Sezen ve geri kalan her şey
Can Öktemer’in ilk romanı 'Hayat, Evren ve Sezen Hakkında', Haziran 2024’te Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
Köşe yazılarından tanıdığımız Ankaralı flanör Can Öktemer, kendine bir roman karakteri olarak baktığı 'Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’da, ana karakteri Cem Taner’in içinden, kendilik kavramına yabancılaştığı ve büsbütün kendi olduğu şekillerde sesleniyor bize. Kitap boyunca çektiği varoluş sancılarına, nihilizme göz kırpan diyaloglara yer vererek, gelecek ve geçmiş arasındaki o kocaman boşluğa, hayatının "şimdi"sine çağırıyor. Üstelik bunu iki ana bölümden oluşan kitabını tam ortasından Sezen’le bölerek yapıyor ve yaşama dair şöyle fısıldıyor: "Zaten hayatta her şey sadece bir defa olur ve biter. Yeniden yaşadığımızı sandığımız anlar ancak yanılsamadan ibarettir."
ÖPÜŞME EYLEMİ, EYLEMSİZLİK
'Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’nın iki ayrı bölümünü iki ayrı şekilde ele almamız gerekiyor. Bunun nedenini, Sezen’den öncesine baktığımız ilk bölüm boyunca ana karakter Cem Taner’le birlikte durgun sularda salınmamız, ikinci bölüm yani Sezen’in Cem Taner’in hayatına girişiyle birlikte suların çağlaması olarak aktarabilirim.
Peki ilk bölümde, durgun suların altında neler var?
Cem Taner’i Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde bulduğumuz ilk bölümün en başlarında, ana karakterin yüksek lisans tezini jüriye sunacağı anı kovalıyoruz. Cem Taner’le bürokratik engellere takılıyor, zamanı yanlış anda donduran saatin kadranına bakıp kalıyor, aksiliklerle kaybedilen süreyi Ankaray’la yakalamaya çabalıyoruz. Sonra Mülkiyeler Birliği’nde soluklanıyor, daha sonra da Cem Taner’in çocukluk arkadaşları ile rakı kadehlerini tokuşturuyoruz. Yani ilk bölüm boyunca sıradan bir hayatın içinde, Ankara’nın o bilinen yüzüne bakarak "şimdi"yi yaşıyoruz. Üstelik bu sıradanlığın yalnızca Cem Taner’e özgü olmadığını, yazarın şu cümleleriyle daha iyi kavrıyoruz: "Ankara sadece küçük bir şehir değil, neredeyse herkesin aynı şeyleri aynı saatlerde yaptığı bir yer. Dolayısıyla tanımadığınız biriyle, gün içinde fark etmeden aynı yerlere gidip, aynı şeyleri yapıp aynı yerde karşılaşabilirsiniz. Böylelikle birbirinize hiç değmeden o güne dair ortak bir hafıza yaratmış olursunuz."
Bu noktada, kitabın en sevdiğim ayrıntılarından birine değinmek istiyorum. Can Öktemer’in kaleminin niteliğini bu ortak hafızanın etrafında gördüğümüz anlar, sıradanlığa kuvvetli bir mola. Bunlardan biri şöyle: Orkut Stüdyosu yani eski adı Arı Sineması olan mekanın önünden geçerken, tüm şehrin bildiği bir hikayeyi anlatmaya koyuluyor yazar. 1970’li yıllarda Sophia Loren’in kendi filmini izlemek için Arı Sineması’na geldiğini aktardıktan hemen sonra, Loren’i caddede yürürken hayal ediyor. Şimdi ve geçmişin iç içe geçtiği bu sayfalar çok geçmeden yerlerini yazarın bireysel hafızasının taşıdığı anılara bırakırken, gerçeklik zamanın içinde bükülmeye koyuluyor. Ve oradan, kızıl saçlarıyla eski sevgili Gizem çıkıyor. Geçmişteki bir günde Gizem’le turnikelerin önünde buluşan Cem Taner, sevgilisiyle öpüştükten bir an sonra kendini bir protesto gösterisinin içinde buluyor. Cem Taner politikadan uzak durduğu bir hayatın içinde öpüşerek gerçekleştirdiği politik eylemi aktarırken, hayatının eylemsizlik içinde geçen yanlarını da bize usulca gösteriyor.
Hegel’in, Adorno’nun, Marcello Mastroianni’nin, Leonard Cohen’in, Nietzsche’nin, dara düştükçe hayatının en güzel yılı 1985’e dönen Pena Yavuz’un, sokağı sararak insanları birbirine iştahla yönelten afrodizyaklı parfüm bombasının ve birbirinden güzel şarkıların bize eşlik ettiği bu ilk bölüm, tüm ironik ve büyüleyici yanlarına rağmen; Cem Taner’in varoluş kavgasını, gelecekle ilgili kaygılarını, içindeki kasveti bütün aymazlığıyla gördüğümüz kısım oluyor. Öyle ki Can Öktemer, bu bölümde kendilik mesafesinden Cem Taner’i şu cümlelerle özetliyor: “Hayattan korktuğu için hayatı küçülttü, mikroskopla görünür hale getirdi.”
SEZEN VE DİĞER HER ŞEY
'Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’nın ikinci yarısı, Cem Taner’in sıradan ancak hayallerle renklendirdiği dünyasını kısa bir karanlığa gömen "Beklenmedik Gelişmeler" bölümüyle başlıyor. Aile hayatındaki sorunları usul usul anlatan Cem Taner, hastane odasında geçen günlerin karanlığından onunla aynı şeyleri yaşamış olan Sezen’le çıkıyor. Öyle ki Cem Taner Sezen’le ilgili hislerini şu sözlerle anlatırken ilk bölümdeki durgun suları çağlamaya bırakıyor: “İkimiz de geçmişte yaşadıklarımız yüzünden evin yolunu kaybetmiştik. Artık dönebiliriz. Şüphesiz, herkesin eve yüklediği anlam çok farklıdır. Benim için ev, her şeyden önce sevdiğim kişidir çünkü kişisel hikâyenizi hep âşık olduğunuz kişinin yanına dönmek için yaşarsınız. Ben de Sezen’in elini tutarken evime, yani en güzel hikâyeme dönüyorum.”
Kitabın ikinci bölümü için "Aşk hikayesi" demek çok da yanlış olmaz. Ancak aşkın durağan, tutkulu, kaygılı, belirsiz, sınırlı ve sınırsız kısımlarını gördüğümüz bu ikinci bölüm, Cem Taner’in Sezen’den sonra değişen ruh halini anlamamız açısından da önemli.
İkinci bölüme detaylı baktığımızda, Cem Taner’in yaşadığı gelgitlerin merkezine bu kez gelecek kaygısının değil, Sezen’in oturduğunu görebiliyoruz. Öyle ki Cem Taner’in düşlem dünyasında şehir onlarca yıl öncesine dönerken veyahut beklenmeyen bir pandemi krizi patlarken ya da Ankara’da eski mekanlar kapanıp yerlerine yenileri açılırken, Sezen ana karakter için her şeyiyle aynı kalıyor. Başka bir deyişle arka plandaki Ankara dönüşmeye devam ederken, Sezen hiç değişmiyor.
Bana kalırsa Cem Taner’in yaşadığı varoluş kaygısı arka planda devinmeye devam edip kopamadığı geçmiş bugünü istila ettiğinde veyahut gelecekle ilgili belirsizlik bükülen zamanla şimdiyi ezdiğinde, ana karakter kendini durağan tutmanın yolunu Sezen’le buluyor. Aynılık, bence tam olarak bunu işaret ediyor: Devinimin içinde durağanlık.
Kitabın ikinci bölümünün ve bence kitabın zirve noktası, "Beşevler" bölümü. Burada Cem ve Sezen, önlerinden geçen gençlik hallerini izlerken kendilerine dair çıkarımlarda bulunuyorlar. Yıllar evvel karşılaşmış ve hatta birbirlerini kısa bir anlığına fark etmiş olmalarının şaşkınlığının hemen akabinde, ikili arasında "şimdi"yi berraklaştıran şu diyalog geçiyor: "“Seninle şimdi karşılaştığım için çok mutluyum," diyorum. "Ben de," diye yanıtlıyor: "Kendimizi doğru dürüst tanımamışken karşılaşsaymışız şimdiki zamanı mahvedermişiz.”"
LEONARD COHEN VE YAZILAMAYAN O ROMAN
Kitap boyunca, Cem Taner’in hemen her diyaloğunda, bilinçaltını dışa vurduğu her ayrıntıda karşımıza aynı kavram çıkıyor: Yazmak istediği romana bir türlü başlayamaması. Sayfalar boyunca ana karakterin değişimini izlerken, romana başlayıp başlamayacağı ya da bunun hangi koşullarda mümkün olacağı sorusu kazınıyor aklımıza. Roman boyunca zihnimizin ucunda dönmeye devam eden bu sorunun kılavuzu, kitabın başlarında, ortalarında ve son sayfalarında üç kez karşımıza çıkan Leonard Cohen oluyor. Cohen, konuşmalardan birinde Cem Taner’e şöyle söylüyor: “Bana kalırsa geçmiş gök gürültülü sağanak yağışlı havalara benziyor. Böyle havalarda geleceğin üzerini kara bulutlar örter. O yüzden bazen gökyüzündeki bulutları olabildiğince ileri itmek gerekiyor ki hikâye devam etsin.”
Cohen’in ağzından, Cem Taner’in zihninden dökülen bu cümleler, yazarın kitabın bütünündeki ironik, ustalıklı, nitelikli anlatımıyla sağladığı kıvrımlarda dolandıktan hemen sonra ana yola dönmemiz ve hedefe doğrudan ilerlememiz için önemli.
İNSAN İLİŞKİLERİ VE HEİDEGGER
'Hayat, Evren ve Sezen Hakkında’da şöyle bir pasaj var: “Bir insanın mekânla kurduğu ilişkinin derinliği ancak başka bir insan sayesinde sağlanabilir. Anılar, tek kişinin kayıt altına alacağı şeyler değildir, birlikte derinleşen durumlardır.” Bu pasaj Martin Heidegger’in 'Dasein' makalesindeki başka bir bölümü hatırlamamı sağladı. Bu makalede Heidegger “şeylerin özü”nün kavramlarla ortaya koyulmasının mümkün olmadığını söyler. Ona göre ne biçim ne de araçsallık herhangi bir nesnenin varlığını ortaya koyar. Çünkü bir şeyin varlığının özü ancak onun insanla olan ilişkisiyle anlaşılır. Bunu nesneler üzerinden anlatan Heidegger’in cümleleri Can Öktemer’in insanın insanla olan ilişkisine bir dayanak. Düşünmemiz gerekenlere işaret.
Burada sormak istiyorum: Eşyalar, mekânlar, kavramlar; içinden insanı çıkardığımızda nedir? Peki insan, onu bir diğer insandan ayırdığımızda ne olarak kalır?
Veyahut daha anlaşılır bir şekilde, Cem Taner kimdi, Sezen’den sonra kim oldu?
BÜLENT ORTAÇGİL VE AH BU ŞARKILAR
Can Öktemer kitap boyunca, kimi zaman sokakta duyduğu, kimi zaman plaktan çaldığı, kimi zaman zihninden çağırdığı birbirinden güzel şarkılarla donatıyor bizi. David Gilmour’dan Richard Hawley’e, Jeff Buckley’den Miles Davis’e ve daha nicelerine rastlatıyor. Nihayetinde de yazar, Cem Taner’in ağzından onun için bambaşka olan birinden, Bülent Ortaçgil’den bahsederek, zaman zaman onun şarkılarını satırlara sızdırıyor.
Can Öktemer’in yazdığı satırları bitirdiğimde, Sezen ve Cem’in hayatının bir yerlerde akmakta olduğunu ve arkalarındaki değişen Ankara manzarasına rağmen aynı kalmayı sürdürdüklerini düşündüm. Bu yüzden yazımı ilk öpüştükleri gün çalan Bülent Ortaçgil şarkısıyla bitirmek istiyorum. Şimdi bir yerlerde gürül gürül akan o sular için: Bülent Ortaçgil - Dalyan Deltası (Live) (youtube.com)