Sabahın görece erken bir saatinde uyandım. Aşağıdaki parkta tek tük koşanlar ve bir de el ele tutuşmuş yürüyen bir iki çift var. Dün de böyleydi, önceki gün de. Sımsıkı el ele tutuşmuş çiftler. Çok anlaşılır bir şey aslında. Uçurumun kenarında durmuşuz. Tutunmak istiyor insan. Bir yandan da birbirine tutunarak uçurum kıyısında denge sağlamak kolay iş değil. Olsa olsa birlikte düşersin. Parktaki havuzun kenarına oturmuş olan bir baba, ayağını boş havuzun içine sallandırmış. İki üç yaşlarında bir çocuk geniş ve boş havuzda koşturuyor. Abisi de etrafında kaykay yapıyor. Yukarıdan bakınca distopik ve ürkütücü bir film karesi gibi. Yine de korona günlerinde olmasaydık her şey sıradanlığını koruyor olacaktı ve aynı görüntüyü hiç de distopik bulmayacaktım.
Evdeyse biz ikimiz, aramızda bir metre mesafe bırakarak oturma hakkımızı sadece mutfakta ve yemek yerken kullanıyoruz. Geri kalan zamanda ben genellikle salondayım, kendisi çalışma odasında. Çünkü vardiya sistemine geçilmiş olsa da o hâlâ işe gidip geldiği için tam karantina uygulayamıyoruz ve güvende hissedemiyoruz. Yaş bakımından ikimiz de burun farkıyla risk grubuna dahiliz. Benim ayrıca sağlık bakımından da bazı küçük risklerim var. Tabii bir de “rezillik” mertebesinde yaşanmış bir sigara geçmişim... Dünyanın bütün sigara paketleri birleşerek, “şimdi böyle mi olduk” diye sitem edebilir. Etsin. Umrumda değil.
Kısacası seviyorsan elini bırakacaksın ve imkanlar elverdiğince fiziksel olarak mesafeleneceksin ki herkes kendi dengesini kuracak, koruyacak. Toplumun çoğunun evde mesafeyi koruma imkanına sahip olmadığını da bilmiyor değilim. Bir odada kaç nüfus yaşayan var... Yine de bir kez daha söyleyeyim, imkanlar ölçüsünde mesafeleri korumak şart. Başkalarıyla fiziksel mesafesini koruma imkanı olduğu halde korumayan kişi, hastalandığında, hastaneye düşmesi muhtemel bir “imkansız”ın yerini çalıyor... Ölüyoruz heval! İspanya’da ölenlerin sayısı on bine dayandı. Türkiye’nin gerçek koronavirüs tablosunu ancak buralardan tahmin edebiliriz. Zira görülüyor ki bu konudaki bilgi şeffaflaşmayacak. Bilgi isteyene IBAN veriyorlar...
Hukuk, etik, özgürlük ve ilişkilere dair olanlar dahil, her konudaki bilgimizin bir kısmını ciddiyetle gözden geçirmek, bir kısmını askıya almak ya da başımızdan def etmek ve bir kısmını başka türlü yorumlamak gereken günlerdeyiz. Stuart Hall’den esinlenerek soracak olursam, insanların sokaklarda ölüp durduğu yerde kapalı alanlarımızda sürdürdüğümüz çalışmaların ve teorik tartışmanın önemi nedir Allah aşkına? Hall’ün önerdiği gibi, entelektüel çalışmanın politikaları üzerine düşünme çabasını ya da entelektüel faaliyetin kendisini, politik müdahalenin yerine geçirmekten veya ikisini karıştırmaktan da vazgeçmeliyiz.
Şöyle açıklamaya çalışayım; Cizre’de, Şırnak’ta ya da Sur gibi kent merkezlerinde sokağa çıkma yasakları olduğu dönemde, yaşam hakkı için ve sivil hayatların korunması için bu yasaklara isyan etmiştik. Şimdiyse evet tam tersini yapmamız, yaşam hakkı için sokağa çıkma yasağının ilan edilmesini istememiz gerekiyor. Bunun hukuk dışılığa, otoriterliğe, denetim ve gözetim fırsatına dönüştürülmesiyle de mücadeleye devam edeceğiz. Her şeyi her şeyle karşılaştırıp karıştırmaktan vazgeçmeliyiz. Başka örnekler de var; AIDS hastası veya HIV pozitif olanların toplumdan izole edilmesine karşı çıktık, çıkmaya devam ediyoruz. Fakat şimdi fiziksel mesafelenmeye ve birbirimizi koruyacak izolasyon tedbirlerine ihtiyacımız var. Bir kez daha, her şeyin her şeyle aynı olmadığı bir durumla karşı karşıyayız. AIDS tokalaşmakla, sarılmakla, yan yana oturmak ve uyumakla başkasına bulaştırılmıyor. Şimdiki durum başka ve tam tersi. Aynı “izolasyon ve fiziksel mesafe karşıtı” ilkeden yararlanamayız. Şimdi dışarıda ve temasta olmak öldürüyor. Ölüyoruz heval!
Bakmayın her sene gripten de aynı oranda insan ölüyor dendiğine. Dünyanın en saçma çıkarsaması bu. Diyelim ki bir ülkede gribe yakalanan her yüz kişiden biri ölüyor. Koca bir yılın sonunda da toplamda bin kişi ölmüş olsun. Şimdi ise korona virüsü nedeniyle bu sayıya birkaç günde çoktan çıkılmış durumda. Toplam vaka sayısına oranla sıradan bir griple aynı ya da daha az oranda ölümün gerçekleşmiş olması, durumun “grip” ile aynı olduğu olduğu anlamına gelmiyor. Oranlara ne bakıyorsunuz? Birkaç gün içinde gerçekleşen ölümlerin dar bir zaman ve uzama sıkışmış bir felaket olduğu açık değil mi? Matematikle aram hiç iyi olmadı, daha da uzatmayayım. Bir kez daha, her şey her şeyle aynı değildir... Ben bunu biliyorum.
Bu yazının başlığı Ankara’da aylar önce kadınlarla yapılan bir toplantıda ilham verici bir söz olarak kulağıma çalınmıştı. O esnada dalıp gittiğim düşüncelerden sıyrılmış ve kulak kesilmiştim. Bu söz şimdi dayanılmaz ağırlıktaki anlamlar yüklenmiş olarak beynimde yankılanıyor; “Ölüyoruz heval!” Bambaşka bir gerçekliği açıklama yeteneğindeki, iki kelimelik kocaman bir cümle. Sözün sahibi o gün ardı arkası kesilmeyen kadın katli vakalarıyla ilişkili olarak kurmuştu bu cümleyi. Şimdiyse hep birlikte buzdağına çarptık.
Evet. Dünyanın hali tuhaf bir biçimde Titanik’te yaşananları getiriyor akla. Gemi su alıyor fakat gemi ahalisi bildiği her şeyi bildiği yollardan ve bildiği sonuçlara erişmek üzere yapmaya devam ediyor. Zengin varlık koşullarını, yoksul yoksunluk koşullarını sürdürüyor. Öyle ya, ölüm kapıya dayandı diye “sınıf” değiştirecek değiliz. Ama hep birlikte batıyoruz. Bir de trajik son kaçınılmaz hale geldiği halde güvertede müzik yapmaya devam edenler var. Çok gerçekçi bir sahne. Kaygıdan kurtulma çabası...
Sırası gelmişken not edeyim, kaygıdan kaçış mekanizmasının en sağlam parçalarından biri de mizah sanırım... Komiklik üretmek ve gülmek... Korona etrafındaki mizah patlaması da bunu gösteriyor. Korona virüsü neşeli renkli toplara benzeyen elastiki görünümüyle oradan oraya zıplayarak hayatları karartırken, yaptığımız ve yapamadığımız her şey yerine bir kahkaha patlatıyoruz. Yoksa iç sıkıntısından patlayacağız... Buzdolabına güzelce istifleyip karbonat ve sirke ile yıkadığım patlıcanların içler acısı hâli gibi, patlayan canlar... Gerçi bir dahakine nasıl yapacağımı az çok anladım, Bülent Şık sirke filan da önermiyor zaten. Fakat isterseniz bulaşık makinasında sebze yıkamayı siz hiç denemeyin.
En çok da AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın söz ve icraatları etrafında mizah kopuyor. IBAN diyor, bir kahkaha tufanı. Konut kredisi diyor, bir caps bombardımanı... Niye gülüyoruz bu kadar? Gülünçlük nereden türüyor? Yine Henri Bergson’u hatırlayalım, evvelce de bu sütunda paylaşmıştım. Bergson, Kant’a referans vererek, gülmenin ansızın boşa çıkan bir bekleyişten doğduğunu belirtir. Filozof gülmenin ve komiğin felsefesini, düşüncelerini adım adım açarak ve açıklamalarının yetersizliğini de her noktada adım adım serimleyerek yapar (s.54-55).
Bergson’un şu söylediği çok önemli. “Gülmemiz her zaman bir grupla birlikte ortaya çıkar... Herkesin gözyaşları döktüğü bir vaaz sırasında adamın birine neden ağlamadığını sormuşlar, o da ‘Ben buranın yabancısıyım yanıtını vermiş’. Bu adamın ağlama konusundaki düşüncesi gülme konusunda çok daha doğru olacaktır” diyor Bergson. (s.14).
İlginç gerçekten. Dünya Meksika’dan Yeni Zelanda’ya varıncaya dek eve kapanıyor. Ev, sabun, el yıkama, alışveriş, sebze yıkama, fiziksel mesafe ve bu mesafeyi de kapsayan yeni sevgi ve dayanışma biçimleri... Bütün bunları herkes kendi kültürü içinden mizahlaştırıyor. İçindeki komiği çıkarıyor. Deneyim ortaklaştıkça gülünen şeyler de ortaklaşıyor. Bizim siyasetçilerin önlemler paketine dünya gülüyor. Biz de İtalya’da bir belediye başkanının İtalyanları izana davet etmesine gülüyoruz. Birlikte ağlıyoruz da...
Koronavirüs dünyasında hem bedenimiz dahil her şeyin yabancısıyız, hem de kimse “hiçbir yerin yabancısı” değil. Çok karmaşık... Bu duygudan güç almayı deneyebiliriz. Birbirimizin ellerini bıraktığımız noktada, kimsenin bir diğerinin “ev haline” ve “evdeki yalnızlığına” büsbütün yabancı olmadığı bir dünya düşüncesine tutunabiliriz. Birbirimizi böyle böyle yaşatabiliriz heval! Bilmiyorum...