Sezgin Kaymaz: Yarın ne olacağını bilsen yaşamanın ne anlamı kalır?
Sezgin Kaymaz’ın sevilen romanı “Lucky”nin devam kitabı “Farfara “April Yayınları’ndan çıktı. Bu kez Lucky’nin yavrularının hikayesini okuduğumuz “Farfara”, 16 yıl sonra çok özlenmiş bir dostla kavuşmak gibi.
Nida Dinçtürk
Biz iyilik güzellik dilekleriyle yeni bir yıla başlamaya çalışırken Sezgin Kaymaz’dan yılın ilk hediyesi geldi bile: Farfara. 16 sene evvel unutulmaz ‘bav’lamalarıyla hayatımıza giren, gönüllerimizi fetheden Lucky hasretimiz, böylece de diniyor. Çünkü “Farfara”, Lucky’nin yavrularını anlatıyor. Onun ‘bav’lamasından kalan boşluğu, yavrularının ‘bev’lemeleri dolduruyor.
“Farfara”, Sezgin Kaymaz’ın birbirine bağlanan tüm romanları gibi, aradaki boşluğu hiç hissettirmeden geliyor. Çok sevdiğiniz bir dostla aradan kaç sene geçerse geçsin karşılaştığınızda bıraktığınız yerden devam edebilirsiniz ya, “Farfara”yı okumak da işte aynen öyle. Lucky’de geride bıraktığımız Buse’den Kemalettin’e, Elvan Abla’dan Tahsin Baydur’a, Cinnah Taksi Durağı’nın cümle şoförüne kadar herkes daha dünmüş gibi hâlâ burada. Hatta bu kez daha da kalabalıklaşarak geliyor, ortalığı daha da çok karıştırıyorlar. Çünkü artık ‘Farfara’! Nüfus artınca işler iyice çığırından çıkıyor.
(Bu arada, bizim malum bir Ankara türküsünde daracık sokaklar ve misket yuvarlayan kızlarla bağdaştırdığımız ‘farfara’, sandığımız gibi bir nakaratı doldurması için üretilmiş, anlamsız bir kelime değil. TDK, birincil karşılığını “çok konuşan” olarak veriyor. Siz bu kitap özelinde “her kafadan bir ses çıkması” gibi yorumlayabilirsiniz.)
Bunca hengamenin ve koşuşturmanın içinde yine incecik fakat depderin mesajlarla bam telimize dokunuyor Sezgin Kaymaz. Biz, “bir arada durmalıyız” diye diye birbirimize tahammülümüzü yitirirken o; “nerde çokluk orda b*kluk diyenler, b*k yesin” dercesine bir arada ne kadar güzel ve güçlü olduğumuzu anımsatıyor. Ahlak, namus, gurur diye varlığımızı kuvvetlendirdiğimizi, sayesinde dik durduğumuzu sandığımız o büyük pabuçlarla ezdiklerimizi gösteriyor. Yine bir silkeniş, yine bir kendine geliş...
Sezgin Kaymaz bu anlamda, hikâyelerin iyileştirici gücünün en somut kanıtı olarak duruyor karşımızda. İnsanlara iyi’nin, güzel’in, kutsal adledilen korku hikayeleriyle anlatılamayacağını, güzel hikayelerin bu yüzden var olduğunu ispat ediyor. Sezgin Kaymaz kitaplarının tek kötü yanı, dışarıda karşılaşacağımız hiç kimsenin onun karakterleri kadar iyi yürekli ve vicdanlı olmaması...
Sezgin Kaymaz’la Lucky’i anıp Farfara’yı didiklediğimiz, iyileri - kötüleri andığımız, söyleşimize buyurun...
'FARFARA HEM BİR DEVAM ROMANI HEM DE KENDİ BAŞINA BİR ROMAN'
Aradan 16 yıl geçmişti. Lucky’i bir gün devamının geleceğini düşünerek mi bitirmiştiniz? Bu uzun aradan sonra sizi Farfara’yı yazmaya iten şey neydi?
Benim yazdığım kitaplar ne zaman biteceklerine, son satırlarının ne olacağına kendileri karar veriyor hep; bana lâf bırakmıyorlar. İyi de oluyor; sonunu ben belirlesem yazmayı hayatta beceremem çünkü. Ve bir de şu var, yazdığım bir kitap bitince tastamam bitmiş oluyor. Onunla bir muhasebem, bir alışverişim kalmıyor o saatten sonra. Ama gün gelip filanca romanın falanca kahramanı yeni bir romanda karşıma çıkabilir; buna engel yok. Ne "Aman koş gel!" derim ne de "Sakın gelme!" Geleceği varsa gelir, ama yeni bir romanda oynamaya gelen biridir artık o. Sevinç Kuşları üçlemesinde de böyle olmuştu.
İlkini al oku veya sonuncudan başla, hem her biri birbirinin devamı, hem de her biri yeni bir macera, yeni bir roman. Televizyon dizisi gibi "Az soora!" diye bağıran ikilemeler üçlemeler yok bende. Bu yüzden şunu rahatlıkla söyleyebilirim, Farfara, evet, Lucky'nin yavrusunun romanı, ama hem bir devam romanı hem de kendi başına bir roman. Bizim için de böyle değil mi hayat? Hem ailemizin devamıyız, hem de biziz bizzat, ta kendimiziz.
Bunca zaman sonra karakterlerinizle bir araya gelmek nasıl bir duyguydu? Özlemiş misiniz?
Özlemez olur muyum hiç? Ben roman kahramanlarını daha romanın son satırını yazıp son noktasını koyduğum anda özlemeye başlıyorum. Çok canlı geliyorlar bana; hiç ayrılmak istemedikleri hâlde acil bir işleri çıkmış da mecbur kalıp ayrılmışlar gibi geliyor; aklımdan çıkmıyorlar, ama dönecekler mi, dönecekleri varsa ne zaman dönecekler, bunu katiyen bilemiyorum. Bu sefer yaklaşık iki sene önce falan dönmeye başladılardı birer ikişer; ben de "Evet!" dediydim, "Lucky'nin arkasından ağlayanlar geliyor." Geldiler. Onlarla yeniden karşılaşmak, cebelleşmek, onları seyredip hâllerine gülmek ağlamak harika bir duyguydu. Çok özlemişim. Güzel bir hasret giderdik.
Sizin acıyı bal eylediğiniz tüm okurlarınız tarafında kabul görüyor. Büyük hüzünleri müthiş kahkahalarla okuyoruz sizin kaleminizden. Peki, siz yazarken gülüyor musunuz? Ağladığınız oluyor mu?
Yazarken acıyı acı deminde, sevinci de sevinç deminde yaşıyorum ben; hüzünle kahkahaların bir arada olduğunun farkına bile varmıyorum. Hayat gibi tıpkı. Bugün başımıza geldiğinde bizi ağlatıp helâk eden, ölsem de kurtulsam dediğimiz bir dolu şey var ki üç vakte kadar hemen hemen hepsine gülmeye başlarız. En çok da kendi târümâr hâllerimize, yanıp yakılan pozlarımıza güleriz. Sadece azıcık zaman lâzımdır bize; ki ondan bol ne var zaten. Ben de bir yazar olarak güle güle, ağlaya ağlaya yazdığım şeylerde zaman mefhumunu aradan kaldırıp dediğiniz gibi acıyı bal eyleyebiliyorsam ne güzel işte.
Lucky’de de Farfara’da da toplumsal sapkınlıkları bastırılan cinsel özgürlüğe bağlıyorsunuz. Bu, toplumun zihnen kabul etmesine rağmen dilde reddettiği gerçeklerden biri ve en büyük acılarımızın da müsebbibi gibi görünüyor. Siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bizde iyileşme potansiyeli görüyor musunuz?
Çok basit. Cinsellik de ırk gibi bir şey. İnsanı iyi ya da kötü yapan onun ırkı olabilir mi? Bütün zencilere iyi, bütün beyazlara kötü diyebilir miyiz? Veya bunun tam tersini? Demeyiz; manyak mıyız ki diyelim. Peki bütün orospular kötü olabilir mi? Bütün eşcinseller? Ya da bütün heteroseksüeller? Mümkün mü bu? Ben tutar da bunu genellemeye, iyiliği veya kötülüğü cinsel kimlikler üzerinden kodlamaya kalkarsam akıl ve ruh sağlığımdan şüphe etmez misin? İyileşme potansiyeline gelince... Ta mağaralardan çıkıp buralara erdik değil mi biz; daha iyi yerlere de ereriz, ereceğiz. Ama işte zaman lâzım. Bazı milletlere çok uzun, bazı milletlere çok kısa. Hepsine lâzım; hepimize lâzım. Bize biraz uzunca lâzım.
Lucky’de Elvan Abla, bir bebek sahibi olduğunda ‘bacak arası camiasından baş üstü camiasına terfi’ edeceğini düşünüyordu. Siz, kadınların sadece ‘doğurganlık’la kutsanması meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Bir kadın doğurduğu zaman bir anneye dönüşmez, sadece doğurmuş bir kadına dönüşür. Anne olmak başka bir şeydir, ve olabiliyorsan eğer, tabii ki kutsaldır. Bu tartışılamaz. Ama "anne" gibi anne olabilmektir kutsal olan. Bunun da doğurganlıkla uzak yakın alâkası yok. Hâttâ cinsiyetle bile yok. Bir çocuğu yedip yetiştirmekle, bakıp gözetmekle, iyiye ve güzele yöneltmekle, sevgi, merhamet, anlayış, hoşgörü ve irfan dolu, adam gibi bir adam etmekle onu doğuran kişi olmak aynı kefeye nasıl konsun? Konmaz.
'MOTİVASYONUM SAMİMİYET'
Sizin romanlarınızda başta birbiriyle kopuk sanılan karakterler hikaye ilerledikçe çok mahir bir biçimde bir araya geliyor ve biz hayretle o kişilerin nasıl birbirleri için kilit noktalarda olduğunu anlıyoruz. Mesela Farfara’da bir anda Sevinç Kuşları’ndan bir karakterle karşılaşıyoruz. Sizce hayat da böyle mi? Bizim farkında olmadığımız oyunlarla mı örüyor ağlarımızı?
Aynen. Farkında olsaydık tadı çıkmazdı bir kere. Yarın ne olacağını bilsen yaşamanın ne anlamı kalır? Hayat macera demektir. Benim için de yazarlık böyle bir macera. Bir sonraki sayfada karşıma kimin çıkacağını ve ne edeceğini bilsem vallahi de yazmam billahi de yazmam. O karşılaşanlar, falanca romanda ortadan kaybolup filancada pat diye karşıma çıkıverenler, pat diye çıktıkları için çıkıyorlar, ben müdahale etmiyorum. İsteyen inanır.
Çoğu yazar yazdıklarının yayımlanmasını günlüklerinin açığa çıkması gibi bir duyguyla özdeşleştiriyor. Sizin de ilk eseriniz yayınevine sizin tarafınızdan gönderilmemişti, hatta kapakta isminiz dahi yazmıyordu. Fakat siz bir önceki kitabınız “Bugün Bize Kim Geldi”de bir adım daha ileriye giderek kendi hayatınıza dair belki mahrem sayılabilecek detayları okurlarınızla paylaştınız. Bu nasıl bir patlamaydı? Sizi bu noktaya taşıyan motivasyon neydi?
Şu ki, ilk kitabımda kitap yazdığımı bilmiyordum, ne yazdığımı umursamıyordum, yazdığım şeyi önemsemiyordum ve birilerinin açıp okuyacağını tahmin etmiyordum. Ne zaman ki bulunup teşhir edildim ve bana "Sen yazarsın!" dediler, ben de o andan itibâren duvara veya kendime değil, o açıp okuyacak olanlara yazdığımı anladım. Bunu anlamak beni okuyacak olanın beğenme ihtimâline göre yazmaya yöneltmedi, ama okuyacak olana yöneltti. Yani karşımda beni dinleyen birileri vardı artık; samimi olmalıydım. Motivasyonum budur: Samimiyet.
Çok merhametli karakterler yaratıyorsunuz. Bu, hayatınıza girmiş iyi insanlara minnet mi yoksa kötü kalplilere lanet mi? Nasıl doğuyor bu karakterler?
Karakterlerin doğumuna hiç karışmıyorum, çünkü onları var eden olmuyorum hiçbir zaman; bana oldukları gibi geliyor ve öylece kalıyorlar: Merhametlisi merhametli, gaddarı gaddar.
Okur tarafında eserlerinizin film uyarlamaları için ciddi bir heyecan olduğunu ve bu sorunun size çok sorulduğunu biliyorum ama bir kez de ben soracağım: var mı böyle bir gelişme?
İyi ki sordun, yoksa hatırım kalırdı. Evet, böyle gelişmeler var, ama sadece gelişme olarak var. Bugüne kadar "Ben senin filanca romanını çok acayip sinema filmi yaparım!" diyen binbir projeli bir dolu koçyiğit çıktı geldi, sanıyorum otuzu geçti müracaat, ben de hepsine olur verdim, ama bu projelerden bir tekini bile hayata geçiremedi bu koçyiğitlerimiz. Nedendir bilmem; on sekiz senedir hababam gelişip duruyoruz. Daha icraat göremedik çok şükür.
2016’yı henüz geride bıraktık. Sizin için geçen yılın en güzel gelişmesi neydi? Okuduğunuz en iyi eser neydi?
Benim açımdan en güzel gelişme, Hülya'yla yaptığımız beceriksizliklere, yani bize rağmen cayır cayır yanan evimizden bütün evlâd-ı hayvanatın sağ salim çıkmasıydı. Bundan daha güzel ne olabilir? Okuduğum en iyi eseri de söyleyeyim hemen: "Bugün Bize Kim Geldi?" Harika bir eser. Onun yazarını çok beğeniyorum.