Hapishanelerde neler oluyor? Bu sorunun yanıtı hepimizi yakından ilgilendiriyor. Zira dört duvar arasına tıkılmış insanların “insani” koşullara sahip olması, hiçbir koşulda ihlâl edilemeyecek haklarının korunması herkesin sorumluluğu. Kaldı ki kimin ne zaman buraya tıkılacağını asla kestiremeyeceği bir dönemdeyiz. Peki Türkiye’de işkence ve kötü muamele uygulamalarının geçmişle kıyaslanmasının kriterleri neler? 1980’ler, 90’lar nasıldı, şimdi ne durumdayız?
Geçtiğimiz hafta HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’yla hapishanelerdeki vaziyeti etraflıca konuşmuştuk. Bu hafta da 1980’li yıllardan beri başta Diyarbakır olmak üzere hak ihlallerinin yoğun olduğu her yerde önce avukat, sonra Diyarbakır Barosu başkanı ve yıllardır da milletvekili olarak hazır bulunan, iktidarın en sevmediği isimler listesinin muhtemelen ilk sıralarında yer alan CHP İstanbul milletvekili Sezgin Tanrıkulu’dan son otuz yılın mukayeseli bir değerlendirmesini yapmasını istedik…
Türkiye’deki mevcut insan hakları ihlâllerinin boyutunu anlamak için 1980’li ve ’90’lı yıllarla mukayeseler yapılıyor. Siz bu üç döneme ilişkin mukayeseyi yaptığınızda nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz?
1980’li yıllardan beri doğrudan insan hakları mücadelesi içinde bulunmuş, bu dönemlere tanıklık etmiş biri olarak bu mukayeseyi farklı kaynaklardan dinleme veya okuma gereği duymadan yapma şansına sahibim. Şu anda insan hakları ihlâllerini 1980’lerdeki darbe döneminden daha yaygın, daha sistematik uygulayan bir iktidar var. 1990’larda da insan hakları ihlâlleri ağırlıklı olarak Türkiye’nin bir bölgesinde, Kürtlere karşı uygulanıyordu. Zaten bu bölge 12 Eylül darbesinden itibaren 2002 yılına kadar ya Sıkıyönetim veya OHAL’le yönetildi.
Fakat 12 Eylül darbe dönemi cezaevlerindeki vahşetin eşi-benzeri olmadığı söyleyenler yanılıyor mu?
Darbe döneminde işkencelerin ağırlıklı merkezleri olarak aklımızda kalan üç cezaevi var: Diyarbakır, Mamak ve Metris. Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt hareketi ve sol örgütler, Mamak’ta siyasi parti ve yine sol örgütler, Metris’te de daha çok işçi hareketleri ve sol gruplar cezalandırılıyordu. Devlet, darbeciler eliyle Diyarbakır Cezaevi’ni Kürtlere boyun eğdirme merkezi olarak kullanmak istedi. Kürtler çok ağır işkenceler gördü, kayıplar yaşadı, ölüm oruçları gerçekleştirdi ama yenilmedi. O cezaevi, Kürtlerin kendi kimlikleriyle yeniden tanışmasının vesilesi oldu. Fakat neticede 1980 darbesinin gündelik hayata en sert yansıdığı yer Doğu ve Güneydoğu oldu, Türkiye’nin diğer bölgelerinde ise hapishanelerle sınırlı kaldı. Sıkıyönetim uygulamasının da en uzun sürdüğü yer Diyarbakır’dı ve Nisan 1987 tarihine kadar sürdü.
Sonra da OHAL ilan edildi zaten…
Tabii, Diyarbakır’da Sıkıyönetim kaldırıldı ama bütün bölgede de OHAL’e geçildi. OHAL kademeli olarak 15 yıl devam etti. 2002 Kasım ayı itibariyle sadece Diyarbakır ve Şırnak’ta kalmıştı.
'12 EYLÜL’DE İŞKENCENİN MERKEZİ 3 CEZAEVİYDİ, ŞU AN 355 CEZAEVİNİN TÜMÜ'
Ve AKP iktidara gelince de bunu kaldırdı, değil mi?
AKP’nin propagandası bu yönde ama gerçek öyle değil.
Nasıl yani?
AKP Kasım 2002’de iktidara gelmeden, Haziran 2002 tarihinde, dönemin koalisyon hükümeti OHAL’i Diyarbakır ve Şırnak için son kez uzatmış ve kaldırılmasını öngörmüştü. Yani OHAL’le ilgili Haziran 2002 tarihinde TBMM’de oylama yapılırken, dönemin İçişleri Bakanı Rüştü Kâzım Yücelen’in konuşması çerçevesinde hazırlanan karar gereği Hakkâri ve Tunceli’de 31 Haziran 2002 tarihi itibariyle OHAL kaldırılıyor, Diyarbakır ve Şırnak’ta ise son kez, dört aylığına uzatılıyor. 2 Kasım’da AKP iktidara geldi, 20 Kasım’da hükümet programı açıklandı ve 30 Kasım’da da önceki iktidarın son kez uzattığı OHAL kaldırıldı. Dolayısıyla AKP’nin OHAL’siz bir Türkiye’yi devraldığını söyleyebiliriz. Az önce 12 Eylül döneminde işkencenin yaygın ve sistematik olduğu üç cezaevi saydım. Bugün ise Türkiye’de 355 tane ceza ve infaz kurumu var. Bunların neredeyse tümünde sistematik bir biçimde işkence ve kötü muamele var.
'TÜRKİYE’DE HERKES EŞİT; AMA İŞKENCE SIRASINDA'
Tabii buralardaki siyasi mahpuslara yönelik, öyle mi?
Hayır, devlet işkencede ayrım yapmıyor. Adliymiş, siyasiymiş, FETÖ’ymüş, Kürtmüş, solcuymuş… Türkiye’de herkes eşit; ama sadece işkence sırasında! Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşi benzeri görülmemiş yaygınlıkta farklı tutuklu-hükümlü örnekleri var. 11 bin kadının aynı anda hapishanelerde olduğu başka bir dönem yok.
Bu sayıyı artıran FETÖ davaları mı?
Çoğunlukla öyle ama her alanda kadınlara yönelik büyük bir tutuklama furyası var. Darbeyle ilişkisinin ne olduğu belli olmayan ama hayatlarının bir döneminde Fetullahçılarla ilişkileri olmuş, okullarında okumuş, bankasına para yatırmış, sivil toplum kuruluşunda çalışmış, okulunda ders vermiş kadınlar hapse atıldı. Hakimler, savcılar, doktorlar, ev hanımları… Tarihte hiç olmadığı kadar fazla Kur’an kursu hocası veya din adamı var hapiste. Keza hiç olmadığı kadar fazla hamile kadın veya bebekli anne hapse atıldı. Toplamda 280 bin tutuklu ve hükümlü varken, hapishanelerin kapasitesi 220 bin. Üstelik bu sayıyı 355 hapishaneye, kapasitesine göre eşit olarak dağıttığınızda bile kapasitenin üstünde 60 bin fazla tutuklu-hükümlü var. Kapasitesi 5 bin kişi olduğu halde 10 bin kişinin tutulduğu hapishaneler var. Bunun hapishane koşullarında ne anlama geldiğini, hayatı nasıl bir işkenceye çevirdiğini anlamak için ne yazık ki gidip o koşulları görmek gerekiyor.
'İNSAN HAKLARI İHLALLERİNİ ÖNLEMEDE 6 MEKANİZMA VAR, TÜRKİYE’DE HİÇ YOK!'
Başa dönelim; işkence ve kötü muamele konsunda 1980-1990’lı yıllarla mukayese yaparken neyi kriter alıyorsunuz? Hapisteki insan sayısına, hapishane kapasitelerine, suç biçimlerine, cinsiyete, mesleğe vs, göre mi “şimdi daha kötü” diyebiliyorsunuz?
Hayır, otuz-kırk yıllık deneyim üzerinden, insan hakları ihlâllerini önleme konusunda 6 temel mekanizma olduğunu düşünüyorum.
Nedir o mekanizmalar?
Birincisi yargı. Gerçek bir yargı, insan haklarını korur ve ihlâlleri önler. İkincisi, medya. İnsan hakları ihlâllerinde görünürlük sağlar, kamuoyu oluşturur. Üçüncüsü sivil toplum. İhlalleri tespit eder, bilinç sağlar, mücadele yürütür. Dördüncüsü Türkiye Büyük Millet Meclisi. Kurduğu komisyonlar aracılığıyla ihlâlleri tespit eder ve önlenmesi konusunda hükümet üzerinde baskı oluşturur. Beşincisi akademidir. Yaptığı bilimsel çalışmalarla siyasete, medyaya, sivil topluma bilgi akışı, beslenme zemini sağlar. Altıncısı ise uluslararası toplum ve uluslararası kurumlardır. AİHM, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler vs… Bu altı mekanizma, insan hakları ihlâllerinin önlenmesi konusunda hayati önemdedir. Türkiye açısından bu mekanizmalar bitmiş durumda.
Bu mekanizmaları sırayla konuşalım isterseniz. Türkiye’de 90’lı yıllarda da yargı yoktu mesela. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) verdiği siyasi kararların hâlâ cefasını çeken insanlar yok mu?
1990’lı yıllarda, bağımsızlığını ve tarafsızlığını tartıştığımız bir yargı kurumu vardı. İnsan hakları bakımından yurttaşı değil devleti önceleyen bir yargıydı o da. Ama şu an bir yargı kurumu yok.
'ÇAĞLAYAN ADLİYESİ’NİN KARAYOLLARI MÜDÜRLÜĞÜ’NDEN FARKI YOK'
Bunca mahkeme, devasa adliye binaları yargı anlamına gelmiyor mu?
Yürütme organıyla ilişkisi bakımından Hâkim ve Savcılar Kurulu’nun Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nden, Çağlayan Adliyesi’nin Karayolları Müdürlüğü’nden farkı yok. 1990’lı yıllarda kapısını çalabileceğimiz, duruşmalarda bizi dinleyen hâkim ve savcılar vardı. DGM’ler dediniz. Dolaylı olarak kaldırılmasında benim de katkım olan mahkemelerdir. Çünkü orada bulunan askeri hâkimlerin belli bir hiyerarşiye tabi olduklarını, bu nedenle bağımsız olamayacaklarını ifade ederek AİHM’den kararlar çıkarttırmıştım. AİHM kararları dolayısıyla da DGM’ler Türkiye yargı sisteminden çıkarıldı. Fakat DGM’lerdeki hâkim ve savcıların da en düşük rütbelisi binbaşıydı. Gerçekten emir ve talimat alıyorlardıysa da bunu ya adli müşavirlerden veya generallerden alıyorlardı. Ama şu anda “sivil” hâkim-savcılar, bir sivil polisten gelen dosyayı bile “aman ters düşmeyelim” diyerek kabul ediyor ve ona göre hareket ediyorlar.
Bizim 1990’lı yıllardan hatırladığımız korkunç işkence olayları vardı. İşkenceden sonra mahkemeye çıkarılan insanlar açısından tutum neydi?
Bakın, kesinlikle mukayeseyi bir dönemin iyi ve kötülüğü üzerinden yapmıyorum. 1990’lar da şimdi de insan hakları açısından felakettir. Fakat 1990’lı yıllarda, müvekkilimize yapılan işkenceyi anlattığımızda en azından mahkeme heyeti bunu zapta geçiriyordu. Şu anda hâkimler bunu bile yapmıyor.
Yani mahkemede “işkence gördüm” diyen birinin ifadeleri tutanaklara geçirilmiyor mu?
Mümkün değil! “Gözaltında askıya aldılar, soğuk su sıktılar, şunu yaptılar” filan diye anlatan bir sanığın söyledikleri kayıtlara bile geçirilmiyor. “Bu bizim konumuz değil, gidin savcılığa şikâyet edin” denilerek konu kapatılıyor. Çağlayan Adliyesi’nde ben defalarca tanık oldum; avukatlar, işkenceye dair şikâyet dilekçesini verecek savcı bulamıyor.
'AVUKATLAR SIKIYÖNETİM MAHKEMELERİNDE BİLE ŞİMDİKİ GİBİ AŞAĞILANMIYORDU'
Bu tür davalar AİHM’e gidiyor mu?
Tabii ki, 90’larda olduğu gibi şimdi de gidiyor. AİHM’in 1990’lı yıllarda, Mardin-Kızıltepe’de gözaltına alınan bir yurttaşla ilgili verdiği çok önemli bir karar var. Savcının karşısına götürülen işkence mağduru öyle bir haldeymiş ki, verilen kâğıda imza bile atamamış. AİHM kararında “savcı Rıza’nın ifade alırken sanığın bu haline kayıtsız kalmış olması mahkememizi hayretler içinde bırakmıştır” diyor. Yani o zaman da vaziyet böyleydi ama şu an işkenceye dair ifade zapta bile geçirilmiyor. Yahu 90’larda mahkeme tahliyenize karar verdiğinde çıkıyordunuz, şimdi benzer kararlara savcı itiraz ediyor, daha hapisteyken tekrar tutuklanıyorsunuz. Selahattin Demirtaş, İdris Baluken, Çağdaş Hukukçular, Eren Erdem, Alparslan Kuytul, Ahmet Altan ilk aklıma gelen isimler. Keza avukatların şimdiki kadar aşağılandığı, savunmanın yok sayıldığı bir dönem Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde, DGM’lerde bile yoktur.
Nasıl aşağılanıyorlar?
Savunmayı yapan avukata “sus, kes, uzatma, atarım dışarıya” diyebiliyor hâkimler. Darbe döneminin mahkemelerinden beri avukatlık yapan, kibarlığını herkesin bildiği Ergin Cinmen, benim de izlediğim bir duruşmada “böyle savunma yapamazsın” denilerek salondan dışarı atıldı yahu! Avukat portallarına girin, anlatılan tanıklıklara bir bakın Allah aşkına!
Gelelim işkenceye karşı saydığınız altı mekanizmadan ikincisi olan medyaya…
90’larda gazeteciler öldürüldü, gazeteler bombalandı. Fakat Albay Cafer Çağlayan’ın Cizre’nin köyünde insanlara dışkı yedirmesi gazetelere manşet olabildi. Şimdi merkez medyada bir işkencenin, bir vahşetin manşete çıkmasını bırakın, haber olması bile söz konusu değil, çünkü tümü zaten iktidarın kontrolünde. Şu anda alternatif mecralar var ama onlar da çok ağır baskı altındalar. Bırakın gazeteleri, mağdur artık kendi mağduriyetini bile anlattığında kendisini hapiste bulabiliyor. Tweet atamıyor insanlar tweet! Yine bir başka mekanizma olarak sivil toplum, hiç olmadığı kadar yoğun bir baskı altında. Aralarında kadın ve çocuk hakları savunucularının da olduğu sayısız STK’nın kapısına kilit vuruldu. Büyükada’da gözaltına alınıp tutuklanan insan hakları savunucuları, Gezi davası kapsamında hedef konan insan hakları örgütleri, Çağdaş Hukukçular Derneği… Kapatmadıklarını da kuşatmış durumdalar. Sadece gözaltı, soruşturma yok. İnsan hakları örgütleri, dernekler ve vakıflar hiç olmadığı kadar ağır bir Maliye baskısı altındalar.
'YASAKLAMAK İÇİN GEREKÇEYE GEREK DUYMUYORLAR!'
Saydığınız mekanizmalardan biri de TBMM ve siz de oranın bir üyesisiniz. Ayrıca İnsan Hakları Komisyonu’nun da başkanvekilisiniz…
Teorik olarak! (Gülüyor). Tamamen etkisiz, hükümetin insan hakları ihlâllerini meşrulaştırmaya, örtmeye çalışan bir komisyondan söz ediyoruz. Bakın, şu an bütçe görüşmeleri sırasında milletvekilleri sosyal medya kanallarıyla canlı yayınlar yapıyor. Fakat en açık, en şeffaf olması gereken İnsan Hakları Komisyonu toplantılarında milletvekillerinin kendi konuşmalarını bile yayınlamaları yasak!
Gerekçe ne?
Yasaklamak için gerekçeye gerek duymuyorlar! 1990’lı yıllarda bile Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporu, Susurluk raporu veya boşaltılan köylere ilişkin rapor… Daha beriye gelelim; Şemdinli raporu! Kasım 2005 tarihinde bile, Şemdinli’deki Umut Kitabevi’ne yapılan bombalı saldırıya ilişkin Meclis komisyonu değerli bir rapor yayınlamıştı. Şimdi TBMM’de böylesi faaliyetler hayal bile edilemiyor. Çünkü Cumhurbaşkanlığının etkisinin her alanda belirgin olması, AKP’nin 17 yıllık döneminin hiçbir biçimde sorgulanmaması için TBMM’nin insan hakları ihlâlleri konusunda bile etkin olması istenmiyor, engelleniyor.
'İŞKENCEYİ DEĞİL, İŞKENCEDEN SÖZ EDİLMESİNİ YARALAYICI BULUYORLAR'
Muhalefet milletvekillerinin hükümetin yanıtlaması için verdiği soru önergelerinin herhangi bir hükmü, etkisi oluyor mu?
İsmail Kahraman’ın TBMM başkanlığından itibaren çok berbat bir gelenek oluştu. Sorduğumuz sorulardaki “işkence” sözcüğü bile kaba ve yaralayıcı bulunuyor ve önergelerimiz geri çevriliyor! Yahu ceza yasasında suç olarak tanımlanmış olan işkencenin kendisi kaba ve yaralayıcı değil de, buna ilişkin sorular mı kaba ve yaralayıcı? Fakat işkenceyi değil, işkenceden söz edilmesini yaralayıcı buluyorlar. “Şırnak’ın Uludere ilçesinin Gülyazı/Roboski köyünde meydana gelen katliam” diye başlıyorsunuz soru önergesine mesela. Hayır efendim, “katliam” diyemezsin! F-16’ların bombardımanı sabit, öldürülenlerin köylü olduğu açık, cesetlerin paramparça edildiği biliniyor ama “katliam” diyemezsin. O yüzden soru önergesini iade ediyor. Roboski katliam değil de doğal afet miydi, iş kazası mıydı?
Diyelim ki soru önergeniz kabul edildi. Bunun ne anlamı var?
Örneğin Rize’nin Çayeli ilçesinde bir karakolda ihlâl yapılmışsa, bizim sorduğumuz soru İçişleri Bakanlığı’na gidiyor. Bakanlık da Çayeli’ndeki karakoldan konuyla ilgili bilgi almak için yazı yazıyor. O yazının kendisi bile söz konusu karakolda, “Ben burada kötü muamele yaptım ama ta Meclis’te konuşuluyor” tedirginliği yaratıyor. Belki bir sonraki ihlâli daha rahat yapamıyorlar. Küçük de olsa bir denetim mekanizmasıdır bu da. Ama sorularımız işleme konmayarak bu etkinin bile önüne geçiliyor.
İnsan hakları ihlâllerini önleme konusundaki 6 mekanizmadan biri olarak akademiden de söz etmiştiniz. Oradaki vaziyet nedir?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Gökçen Alpkaya’nın zorla kaybetmelerle ilgili makalesini 1990’lı yılların ortalarında okumuş ve zihnim açılmıştı. Düşünün, aradan 20-25 yıl geçtiği halde o makale hâlâ aklımda. Şimdi bir akademisyenin böyle bir çalışmayı yapması söz konusu mu? Böyle bir çalışmayı yayınlayacak hakemli dergi mi kaldı? Üniversiteler zaten elekten geçirildi. Ülkenin en nitelikli biliminsanları tasfiye edildi. Eskiden üniversiteler, insan haklarıyla ilgili etkinliklerin, toplantıların, panellerin, konferansların mekânıydı. Şimdi söz konusu bile değil. Hocaların yüksek lisans, doktora tezi yazan öğrencilere bile “şu konuya çalışamazsın”, “dekanla, rektörle, YÖK’le başımız belaya girer” dediklerini biliyoruz.
'IRKÇILIK, SAĞ POPÜLİZM VE MÜLTECİ KARTI, AVRUPA KAMUOYUNUN VİCDANINI KÖRELTTİ'
Bütün bu baskı mekanizmalarının işlemediği tek insan haklarını koruma veya ihlâlleri görünür kılma “mekanizması”, saydıklarınızın sonuncusu, yani uluslararası kurumlar ve kamuoyu. Bu konuda 90’larla bir mukayese yapmak mümkün mü?
12 Eylül darbesinden sonra Avrupa’ya göç eden entelektüeller, devrimciler, Kürtler, orada bir kamuoyu vicdanı yaratmışlardı. Keza Avrupa’da sağ popülist siyaset şimdiki gibi belirleyici olmadığı için 1990’larda Avrupa kamuoyunun bir vicdanı vardı ve o vicdan da Türkiye’deki insan hakları ihlâli mağdurlarından yanaydı. Fakat artan ırkçılık, sağ popülizm ve Türkiye’nin mülteci kartı, Avrupa kamuoyunun vicdanını köreltti. Öte yandan eskiden Avrupa’daki uluslararası kurumların ortaya koyduğu ihlâl tablosundan utanan, burnu kızaran, “aman bu raporlarda adımız kötü anılmasın” diye kaygılanan hükümetler vardı. Şimdi bu tür raporları elinin tersiyle iten, “kâğıt parçası” diyerek çöpe atan bir iktidar var. Umurlarında değil. Üstelik o raporlar da, mülteci kartı dolayısıyla Türkiye’yle karşı karşıya gelmek istemeyen Avrupa hükümetlerinin son derece diplomatik ifadelerinden ibaret. Dolayısıyla sohbetin başına dönersek, insan hakları ihlâllerini önleyecek, buna karşı mücadeleyi geliştirecek, tedbir alınmasını sağlayacak temel 6 mekanizmanın hiçbiri yok. Dediğim gibi, tüm bu mukayeseler 1980’lere, 90’lara güzelleme değil. O dönemki berbatlığın daha da gerisine düşmüş olmamıza yanıyorum. Aradan otuz, kırk yıl geçiyor ve insan haklarına ilişkin bunca birikimi sıfırlayan, üstüne çok daha büyük enkaz da bina eden bir hükümetle yönetiliyor ülke. Bu kadar emek ve bedelden sonra Türkiye’nin insan hakları tablosu bu olmamalıydı.
'AKP, JİTEM DAVALARINA YAKLAŞIMIYLA DERİN DEVLETİN YENİ SAHİBİ OLDUĞUNU İLAN ETTİ'
Özellikle çözüm sürecinde, 1990’lı yıllarda işlenen pek çok faili meçhul cinayete ilişkin iddianameler hazırlanmış, toplu mezarlar ortaya çıkarılmış, sorumlular belirlenmiş, davalar açılmıştı. Fakat son zamanlarda bu davaların çoğu sanıkların beraat ettirilmesiyle sonuçlanıyor. Nihayet geçtiğimiz hafta “Ankara JİTEM davası” olarak bilinen, Ankara ve çevre kentlerinde öldürülen 19 kişiye ilişkin Ankara 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada aralarında Mehmet Ağar’ın da bulunduğu 17 kişi beraat ettirildi. Bu kararları nasıl yorumluyorsunuz?
Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da yargılandığı için bu dava, JİTEM davalarının merkezi konumundaydı. Sonuç ortada. Aslında Cumartesi Anneleri’nin 700. toplantısına yönelik ağır müdahale, AKP’nin 1990’lardaki kadroları, uygulamaları, o zamanın derin devletini sahiplendiğinin ilanıydı. Cumartesi Anneleri’nin toplanmalarında zaten hiçbir flama, pankart, slogan filan olmuyor. Kayıpların fotoğrafları oluyor ve her haftaya denk gelen bir kayıp hikâyesi anlatılıyor. Dolayısıyla 700. güne yapılan ağır müdahalenin, yapılacak açıklamaların içeriğiyle ilgisi yoktu. AKP, o müdahaleyle hangi çizgide olduğunu ilan etmek istedi ve bunu yaptı da. AKP’nin bu tür uygulamaları, zamanaşımına az kala açılan davaların tek tek beraatle sonuçlandırılmasına da zemin hazırladı. Bir kere tüm davalar, teker teker nakiller yoluyla Ankara, İzmir gibi illere taşındı. Mesela Lice davası, Diyarbakır’dan 1500 kilometre uzağa, İzmir’e nakledildi. Müştekiler her dava için Lice’den kalkıp İzmir’e gitmek zorunda kaldı. Sanıkları zaten aklamak isteyen yargı, iktidarın da derin devleti sahiplendiğini görünce Cizre JİTEM davası, Kızıltepe JİTEM davası, Kulp JİTEM davası, Vartinis davası olarak adlandırılan dokuz köylünün katledildiği dava, Lice JİTEM davası tek tek beraatle sonuçlandırıldı. Bunlar Türkiye’nin karanlık bir dönemine ilişkin çok önemli, tarihi davalardı. AKP bu tür dava ve uygulamalar üzerinden derin devletin yeni sahibi olduğunu ortaya koydu.
Faili meçhul cinayetlerle ilgili davaları AİHM’e ilk taşıyan hukukçulardan biri de sizsiniz. AİHM’in geçtiğimiz yıl Roboski davası başvurusunu kabul etmemesi, benzer pek çok pratiği, bu mekanizmanın da artık işlemediği yönünde değerlendirmelere sebep oluyor. Siz de aynı görüşte misiniz?
Ben doktora tezimi “etkili iç hukuk yollarına başvuru hakkı” üzerine yazmıştım. Yani insan hakları ihlâlleri bana doktora yaptırdı maalesef. İç hukuk yolları etkili bir biçimde işlemediği için mağdurlar AİHM’e başvurmak zorunda kalıyor. Geçmişte olduğu gibi şimdi de AİHM’i Avrupa Konseyi üyesi devletlerin tutumundan bağımsız olarak değerlendirmek yanlış. Sonuçta AİHM’de Konsey üyesi devletlerin atadığı yargıçlar görev yapıyor. Avrupa Konseyi’nin siyasal tutumundan ve Konsey’in üye ülkelerinden etkilenen bir mahkeme yapısından söz ediyoruz yani. AİHM’in Roboski davasını görüşmeyi kabul etmemesi de bunun göstergelerinden bir tanesidir.
'AİHM ROBOSKİ DAVASINI KABUL ETSEYDİ, SORUMLULAR UCM’NİN KARŞISINA ÇIKABİLİRDİ'
Peki AİHM bu davayı görüşseydi, nasıl bir karara varırdı? Vereceği kararın olası etkileri neler olurdu?
AİHM’in vereceği muhtemel bir ihlâl kararı Türkiye’yi Cenevre Sözleşmesi’nin ağır ihlâlcisi olarak tescilleyecekti. Nitekim bunun ipucunu rahmetli Tahir Elçi’nin Şırnak'ın Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 26 Mart 1994’te helikopterlerle bombalandığı, 38 köylünün katledildiği olayla ilgili başvurusunda görmüştük. Hatta o dönem Çiller, bombardımanı gerçekleştiren uçakların devlete ait olmadığını söylemişti! Tahir Elçi iğneyle kuyu kazar gibi bu davayı inceledi ve AİHM’e taşıdı. AİHM, Türkiye’yi suçlu buldu ve çok ağır bir ceza verdi. Mahkemenin o davada yaptığı tespit de çok ağırdır, çünkü savaş suçları bağlamında Cenevre Sözleşmesi’nin ihlâline ilişkin imada bulundu. Eğer Roboski davasının görüşülmesini reddetmeyip esasa girseydi AİHM, bu operasyonun siyasi ve askeri sorumluları Uluslararası Ceza Mahkemesi karşısına çıkabilirdi.
Yani sizce AİHM bu nedenle mi Roboski davası başvurusunu geri çevirdi?
Elbette açıklanan sebep bu değil ama ortalama hiçbir insan hakları ölçütüne dayanmayan şekli gerekçelerden dolayı başvuru geri çevrildi. Başvuru belgeleri, vekaletnamesi eksik olanlar için iade kararı verilebilirdi ama belgeleri tam olan başvurucular dikkate alınmalıydı. Zaten Anayasa Mahkemesi de çelişkilerle dolu bir değerlendirme neticesinde Roboski davasını dikkate almamıştı. AİHM daha önce de boşaltılan köylerle ilgili başvurular için Türkiye hükümetiyle işbirliği yapmış, başvuruları iade etmişti. Keza OHAL’den sonra AİHM, Türkiye hükümetiyle masaya oturup “OHAL komisyonu kur, başvurular bana gelmesin” demiştir.
Siz insan haklarının ihlâline karşı altı temel mekanizma saydınız ama mevcut koşullarda hâlâ söz söyleme olanağına sahip muhalefet partileri de var. Başta CHP olmak üzere muhalefet partileri neden insan hakları ihlâline karşı bir mekanizma haline gelmiyor?
Son on yıl içinde CHP, daha önce olmadığı kadar ağırlıklı olarak insan hakları konusuna eğiliyor aslında. Parti tüzüğünü değiştirip İnsan Hakları Genel Başkan Yardımcılığı pozisyonunu açan ilk parti CHP’dir. Ve ben de uzun süre bu görevi yürüttüm. Daha sonra HDP ve AKP de benzer birimler kurdu. Yani CHP, geçmişten çok daha farklı olarak insan hakları ihlâlleriyle ilgili. CHP Cezaevi Komisyonu mesela, gitmedik cezaevi ve ideolojisi ne olursa olsun görüşmedik kimseyi bırakmadı. Fakat insan hakları ihlâlleri sistematikse, bahsettiğim altı mekanizma devre dışıysa, parlamento işlevsizse yapılan çalışmalar da görünür olmuyor. Yoksa hem HDP, hem CHP, hem de İYİ Parti’den pek çok milletvekili arkadaşımız insan hakları konusunda etkin çalışma yürütüyor. Elbette parti programlarımız, hedeflerimiz farklı da olsa, tüm muhalefet partileri olarak sadece insan hakları zemininde, yahut sadece işkenceye karşı etkili bir ortaklık kurabilmeliydik.
'TÜRKİYE HAPİSHANELERİNDEN TRAJEDİLER FIŞKIRIYOR'
Geçen hafta HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, hapishanelerdeki izlenimlerini aktarmıştı. Sizin izlenimleriniz ne yönde?
Akla, hayale gelmeyecek derinlikte trajediler var. Türkiye hapishanelerinden trajedilerler fışkırıyor. Manisa Cezaevi'nde, 80 küsur yaşında, bakıma muhtaç, yürüyemez durumda, oğlunun baktığı bir tutuklu vardı mesela. Belki adı geçsin istemez diye kim olduğunu söylemeyeyim… Kendisiyle görüşmeye gelen bir yakınına, “moralinizi bozmayın, bu günler geçecek” türü şeyler söylemiş. Bu görüşme dinleniyor ve yürüyemeyecek durumdaki adam bundan dolayı hücre cezasına çarptırılıyor! Oğlu da demiş ki, yahu babam yürüyemeyecek durumda, bari bana da hücre cezası verin de orada bakabileyim. Yok demişler, tek başına kalacak! Böyle bir cezayı vermek için özellikle kötü olmak gerekiyor. Hamile kadın, doğum yapacak. Hapisten hastaneye götürülüyor, doğumhanenin önünde erkek jandarma bekliyor. Tek başına bir kadın, yanında ne anne var, ne kardeşi, ne başkası. Doğum yapıyor yahu! Bir insana bu işkence çektirilir mi!
'AKP’NİN YARINA BIRAKTIĞI TEK ŞEY MİLYONLARCA MAĞDUR HİKÂYESİ'
Bu uygulamaların yarına bırakacağı iz ne olur?
AKP’nin yarına bıraktığı tek şey milyonlarca mağdur hikâyesi. Gelecek kuşaklar bunca mağduriyetle nasıl baş edecek, kestirmek çok zor.
Kayyım uygulaması CHP’ye de uzandı ve Urla Belediye Başkanı tutuklandı ve yerine kayyım atandı. Devamı gelir mi?
İktidar artık attığı adımların maliyet hesabını bile yapamayacak durumda. O yüzden de elinden geleni ardına koymuyor. İzmir-Urla, CHP’nin en güçlü olduğu yerlerden biri olduğu için CHP’ye sopayı da oradan gösteriyor ve gelecek tepkiyi de oradan ölçmeye çalışıyor.
'AKP’NİN HAYALLERİ VAR AMA BİR DE GERÇEKLER VAR'
Ama CHP’den pek tepki geldiği de söylenemez…
Sayın Kılıçdaroğlu, parti sözcümüz sert tepki gösterdi ama bu kararları alanlar da esas olarak kamuoyu baskısından korkar. Aynı şey yargı için de geçerli. Çünkü adalet talebi kamuoyunda güçlü bir biçimde dillendirildiğinde hiçbir mahkeme, seçilmiş belediye başkanlarını sudan bahanelerle tutuklayamaz. Kulp’un belediye eşbaşkanları korkunç suçlamalarla tutuklandı, yerlerine kayyım atandı ama sonuçta ilişkilendirilmek istendikleri suçla alakaları olmadığı ortaya çıktı ve tahliye edildiler. Peki bu başkanlar niye görevlerine geri dönmüyor? AKP tüm ülkeye kayyım atamaya hazırlanıyor. Onun için de ülkeyi kayyıma alıştırmaya çalışıyor. Yerel yönetimleri merkezi idarenin birer şubesine dönüştürmek istiyorlar. Ülkede tek belediye başkanı olacak, sıfatı da Türkiye Belediyeler Başkanı olacak ve o da atanacak. Geri kalan tüm belediyeler de ona bağlı, atanmış şubeler olacak. Hayaller bu ama gerçekler böyle değil. Bunu sürdüremezler. Sabahtan beridir konuştuğumuz insan hakları ihlâlleri gibi sorunların ötesinde de sayısız sorun var. Kürt meselesi, adaletsizlik ve baskılar bir yana, açlık sorunu var bu ülkede. Milyonlarca insan açlık sınırının altında, her dört gençten biri işsiz. Üniversite mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 40. İşi olanların da geçinemediği veya işinden memnun olmadığı açık. Bırakın ülkeyi, kendi yapısını bile muhafaza edemeyen, bölünmüş bir AKP var. AKP’nin seçilmiş son başbakanı, şu anda muhalefet partisi kurmuş durumda. AKP’nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı da, yıllarca ekonomiyi yönetmiş bakanla beraber muhalefet bayrağı açmış. Tüm bunları da üst üste koyunca, erken veya değil, mutlaka seçimler yapılacak ve AKP önümüzdeki seçimden iktidar olarak çıkmayacak.