Seyyidhan Kömürcü: Hayal kırıklığı iyi bir buluşma yeri
Seyyidhan Kömürcü'nün son şiir kitabı 'Kendinin Ağacı' Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kömürcü, "Terbiye edilmemiş dertler sanatsal üretimin tümüne, ama şiire ayrıca zarar veriyor. Konusuz bir mutsuzluk mükemmel olurdu ama mutsuzluğuna mutlaka bir konu buluyor insan. Yazarken de yaşarken de bağırmayan, ilk bakışta görünmeyen dertler beni daha çok ilgilendiriyor" dedi.
DUVAR- 2003 yılında Hasar Ayini’nin, 2012 yılında Dünya Lekesi’nin yayımlanmasının ardından geçen sekiz yılın sonunda şair Seyyidhan Kömürcü’nün son şiir kitabı 'Kendinin Ağacı' Everest Yayınları tarafından okura sunuldu. Şiirde imge, doğa ve ele aldığı temalar üzerine konuştuğumuz Kömürcü, "'Kendinin Ağacı' benim şiirimde tekrarlanamaz bir izleğe sahip. Bir daha bu kadar gerçekmiş gibi bir kitap yazmaya takatimin olacağını düşünmüyorum. Sevgili öznesi diğer kitaplarımın da genel olarak hayatımın da temel taşı. Fakat bu kitapta gelip ortaya oturdu. Yazmadan geçmeyecek gibi hissettim. Bunu yazmadan başka bir şey yazamayacağımı düşündüm. Tabii ki yazınca da geçmedi. Yıllardır mütemadiyen düştüğümü hissediyordum, bu o duygunun kitabı. Bu yüzden ayakları yere basanların ya da havada kalanların değil de düşüyormuş gibi hissedenlerin seveceği bir kitap. Bir düşme anı yani" diyor.
'Kendinin Ağacı', doğayla ve dertle örülmüş şiirlerden oluşuyor. Söze buradan başlayalım, doğa ne kadar ve nasıl yer ediyor şiirinizde?
'Kendinin Ağacı' imge olarak doğaya dair sözcükler barındırsa da odağında insan var. İnsandan ve insanın uydurduğu şeylerden (vicdan, aşk, ülke, sadakat, iyilik...) vazgeçmiş bir ses. Yaşantımızdaki doğa, (evimizin bahçesi, bilmem ne ormanı, şey dağları..) maalesef insanın hükmündeki yerler. Bu yüzden bize doğa olarak sunulan şeyler de hükümdarlarına, sözüm ona sahiplerine, dolayısıyla insanlara benziyor. İnsana benziyor ağaçlar, dağlar, ovalar... 'Kendinin Ağacı' insan sevmiyor, kökünden koparılmayı bekliyor.
Dert meselesi tehlikeli. Terbiye edilmemiş dertler sanatsal üretimin tümüne, ama şiire ayrıca zarar veriyor. Konusuz bir mutsuzluk mükemmel olurdu ama mutsuzluğuna mutlaka bir konu buluyor insan. Yazarken de yaşarken de bağırmayan, ilk bakışta görünmeyen dertler beni daha çok ilgilendiriyor. Mutluluğumuzu seçemiyor olabiliriz ama derdimizi, mutsuzluğumuzu özenle seçmeliyiz diye düşünüyorum, çünkü güzel dertlerin güzel ağız tadı var. Kitabın dertle ilişkisi de öyle.
'ORASI BURASI DİYE BİR YER KALMADI'
Şiiriniz 'ora'dan çıkan ve 'ora'yı aşıp kendi sınırını, belki de sınırsızlığını yarattı. Bu sınır ve sınırsızlığın sırrı nedir?
Ben epeydir kendimi de ora’yı, bura’yı da dümdüz edilmiş hissediyorum. Orası burası diye bir yer kalmadı. Her yer aynı oranda tatsız. Dünyanın mevcut insan malzemesiyle güzel bir yer olmadığı da olamayacağı da çok netleşti.
Peki şiir ne işe yarar bunca kötülüğün içinde derseniz, size sadece, anladığım kadarıyla şiir kötü bir şey değil diyebilirim. Şiirimin dolaşımda olmasını, okunuyor olmasını dünyayı kötüleyen sesine, yaşadığımız hayal kırıklıklarına bağlıyorum. Hayal kırıklığı iyi bir buluşma yeri.
BİR DÜŞME ANI...
Önceki kitaplarınızda okurun aşina olduğu temalar vardı: Baba, ev, ölüm… Buradaysa direkt cepheden konuşan ve karşısına ‘sevgili’yi alan şiirlerle karşı karşıyayız. Şiirinizde özne nasıl değişti?
'Kendinin Ağacı' benim şiirimde tekrarlanamaz bir izleğe sahip. Bir daha bu kadar gerçekmiş gibi bir kitap yazmaya takatimin olacağını düşünmüyorum. Sevgili öznesi diğer kitaplarımın da genel olarak hayatımın da temel taşı. Fakat bu kitapta gelip ortaya oturdu. Yazmadan geçmeyecek gibi hissettim. Bunu yazmadan başka bir şey yazamayacağımı düşündüm. Tabii ki yazınca da geçmedi.
Yıllardır mütemadiyen düştüğümü hissediyordum, bu o duygunun kitabı. Bu yüzden ayakları yere basanların ya da havada kalanların değil de düşüyormuş gibi hissedenlerin seveceği bir kitap. Bir düşme anı yani.
“ben her şeyi bir kişi okusun diye yazdım” diye bir dize var kitapta. Sanki hiç olmamış bir hikayede hiç olmamış birine yazıyordum. Hala da devam ediyor o olmayan şey. Okurun aşina olduğu temalardan şiirin imkanlarıyla uzaklaşmak istedim ama istediğim oranda uzaklaşamadım. Daha ayrıntılı, daha içli bir görüşme gibi oldu. Hep konuştuğunuz biriyle bu sefer sabaha kadar konuşmak gibi. İnsan neden sabaha kadar konuşur ki? Bitince de rafta değil, masada duracakmış gibi geldi bana bu kitap.
'ARTIK ŞİİR GİTMEYE DAHA ÇOK MEYİLLİ'
John Fowles’in 'Ağaçlar' adlı kitabına bir şiirinizde ithaf var, ne anlamalıyız bundan, ve genel olarak şiirinizi nelerle besliyorsunuz?
O kitap okuduğum son kitap. İyi de denk geldi. 'Kendinin Ağacı'nda anlattığım yerler o kitapta vardı sanki. Çok zarif bir tesadüfmüş gibi geldi bana. O yüzden son anda kitaptaki bir şiirde de ithaf olarak kullandım. Bir kitabın bizi başka bir kitaba göndermesi güzel bir duygu. Belki 'Kendinin Ağacı' da okuyanını o kitaba gönderir demek istemiş olabilirim.
Şiirimi beslemek konusunda da şunları söyleyebilirim: Öncellikle akıl ve ruh sağlığımın yettiği ölçüde bakabildiğim her şeye, karşılaştığım her meseleye biraz daha uzun bakarak, bir kere de şiir için bakarak şiire alan açıyorum sanki. Yukarıda da bahsettiğim kötülüklerden olmalı, artık şiir gitmeye daha çok meyilli. Kendimi onda tutmaya çaba sarf ediyorum. Şiiri ıslaklıktan, yanlış anlaşılmaktan, kötüye kullanılmasından, yani insandan korumaya çalışıyorum. Onu aşağı ya da yukarı çeken cümlelerden arındırarak, herkesle ve her şeyle yukarıdan ya da aşağıdan değil de göz hizasında konuşmaya, temas etmeye çalışıyorum. Ayrıca bu kitabın beslendiği ve hayatımda da önemli olan iki yer vardı. Birisi Mardin'di, diğeri de Gümüşlük Akademisi'nin Latife Tekinli bahçesi. Parıldayan bu iki yer sonsuz ilhamıyla aklımın ve kalbimin çalışmasına çok yardım etti.
'ÖLEMEMİŞ OLMANIN ÖFKESİ VAR'
'Kendinin Ağacı’nı tek bir şiir gibi okumak da mümkün diye düşünüyorum. Birbirini tekrar etmeyen ama birbirini büyüten dizelerle karşı karşıyayız. Diğer kitaplarınızın bir mevsimi olsa, çok uzun, çok sert bir kış derdim. Burada ise, yazdan sonbahara geçişi hissediyoruz. Hazır, doğa üzerine konuşmuşken bu bağlamda, şiirinizde kızgın bir yazın sakin ve iz bırakan bir sonbahara dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?
Çok güzel tanımlamışsınız bence. Dediğinizin etrafını dönen cümleler kurabilirim ben de. Bir sonbahar kitabı. Diğer kitapların mevsimi kıştı. Ama sakin miyim, kitap sakin mi emin değilim. İnsandan vazgeçmiş olmanın, ölememiş olmanın öfkesi var bence 'Kendinin Ağacı'nda. Günlerimiz öyle geçiyor zaten, herkeste bir son anda ölmemiş olmanın hikayesi var. Bu hikaye pandemiyle beraber gerçeğe de dönüştü. Gerçeğe dönüşen hikayeler kadar ürkütücü. Herkes kendine ait olmayan bir zaman diliminde sanki. “Kendinin Ağacı”nın tek şiir olarak okunabileceğine katılıyorum.
Günümüz şiirlerinde imgeden kaçışı görüyoruz. Sizin şiirinizdeyse en kuvvetli öğelerden birisi imge. Bunun yanı sıra dize yapınızda günümüz şiirine de uzak değilsiniz. Kadim şiir geleneğinde imgeye ve çağdaş şiire dair neler söylemek istersiniz?
Ben imgeden nereye nasıl kaçılır onu bilmiyorum. Bile isteye biçimsel ve imgesel bir yenilik arayışını da anlamıyorum. Her şeyi biz değiştiriyoruz sanıyoruz. Her şeye hükmettiğimizi, hayatımızı yönettiğimizi filan. Şiire de yeni bir biçim ve söyleyiş getirmemiz gerekiyormuş. Bunların hiçbirine inanmıyorum. Lirizmin içinde yüzen hayatlarımızda lirizmi; lirik şiiri, edebiyatı, müziği, sinemayı küçümsemeye giriştik. Sanat lirik bir şeydir, bize bunu ne unutturmuş olabilir. Şirket yönetir gibi roman yazılmaz, film yapılmaz. Sanat disiplini ile kapitalizmin disiplini karıştırılıyor. Kaldı ki uzun uzun hikayemizde kapitalizm bile lirik bir şeydir. İlk dertlenmesini dünyanın ilk derdi sanıp şiire sarılan, edebiyatla lirizmi çiğ bir biçimde birbirinden ayırmanın ortasını tutturmamız gerektiğini düşünüyorum. Biçimsel olarak da içerik olarak da tek ölçütümüzün “estetik” olması gerektiğini unutmamalıyız. “Güzel dertlerimiz olmalı” dediğim de oydu. Acıklı olmak zorunda değiliz ama dertli olmamız şart.
2003 yılında Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne değer görülen 'Hasar Ayini' adlı ilk kitabınız Varlık Yayınları tarafından basılmıştı. Bu yıl Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nün jüri üyesi oldunuz. Bu nasıl bir duygu?
Tabii bu her şeyden önce bir yaş alma duygusu. Ödül aldığım yıl jürideki herkes benim şimdiki yaşımdan, halimden daha büyük gibi geliyordu bana. Değilmiş. Şimdiki yaşımdalarmış.
O sene küçük İskender de vardı jüride, onun hüznüyle beraber heyecan ve sorumluluk da kattı hayatıma. Ödüle katılan dosyalardan bugünlerde çok güzel şiirler okuyorum.
'EHLİLEŞMEK ŞİİRE VE ŞAİRE İYİ GELMİYOR'
'Kendinin Ağacı’na uzanan yıllarda yazdıklarınız çok konuşuldu, tartışıldı. Şiiriniz sizden önce büyüdü, yaşlandı. 'Kendinin Ağacı' içinse olgunluk dönemi şiirleri diyerek el yükseltmek istiyorum. Peki, şimdi söz sizde; şair ne zaman büyür, şiir ne zaman yaşlanır?
Şair olgunlaşmadan ölür gibi geliyor bana. Ama son ana kadar da olgunlaşacağını düşünür. Şiirimin baştan beri benden daha yaşlı olduğunu hatırlıyorum. Söyleşilerde okurlar beni hep şiirimden genç bulurlardı. Şimdi birbirimize yetiştik sanırım. 'Kendinin Ağacı' dalından düşmüş şiirler olması hasebiyle bir olgunluğa denk geliyor olabilir. Ama bence geçici bir olgunluk. Çünkü yaratımdaki olgunluk ehlileşmeyi de barındırıyor. Ehlileşmenin şiire ve şaire iyi gelen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şiir de şair de yaşlanmasın yani. Şiir için üç gün bir yere gidemeyen şair, şairini üç gün bir yere götüremeyen şiir yaşlıdır bence.
Önümüzdeki günlerde okurlarınızı neler bekliyor?
Bir kısmını 'Kendinin Ağacı'yla beraber çalıştığım düzyazı bir metin var elimde. Yarılanmış gibi geliyor, her gün düşünüyorum, sıkı bir kapanmayla bitirebilirim. Roman diyecekler ona. Mardin'de geçiyor. Onu bitirmek istiyorum.