmaya açmaya çalıştığım, yazma eylemi ile nasıl bir yarın kurgusu yaptığımızı, geleneksel olanı, erili nasıl var ettiğimizi göstermek bir bakıma. Militarizmin, şiddetin, güç ve zorun, cinsiyetçi bakış açısının olmadığı, her türlü ayrımcılığın ortadan kalktığı, birey hak ve özgürlüklerinin eşit olarak paylaşıldığı bir yarın mı düşlüyoruz, yoksa…

 Solun baştan beri bünyesinde bulundurduğu otoriterlik ile hem devlet hem de onun araçlarından orduyla kurduğu olumlu ilişki aynı zamanda bir türlü geriletemediği erilliğinin nedenleri arasında en başta yer alıyor.

Özetle “sol” diye adlandırdığımız ideoloji bir genellemeden öteye gitmiyor. Solda aynı kaynaktan beslenen ama yeni bir toplum inşasında farklı söylemler içeren birçok ideoloji varken, hepsini aynı adla seslendirmek de bu yanılgının nedeni belki. Marksizm, Anarşizm, Feminizm hepsi solda duran ideolojiler… Bizim taklit ettiğimiz sol, daha çok Sovyetlerde uygulanan biçimi. Oradan dünyaya yayılan ve pek de karşı çıkılmayan ya da karşı çıkışların görmezden gelindiği bir ideoloji. İçinde yeni bir “devlet kurma” barındıran, aile kurumunu devam ettiren ve devletin gücünü sözde “ezilenler” adına işçi sınıfı partisine veren bir ideoloji. Sosyalist Devleti var ederken, devletin tüm araçlarını- ordu, polis, aile kurumu- kullanmak zorunda kalmak büyük bir çelişki aslında. Güçlü bir devlet ideolojisi, zora ve güce dayanmadan nasıl ayakta kalacak?

Bu bir çelişki değil mi? Güçlü bir devlet, güçlü bir ordu, erilliğin devamını gerekli kılıyor. Devletin adı farklı olsa da, sömürünün, her türlü ayrımcılığın devamını sağlıyor. Eşitsizlikleri ortadan kaldırmıyor. Onu yeniden üretiyor. Kendi ideolojisinin karşısında duran her şeyi ötekileştiriyor ve yok etmek istiyor. Geleneksel aile kurumunu güçlendirmeye ihtiyaç duyuyor ve güçlendiriyor. Bu ise sistemin yeniden inşasından başka bir şey değil. Tek bir sol anlayışın tekrarı, güçlenmesi ve ideolojilerin tartışmaya açılmaması, sorgulanmaması solun devletle, orduyla ilişkisinde önemli bir neden. Özellikle edebiyat kendini bu tartışmaların dışına itiyor.

Belki de bu tartışma Türk uluslaşması ve solun vatanseverlik/yurtseverlik anlayışı da dâhil edilerek sürdürülmelidir.

Türk uluslaşması Osmanlı imparatorluğu içinde cılız da olsa gelişen, milli burjuvazinin güçlenme ideolojisi. Solun devletin yanında yer alması da yüzünü batıya dönen bu yeni devletin emperyalizm karşıtı olmasından kaynaklanıyor. Sovyetlerdeki gelişmelerden etkilenerek gelişen Türkiye solu, yeni ulus devleti destekliyor. Ama devlet, niteliği gereği güçlendikçe vatanseverlik, milliyetçilik söylemleriyle, ezen-ezilen çelişkisine göre var olur. Türkiye solu, devletle bağların koparılması, ezilenlerin birleşmesi, sınırların kalkması, ailenin sönümlenmesini savunmak yerine, yeni devleti savunuyor, onu değiştirebileceğini varsayıyor.

Ve kendini emperyalizme karşı ulus devletin savunucusu olarak buluyor. 12 Eylül darbesinden sonra gelişen ırkçı, cinsiyetçi, dinsel AKP iktidarından kurtulmanın yolunu, cumhuriyet ordusunda bulması gibi… Devletin, vatanın savunulmasının anlamını tartışmıyor. Almanya solu, ulusal bağımsızlığın korunması adına Rosa’yı katletti. Savaşa karşı çıkanları “vatan hainliği” ile cezalandırdı. Dünyada bunun birçok örneği var. Burada Türkiye solunun, vatanseverlik/yurtseverlik, uluslaşma süreci, devlettin ne olduğunu yeniden ve yeniden tartışmaya gerçekten ihtiyacı var. Zihinlerde var olan milliyetçi, cinsiyetçi geleneksel kodların deşifre edilmesi önemli.

 Örgütlenmelerin gerilemesi ile birlikte kendini geliştiren bireylik yazanın önünde büyük bir özgürlük alanı açtıysa da edebiyatçı bunu tekten örnekler dışında dünyayı değerlendiren bir eleştiriye ve karşı çıkışa dönüştüremedi.

Dünyayı değerlendirmek, ideolojileri eleştirmek ve yeniyi savunmak köklü bir bilinç, bilgi ve kişisel özveri gerektirir. Toplumsal bilinç ve bireysel bilinç paraleldir bir bakıma. Bireylerin toplumsal bilincin ilerisinde düşünmeleri sürekli bir eğitim, kendini denetim ve mücadele ile mümkündür. Bizim gibi kişisel hak ve özgürlükleri, gerçek demokrasiyi içselleştiremeyen, kendiyle sürekli yüzleşmeyen bireyin dünyayı algılaması, sözcükleri ezberlemekten öteye gidemez. Farkındaysanız, dünya vatandaşlığına dönüşme çabası verirsiniz, yoksa….

Roman değerlendirmelerinizden seksenlerden sonra kendini geliştiren anarşizm, feminizm gibi eğilimlerin daha çok kadınları etkilediği gibisinden bir anlam da çıkıyor. Anti-otoriter düşüncenin kadınların her anlamda özgürleşmelerinin -ortaya çıkanları tartışmak kaydıyla- imkânı olduğu bile söylenebilir.

Seksenler kadınlar açısından bir dönüm noktası. Fransız Devriminin kadın tarihinde bir dönüm noktası olması gibi. Seksenler, örgütlerin militarizme, şiddete, dinsel söyleme, eşitsizliklere karşı verdikleri mücadelenin başarısızlığının ortaya çıktığı dönem. Kadınlar bu dönemde içinde bulundukları, kendilerine sunulan özgürleşmenin ne olduğunun farkına vardılar. Örgütlerdeki cinsiyetçi yapıyı gördüler ve yazılan devrim tarihinin kendilerine yer vermediğinin, bakış açısının egemen söylemle aynı olduğunun altını çizdiler.

Bu daha önce bilinen ama dile getirilmeyen bir itirazın ortaya çıkışıydı. Eril otoriteye, cinsiyet ayrımına, aile kurumuna itirazdı. Sol örgütler de resmi ideolojilerde olduğu gibi otoriterdi ve cinsiyetçiydi. Arayış, geriye dönerek sürdü. Üstü örtülen, gizlenen ve seslendirilmeyen ideolojilerin var olduğu ortaya çıktı. Bu Anti- otoriter söylem, kadınların özgürleşmesine, yeni bir dil kurmalarına olanak tanıdı. Ötekileştirilen kadının yeni dile ihtiyacı vardı.

Kitap, romancı olduğunuzu unutmadan belirtirsem, bir yanıyla içeriden bir 12 Eylül okuması gibi de duruyor. O yüzden eleştirmekten çok değerlendirmeyi tercih etmişsiniz hatta dili de buna göre kurmuşsunuz.

Konu roman olunca, yazar ve kurgu arasındaki ilişkiyi göz ardı etmek istemedim. Kendimi eleştirmen olarak değil, yüzleşmeye, farkına varmaya davet eden bir dil kullandım. Ama yeni eleştirilerin, tartışmaların, araştırmaların gelişmesi en büyük dileğim.

12 Eylül sonrasına bakarak kadının hem birey hem de anne olarak ödediği bedelin ve verdiği mücadelenin erilliğin gölgesinde kaldığını ve değerlendirme konusu edilmediğini bir kez daha iddia edebiliriz sanıyorum.

Şimdi bir kaos dönemi yaşıyoruz. Eril sol örgütler eski gücünü yitirdi. Gündemi oluşturamadıkları gibi, geleceğe ait gerçek bir mücadele programları da yok. İktidarın eril söylemi herkesi peşinden sürüklüyor. Egemen eril söylemle sol örgütlerin kadına, aileye bakışları paralel gidiyor. Sol örgütlerin, bu eril dille önderlik etmeleri çok zor. HDK, HDP gibi örgütlenmelerin söylemleri bunu gösteriyor. “Yeni bir Yaşam” sloganı bana göre bunun altını çiziyor, ama bu da içinde değişik çelişkiler barındırıyor.

Kadınların eril ideolojiye karşı verdikleri savaş, örgütler tarafından yalnız bırakılsa da görmezden gelinemiyor. Bugüne kadar gelen eril söylemlerini terk etmeye zorlanıyorlar. Örgütlerin bir yanda yüzleşmeleri gereken eril tarihleri var, diğer yandan değişmek zorunda olduklarını biliyorlar. Cinsiyetçiliğe, dinsel söylemlere, feodal ahlak anlayışına karşı, nasıl bir mücadele geliştireceklerini yeniden gözden geçirmek zorundalar. Kadınların mücadelesini görmezden gelerek eskinin devamını sağlamaya çalışsalar da, eskiden düşman kabul ettikleri feminizm sözcüğünün günümüz diline tercümesi “toplumsal cinsiyet” kavramı hepsinin diline yerleşti. Ve devrimciliğin ilkelerinden biri haline geldi.

Ancak Eril iktidar, kadın mücadelesinin farkında ve bunu zorla bastırmak için her şeyden yararlanıyor. Kadınları eve kapatmanın yollarını arıyor. Ama dinsel söylemlere sığınan iktidarın da işi zor. Yoksa kadınlar için “pembe otobüsler”, ayrı plajlar, ayrı parklar neden yapsın. O da kadınları evlere kapatamayacağının farkında. Tüm gücünü ailenin güçlenmesi için kullanıyor. Kadına karşı uygulanan şiddeti besliyor. Ama nereye kadar…

Günümüz dünyasına bakarak söylersem sanat edebiyatın insan cinslerinin ve halkların eşitlik ve kardeşlik talebini tekten örnekler dışında uzun süre gelecek projesi olarak bile arzu etmesi zor görünüyor.

Edebiyatın ve sanatın gelecek projesi olması için, yapısı gereği edebiyatı bir ideoloji olarak kabul edilip ele alınması gerekir. Bu da çok zor…

12 EYLÜL ROMANLARINDA KADIN

Sevim Korkmaz Dinç 12 Eylül sonrasını ele alan iki romanından sonra romancı olarak 12 Eylül ve sonrasını eksen alan romanların bir bölümünü “Toplumsal Belleğimiz,12 Eylül Romanlarında Kadın” adlı kitabında değerlendiriyor. (İlya,2016) Yazar kitabının birinci bölümünde erilliği ve onun inşasını geçmiş üstünden tartışma konusu ederken bunun sanat edebiyattaki genel karşılıklarına ve yansımalarına da bakıyor ve hesaplaşıyor.

Kitabın ikinci bölümü ise 12 Eylül’ü yaşananlar ve dönem üstüne yazılan romanlar üstünden Marksist feminist bir bakış açısı geliştirmeye çalışan değerlendirme olarak anlanabilir. Burada değerlendirme arzusunun yazarın oluşturmaya çalıştığını yer yer kişiselleştirdiğini ve bunun da değerlendirmeye bir deneme tadı kattığını belirtmeliyiz.

Kitap ele aldığı konularda eleştiriden çok olumlu olumsuz değerlendirmelerle kendini gerçekleştiriyor. Sevim Korkmaz Dinç en azından eleştirel olanın sertliğinden ve acımasızlığından uzak duruyor. Kitap büyük ölçüde bir dönem tartışması yürütürken bunu feminizmle kurduğu ilişkiden dolayı yer yer sola dönük bir değerlendirmeye de dönüştürüyor. Bu sayede Sevim Korkmaz Dinç bir yandan 12 Eylül ve sonrasında solun durumunu romanlara bakarak ele alırken bir yandan da Marksizm’e yakın duran bir feminizm ile ele aldığı romanlardaki kadın olgusuna bakıyor.

12 Eylül’de yargılanmış ve hapiste yatmış başka bir deyişle dönemin acılarını yaşamış ve yakından tanığı olmuş biri olarak Sevim Korkmaz Dinç sol örgütlerdeki erkek egemenliği ve cinsiyetçi ideolojinin özellikle kadınlar üstündeki olumsuz etkilerini söz konusu ederken bir yandan da özellikle kadın yazarların romanları üstünden kadınların döneme ilişkin tavrını ve direnişini de belirginleştirmeye çalışıyor.

Bu dediğimiz kimi yerde romanlarda kadınların özne olarak var olup olmadığı gibisinden bir tartışmaya doğru gidiyor. Bu noktada yazarın Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır” romanına ilişkin erkeklerin özne kadınların birinin sevgilisi, karısı, annesi olarak görüldüğü ve öyle anlatıldığı saptaması döneme ilişkin genelleştirilebilecek bir düşünce gibi de duruyor.

12 Eylül sonrasında feminizm, anarşizm gibi anti otoriter eğilimlerin sol çevrelerde öncelikle kadınları etkilediğini onlarda anti otoriter ve cinsiyetçiliği sonuna kadar reddeden bir bilincin oluşmasına katkıda bulunduğunu ve bunun kadın hareketinden sonra kadın yazarların romanında kendini ifade ettiğini biliyoruz. Ama bu dediğimizin tamamıyla eşitlik talep eden bir dile yol açtığını iddia etmek zor.

Sevim Korkmaz Dinç de bunu söylemiyor ama kadın yazarlardaki bunu karşılığının altını olumlu anlamda kalınca çiziyor. Bunun karşısında ise Ahmet Altan gibi popüler romancıların romanlarını da tartışmaya dâhil ederek erilliği ve sola dönük düşmanlığı tartışma konusu ediyor.

Latife Tekin, Adalet Ağaoğlu, Feyza Hepçilingirler, Oya Baydar, Ayşegül Devecioğlu ve Süheyla Acar’ın romanları üstüne söylenenler ise kadın romancıların 12 Eylül’den sonra feminizm ilgileri kadar ve onun üstünden bir 12 Eylül ve erillik tartışması yürüttüklerini de gösteriyor.

Sevim Korkmaz Dinç’in belirttiği gibi 12 Eylül ve sonrasını ele alan romanların bir kısmı bütün zaaflarıyla 12 Eylül öncesini yüceltirken özellikle popüler romancılar nerdeyse bu tartışmayı 12 Eylülden çok sola saldırmaya ve reddetmeye dönüştürdüler. Kadın romancılar burada feminizmden güç alan bir tavırla 12 Eylül’e dönük eleştiri ve karşı çıkışı daha da geliştirerek hem devleti hem de onu temsil eden erilliği tartıştıkları gibi sonuna kadar da reddettiler.

Sevim Korkmaz Dinç’in kitabının kadın romancılarının bu yanını büyük ölçüde ortaya çıkarıp haklarını teslim ettiği bunun karşısında erkeklerin her bir şeyi belirleyen cinsiyetçiliklerinin yansımalarının da altını kalınca çizdiği söylenmelidir. Öte yandan ele alınan romanlar üstünden söylenenlerin bir ucuyla sol içi bir tartışmayı kışkırttığını ve sol temelli bir feminizm tartışmasına katkıda bulunduğu da belirtilmelidir.

Yanı sıra solun devlete ve militarizme dönük ilgisinin ve günümüz ideolojilerinin kendisini ve yazdıklarını belirlemesine izin veren çevrenin tavrının 12 Eylül sürecini hala yaşamakta olmamızla yakından ilgisi olduğunun ortaya konmasının ayrıca önemli olduğu da muhakkak belirtilmelidir.

Bu romanlar tamamıyla eleştiri temelde ele alınsaydı kuşkusuz çıkacak olan sonuçlar biraz daha farklı ve dil daha acımasız olurdu. Bu noktada Sevim Korkmaz Dinç’in romancı olmasının burada belirleyici olduğunu düşünüyoruz. Sevim Korkmaz Dinç‘in bu çalışması yine kendinin demesiyle “12 Eylül’ü her yönüyle yaşayıp ağır bedeller ödeyen, sessizleştirilen, ötekileştirilen, çok okuyan ama yaşadıklarını, biriktirdiklerini yazamayan” bu kuşağı yazma ama ondan çok direnme konusunda umarız kışkırtır.

Kaynak: bireylikler, sayı 67, Mart-Nisan 2016