Çocuk gürültüsü dediğin ne ki, bir kulaklık takmaya bakar. ‘Odaya asılı tüfek’ patlamadan önce, içimizdeki tahammülsüz yetişkini susturmak esas mesele…
Siyasi ve ekonomik gündemin yarattığı bunaltının toplumsal alana yansımaları çok tuhaf. Yakın zamana kadar ‘distopya’ benzetmesi işliyordu. Son günlerde gerilim, korku, kara film toplumsal ruh hallerimizi daha iyi karşılayan türler halini aldı.
Bu tür filmler, romanlar, nasıl başlar, bilirsiniz. Her şey ‘huzursuz bir normallik’ içindedir önce: Akarsu berraklığı değil kuyu durgunluğu, bataklık bungunluğu vardır. Kötücül olan orada, uykudadır, hayat onun bir adım ilerisinde akar. Sonra kuyuya bir taş düşer. Peşinden bir tane daha. Daracık kuyunun karanlığı sonunda bütün hikaye evrenini kaplar, oradan bir çıkış yolu aramaya başlar kahramanlar. Çoğunlukla da çırpındıkça batarlar.
Bu hikâyelerde olaylar önlenemez biçimde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı ilerler. Çok basit bir şey başlatabilir bu gidişi. Sıradan bir karşılaşma, başkasının şahsi alanına destursuz bir giriş, ufak bir yoldan çıkma… Yalanlar yalanları, cinayetler yeni cinayetleri doğurur. Olayların çığrından çıkma hızına, sıradan görünümlü bir insanın kötülükte eli ne kadar büyütebileceğine şaşar kalırsınız. Bir yandan da hep daha kötüsünü bekler hâle gelirsiniz.
İşte bunun içinde yaşamaya başladığımızı düşünüyorum artık. Black Mirror falan karşılamıyor artık hayatı. Her şey buz gibi ‘şimdi, burada’ ve gerçek. Hikayenin yeni sezonunun son günlerdeki teması, çocuklar. Çocuklar, evet!
Çoğu insanın mali açıdan önümüzdeki yılı bile göremediği berbat bir ekonomik krizin eşiğinde bayram tatili debdebesinden hiçbir şey kaybetmedi, biliyorsunuz. Gereğinde şişmiş kredi kartını tavada kızartıp yemeyi bile göze aldı da, kimseler tatilinden vazgeçmedi. Önceden yapılmış rezervasyonlar, alınmış biletler, aile yanı tatili, dövizin fırlaması sonucu olası yurt dışı seyahatlerin yurt içine yönelmesi vs. bir sürü somut açıklaması olabilir bunun. Ama bence cenaze evlerinde yaşanan gülme krizlerini anımsatan bir yanı da var. İnsan en bunaltıcı belirsizlik anlarında, büyük karamsarlıklarda yaşama bir biçimde tutunmak istiyor.
İşte bu bayram tatiliyle beraber bir çocuk tartışmasıdır başladı sosyal medyada. Mutlaka bir ya da birkaç kaynağı vardır, ben ortasına denk geldim. Çocukların gürültücülüğünden, arsızlığından, ebeveynlerin duyarsızlığından bahsediliyordu. Buraya kadar normal, aşırı tarafı şuydu: Üstüne basıla basıla “çocuklarınız sevimsiz!” deniyordu insanlara.
Sevimsiz çocuk yok mudur? Vardır. Çirkin kedi, albenisiz kuş da vardır. Birçok güzel kuş türünün önüne geçip edebi iktidarını ilan etmeyi başarmış popülist martı mesela, dünyanın en bet sesli yaratıklarından biridir. Ölmeden bütün dünyayı bastonuyla devirmek isteyen kötücül ihtiyarlar vardır. Çiçek, böcek, anne, çocuk, yaşlı bunların hiçbiri kutsal değildir. Kutsal, baban da değildir.
Tüm bunları biliriz ama sıkça hatta tercihen ifade etmeyiz. Çünkü sevilesi dertler kapsamına girerler. İnsanlara “çocuklarınız sevimsiz!” demeyiz. Dememeliyiz.
Neden? Ahlaki bir şey mi? Bilmiyorum. Dramatik bağlamını aşarak yaşamsal bir ilke olarak da tanımlanabilen meşhur Çehov sözü geliyor aklıma. “Oyunun başında duvara asılı bir tüfek varsa, oyun bitmeden önce mutlaka patlar.” Bu nedenle bazı meselelerde tüfekli odaya hiç girmemek gerek. Aşılması tehlikeli bazı çizgiler var dünyada. Ölünün arkasından konuşmamak (yüz yaşında eceliyle ölmüş kötülük mimarları istisna) sıradan yaşlılara “pis ihtiyar!”, çocuklara “sevimsiz!” dememek gibi. Bu derece ofansifliği, küstahlığı ne mizahla, ne aykırılıkla ne tabukırıcılıkla, hiçbir şeyle açıklayamayız. Kırılacak tabu mu kalmadı Allah aşkına? Kötülük, adaletsizlik, zalimliğin yaylım ateşi altında kapaklanacak yer bulamazken gücümüz çocuklara mı yetiyor?
‘Sevimsiz çocuklar’ ve dayanılmaz çocuk gürültüsü, her konu gibi üç beş gün içinde tırmandı da tırmandı. Bazı ünlü isimler de var işin içinde. Armağan Çağlayan’ın birkaç gün önce Twitter’da yaptığı bir paylaşım mesela. “Çocuklar ne kadar büyüdüklerinde çocuk ile tatile çıkılır? Buyrun tartışmaya,” demiş. Karşılık olarak bir anne “yaşam hakkı en çok çocukların” diye yazmış. Çağlayan da “Siz eğleneceksiniz diye benim yaşam hakkım ne olacak? Çocuğunuz sizin çocuğunuz, ben ağlamasına, kaprislerine neden katlanmak zorundayım?" diye cevap verince konuşma çığırından çıkmış gitmiş.
Bu tür tartışmalarla başlayan meselenin bir çocuk nefreti söylemine doğru yokuş aşağı gidişini şaşkınlıkla izlerken bugün kan donduran bir haber düştü önüme. İddialara göre İstanbul Pendik’te bayramın birinci günü bir adam, parkta oynayan çocuklara gürültü yaptıkları için ateş açmış.
Bir mermi 7 yaşındaki Hiranur’un sırtına saplanmış. Çocuk hayati tehlikeyi atlatmış ama ciğerine iki santim kala durduğu anlaşılan merminin çıkarılıp çıkarılamayacağına doktorlar karar verememiş. Zanlı savcılık tarafından serbest bırakılmış. Kötü senaryo gerçekleşseydi 7 yaşında bir çocuk hayatını kaybedecekti. ‘İyi senaryo’ya göre de sırtında bir mermiyle büyüme ihtimali var. Oyun oynarken gürültü yaparak psikopat bir yetişkinin ‘yaşam hakkı’nı gaspettiği için!
Bugünkü yazımın başlığı aslında ‘Sevimsiz çocuk olur mu?’ olacaktı. Yazarken karşılaştığım haber akışı değiştirmeme neden oldu. ‘Odadaki tüfek’, patladı diyebiliriz bu meselede. Hem de inanılmaz derecede kısa bir zaman içinde.
Bayramın hemen sonrasında dünyanın en büyük acısıyla baş etmenin en barışçıl biçimlerinden biri olan Cumartesi Anneleri 700. Hafta eylemine akıl almaz bir haksızlığın gölgesi düştü. O acıdan damıtılmış kara elmas biçimindeki Vedat Arık fotoğrafı, zihnimize bugünlerin resmi olarak kazındı.
Bunlar olup biterken, bir yandan da çocukların dayanılmaz gürültüsü ve Vedat Milor’un Twitter’da başlattığı “menemen soğanlı mı olur soğansız mı” anketi konuşuluyordu. Milor’u çok severim, bu koyu karanlık gündemde bazen menemen konuşmak da iyidir, olabilir. Ama anketin zamanlaması kötüydü. Neyse en azından çocuklar vurulmadı!
Çocuk parkında yaşanan dehşetle sosyal medyada dönen çocuk tartışmaları arasında doğrudan bir bağ kuramayabiliriz. Nefret yüklü bir çocuk tartışmasıyla bir psikopatın çocuklara ateş açmasının aynı günlere denk gelişi, tesadüfi olabilir. Yine de her türden tahammülsüzlük ve nefretin bir ucunun vahşet ve yok edicilik olduğunu göstermesi bakımından, anlamlı bir örtüşme gibi geliyor bu bana.
Kimse bir tatilde ya da seyahatte çocuk gürültüsünden ölmemiştir, tahminimce. İstanbul’dan Doha’ya gayet konforlu bir uçuşun başından sonuna, saniye sektirmeksizin saatlerce üç bebeğin senkronize ağlamasına maruz kalmıştım. İndikten sonra bile basınçtan tıkanmış kulaklarımın gerisinde bebek cırlamaları uğuldadı durdu dakikalarca ama sonunda geçti.
Bu bayram tatili dönüşü gece birde serviste tatlı tatlı uykuya geçecekken göğsüme aldığım darbeyle sarsıldım. Baktım, yanımda annesinin kucağında uyuyan lülüş bir çocuk. Uykusunda tekmeliyormuş. Yirmilerinin başında başörtülü annesi askılı bluzuma, boş yüzük parmağıma, kızıl saçlarıma, refleks olarak gerilen suratıma bakıp kızardı. Annenin mahcubiyetini ve uyuyan çocuğun masum güzelliğini görünce ‘çocuklu kadın yanında seyahat’ refleksim anında kayboldu. Yol boyu sohbet de ettik. Tahmin ettiğim gibi ev kadını değildi, çalışıyordu. Çocuğun iyi yetişip yetişmediğine dair kaygıları vardı. “El yordamıyla büyütüyoruz da işte ne hatalar yapıyoruz kimbilir,” dedi. Bir saatlik sohbette birbirimizin gözündeki muhtemel kibirli sekülerle başörtülü muhafazakar anne imgeleri silindi, biri çocuklu öbürü çocuksuz ama birbirinin yerine geçse benzer bazı sorunlar yaşayabilecek iki kadının sahici sohbeti kaldı.
Yüz yüze, ikili sohbette kötücül olan insan çok az. İki ordu değil iki insan karşılaşıyor çünkü. Herhangi bir türden mahalle, topluluk, ‘sürü’ davranışına girdiğinde ise insanlar çok zalimleşebiliyor. En ilkel kodlara, fabrika ayarlarına dönüyor, bir birlik kurma çabası her zaman bir üçüncüye, düşmana ihtiyaç duyuyor. Yetişkinler arasında bu vaziyetlere alıştık artık, tamam da çocukların tavırlarına karşı bu derece tahammülsüzleşmiş olmamızda bir sorun yok mu?
‘Başkalarının çocukları’ bize zor anlar yaşatabilir. Sonuç olarak bir gülüşleriyle dünya dertlerinin yarısını unutturma kapasitesinde olduklarından, o anların sevimsizliği silinir gider. Çocuklar, sevimsiz, şımarık, terbiyesiz ve saygısız da olabilir. Ama çocuğun kendisinden çok, onu yetiştiren ebeveynler ve toplum vardır tüm bunların arkasında. Ağalar, paşalar, prensesler olarak, temel saygı ve görgüden yoksun büyütülmüş çocuklar, şu kurstan bu etkinliğe koştururken bir dakika bile dünyayı kendi gözleriyle görme şansı elde edemeyen minik proje çocuklar, aile içi şiddet, sevgisizlik, ihmal kurbanı çocuklar… Tüm bu hengamede düşe kalka büyüyen bir insan yavrusuna kolayca ‘yaşam hakkımı, dinlenme hakkımı gasp ediyor sevimsiz!’ demekte derin bir sıkıntı yok mu?
Böyle şeyleri bu biçimde dile getirince daha cool, bağımsız, özel alan duygusu gelişmiş varlıklar olmuyoruz. Kendisi dışında bir şeye tahammülü olmayan, hayatı geldiği gibi karşılama konusunda beceriksiz, huysuz varlıklara dönüşüyoruz. Bir çocuğa kolayca sevimsiz demek, esas diyen yetişkini sevimsiz kılıyor bence.
Çocuk gürültüsü dediğin ne ki, bir kulaklık takmaya bakar. ‘Odaya asılı tüfek’ patlamadan önce, içimizdeki tahammülsüz yetişkini susturmak esas mesele…