Seyîd Rizo pîrî ma yo...

Mehmet Said Aydın msaydin@gazeteduvar.com.tr

Yükümü dengimi küçük bir valize sığdırıp Fatih Ekspresi’ne biniyorum Haydarpaşa’dan. Gece biniyorum, doğum günüm geliyor ama doğduğum gün o kadar sıkıcı bir tarihe rastlıyor ki, her defasında o gün doğmaya küfrediyorum. Gece yolculuğu yapacağımdan yolda doğduğum güne girilecek; Hızır Paşa henüz “hızlı tren” inşaatına başlamamış, trenin restoranında rakı servisi var ve hatta sigara içiliyor yemekli vagonda. Eşyayı bırakır, rakıya çökerim diye düşünüyorum Haydarpaşa’ya giderken. Yalnızım, İstanbul’dan Ankara’ya taşınırken yalnız olmam gerekir zehabındayım. Değil mi ki veda denen şey hep yorucudur.

Restoranın ilk mihmanlarından biri olduğumdan, henüz tenha ortalık. İki bu taraf, iki o taraf dört kişi oturabiliyor masalarda. Okuyayım için incecik o kitabı alıyorum yanıma, “Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden. Bir süredir içimi kemiren sorunlara değinmeden önce bu basit şeyleri sana bir kez daha dile getirme ihtiyacındayım sadece.” diye başlayan André Gorz’un Son Mektup/ Bir Aşk Hikâyesi isimli o incecik kitabı. O kitabı sonradan askere giderken de yanıma alacağım.

Bir küçük rakı istiyorum, Eylül de olsa kavun ve peynir yanına. Neden sonra iki adam geliyor, öteki masalar dolayazmış, “Oturabilir miyiz?” diyorlar nezaketle. Kaldı bir kişilik yer. Onlar da rakıya çöküyor, yaşları çok yakın birbirine, meğer dayı yeğenmişler. Dayı muhabbet ehli, yeğen gözlerini kısarak gülüyor dünyaya. Onlar da rakı istiyor, onlar da yanına kavun ve peynir. Bir zaman sonra kapıyorum kitabı, esnafmışlar, Ankara’ya yakın istasyonlardan birinde ineceklermiş, biraz yüklerini de almışlar ya, bu tren yolculuğu rakıyla çok daha güzel olmuyor muymuş? Sonra bir adam daha geliyor o boş kalan tek kişilik yere; babam yaşlarında, miyop gözlüklü, çok tertipli olduğu ötelerden belli, nezaketli biri. Tabii ki rakı istiyor.

Öğretmenmiş, Almanya’daki Türk okullarından birine görevli gidecekmiş, bakanlıkla bir işi olduğundan hiç sevmediği Ankara’ya seyahat etmek zorunda kalmış, hemen dönecekmiş, aslında biraz içmiş ama bu tren yolculuğu değil mi ki rakıyla güzelmiş. Muhabbet giderek kavileşiyor, herkes herkesle dostmuş gibi tırım tırım gidiyoruz Engürü’ye. Okul sebebiyle gittiğim, yükümü dengimi bu trene koyduğum, orada lojman yurt karışımı bir yerde kalacağım öğreniliyor. Saat 12’yi çoktan geçti, ayın 12’sini idrak ettiğimizi masada öğretmen olan fark ediyor. Suratı asılıyor. 1980 konuşuluyor şimdi; kasveti dağıtmak için, hiç aklımda yokken “Benim doğum günüm oldu ama 12’den sonra” diyorum. Bütün “yemekli vagon” şimdi doğum günümü kutluyor. Çantasından çikolata çıkarıyor yan masadakiler, arkada şarkı söyleyen öğrenciler Ahmet Kaya’dan “Doğum Günü”nü söylüyor işte, garson kulağım eğilip “Çok insan taşıdık ama kimsenin kimseyi tanımadığı bir kalabalık hiç böyle doğum günü kutlamamıştı,” diyor. Dayı yeğen sabaha karşı evveli durakta iniyor, kucaklaşıyor. Muallim uyumaya gidiyor, ben de “Nerede yaşayacağım acaba?” diye diye rakının sonunu getiriyorum. İnerken “Hesabını ödendi” diyorlar, kesin dayının işi. Saadetle iniyorum Engürü’ye.

Bir seneden az dayanabiliyorum okulun içindeki lojmanın küçücük odasına. Eren’le konuşuyoruz bir gün, yeni defter almışım, Kızılay’da üst kattaki kafelerden birinde bir şeyler yazıyorum. “Gelmemen hata, evde yalnızım zaten, eşyaya da hacet yok,” diyor. Yükümü dengimi o eve götürüyorum kış günü. Caddenin adı “Mahmut Esat Bozkurt”. Eren diyorum, biz bu adamın adını nereden hatırlıyoruz? Şimdi 1938 konuşuluyor.

Şuradan: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar hakikatı böyle bilsinler!” 19 Eylül 1930, Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı. Bu sözden 7 yıl sonra “Dersim Harekâtı” başlayacak, 38’de “tertele” yaşanacak, Sabiha Gökçen “Bombamın hedefleri benim gözümde insan değildir. Müteharrik birtakım hedeflerdir. Amirlerim bombayı atmakta vatani bir lüzum gördükten sonra bende askerce itaatten ve verilen vazifeyi tesirli ve iyi bir surette yapmaktan başka bir düşünce olmaz.” diyecek, “Dersim Generali Seyid Rıza”ya İzzet Paşa “Seyit Rıza siz misiniz?” diye soracak, o da “Dersim’de her meşe altında, her dağ başında binlerce Rızo var. Şu halde hangi Rızo’yu soruyorsunuz?” diye yanıtlayacak ve 70 bin insan kurşun, süngü, gaz ve uçaklarla katledilecek. Çünkü dost ve düşman, hatta dağların bildiği hakikattan Dersimliler habersiz bırakılmayacak.

Çayan Demirel’in “Dersim 38 Belgeseli”nde Dünya Ana söylüyor: “Gerçek gerçek, evliya evliya geziyorum, ağıt yakıyorum. Kimsiz kaldım, kimsiz kaldım. Kimse yok. Derdime yanak yok. Rica ederim. Halk halka ağlasın.”

2014 geliyor, deniyor sonra: “Artık gitmem gerek. Boğazıma kadar duvar, tam olarak böyle hissediyorum.” Tarih, tarihe ulanıyor durmadan. Seyîd Rizo pîrî ma yo...

Bu yazı 2014’te yayımlanmıştı.

Tüm yazılarını göster