Hatırlanacağı üzere M. Night Shyamalan, 1999 yılında çektiği
"Altıncı His" filmiyle sinema dünyasına çok etkileyici bir giriş
yaptı. Yönetmen o dönem henüz 28 yaşındaydı ve yüksek sayılabilecek
bir bütçeyle, başarı kazanabileceği kadar bir fiyasko olma ihtimali
de taşıyan bir korku türünün, üstelik Bruce Willis gibi bir
yıldızın sırtlayacağı bir projenin yönetmenlik koltuğunda oturması
pek alışageldik bir şey değildi. Bazıları onu daha o dönemden
Spielberg’in ‘himayesinde’ bir isim olarak değerlendirmeye
başladılar.
Sonuçta durum tam olarak böyle değildi ve "Altıncı His"in büyük
başarısından sonra Shyamalan kariyerine hızlı bir şekilde devam
etti ve ortaya çok istikrarlı olmayan, büyük başarılar olduğu kadar
ciddi hatalar da barındıran biraz ‘zikzaklı’ bir kariyer çıktı.
Sonuç olarak yönetmenin kendisine has bir sinema dili yarattığını
ve neredeyse her filminin merak uyandırıcı olduğunu kabul
ettik.
Shyamalan’ın yarattığı filmler genelde ‘psikolojik gerilim’
sınıfına girse de yönetmen bu sınıfa ‘komşu’ olan korku, fantastik
hatta bilim kurgu gibi türlerden de bazı öğeler ödünç almaktan geri
durmadı ve senaryolarını farklı bir şekle sokmayı başardı.
Yönetmenin son filmi "Kulübeye Tıklat" (Knock at the Cabin),
muhtemelen filmden inanılmaz sürprizler, teknik açıdan görkemli
planlar ve şaşkınlıktan ‘ağzımızı açık bırakan’ bir final bekleyen
seyircilerin hevesini biraz kursağında bırakacaktır ama bizce yine
de bu film yönetmenin fetiş temalarını ince bir şekilde işlediği,
adeta Shyamalan sinemasının özünü bu kez mütevazı olanaklarla
tekrar gösteren ilgiye değer bir yapım.
Konudan bahsedecek olursak: Andrew ve Eric evlat edinmiş
oldukları kızları Wen ile ailecek bir hafta sonu tatili geçirmek
için göl kenarında bir kır evi kiralamışlardır. Her şey planlandığı
gibi güzel bir şekilde giderken, esrarengiz dört yabancı evlerine
zorla girer ve sonrasında onları rehin alır. Başta klasik bir rehin
alma gibi görünen bu olay aslında bu dört kişinin yaklaştığına
inandıkları kıyameti engellemek için yaptıkları bir eylemdir ve
bunu durdurmak için aileden birinin kurban edilmesi gerekmektedir.
Andrew ve Eric hem ailelerini korumak hem de bu grubun gerçek
amacını anlamak için zamanla bir yarışa başlarlar.
OLAĞANDIŞINA İNANMA
"Kulübeye Tıklat"ın, Shyamalan’ın sinemasının özünü yansıttığını
düşünmemizi sağlayan nedenlerin başında hikâyenin yalınlığı ve
yönetmenin bunu kullanımı geliyor. Bu sefer bir uzaylı istilasını
ve doğanın krizini hissettirmek yerine yönetmen çok daha direkt bir
yol seçerek bütün bu gerçeküstü olayları bir televizyon ekranına
‘hapsedip’ bir anlamda başkarakterlerini daha da dış dünyadan
kopuk, daha da ötekileştirilmiş ve daha da çıkışsız bir çerçeveye
oturtuyor.
Bu ‘izole’ ortam Shyamalan’ın her zaman altını çizdiği,
vazgeçilmez teması için kusursuz bir mekan gibi duruyor:
İnançsızlık! Ancak hemen belirtelim ki bu inançsızlık veya inanmama
asla dinle veya Tanrıyla bağlantılı değil. Bu daha çok olağandışı
veya gerçek üstü olaylara inan(a)mama ve bunları pozitivist/realist
bir şekilde anlamlandırmaya çalışan bir bakış açısıyla alakalı.
Yönetmen, filmlerinde çoğu kez bize, sıradan karakterleri
tanıtarak onları gerçeğin ile gerçek üstünün muğlaklaştığı, mantık
ile içgüdülerin çarpıştığı bir dünyaya yerleştiriyor ve yine çoğu
kez onlara üstlenmek istemedikleri sorumluluklar yüklüyordu. Bu
koşullar yönetmene de her zaman sormak istediği sorular için
elverişli bir ortam sunuyordu: ‘Ya gerçek olsaydı?’, ‘Ya da sadece
gerçek olduğuna inanmak isteseydim?’ veya ‘Sadece inanmak istediğim
için gerçek olsaydı?’ Yönetmenin kurmuş olduğu bu ‘ayna’ oyunu
ister istemez filminin karakterleri ile izleyicileri de aynı
seviyeye çekiyor. Başka bir deyişle, gerçekleşen olaylara inanmakta
zorlanan karakterlerle aynı tereddütleri yaşayan izleyiciler
birlikte yönetmenin ‘meydan okumasıyla’ karşı karşıya kalıyorlardı.
Shyamalan’ın bu sinematografik çağrısı ve challange'ı hem
beyazperdede hem de beyazperde dışında bir karşılık buluyor. Bu
‘çağrı’ ne bir dayatma gibi baskın ne de bir davet kadar çekimser!
Daha çok herkesi hikâyeye katmak için bir istek ve gayret!
SORUNLU AİLELER
Shyamalan’ın filmlerindeki karakterler sıradan işlerde çalışan
ve çok özel bir yeteneğe sahip gözükmeyen kişiler ama bu, onların
sorunsuz oldukları anlamına gelmiyor. Yönetmenin birçok filminde
ailede anne veya baba figürü yok, aileler değişik nedenlerden
dolayı parçalanmak üzereler ve dışarıdan gelen tehlikeye karşı boş
yere çabalıyorlar.
Bu filmde ise Andrew ve Eric çifti, gay oldukları için zaten
dışlanmış durumdalar. İlişkilerinde bir sorun yok, hatta beraber
çok mutlu bir hayat sürüyorlar ama hem ailelerin ilişkilerine kötü
gözle bakması hem de örneğin Andrew’un sadece cinsel yöneliminden
dolayı geçmişte ağır bir fiziki saldırıya uğraması gibi ‘flashback’
örnekleri bize bu ailenin travmatik bir geçmişe sahip olduğunu
gösteriyor. Başka bir deyişle bu filmde de yönetmenin diğer
filmlerinde olduğu hikâyenin merkezinde bir aile dram teması var.
Üstelik yine Shyamalan’ın önceki filmlerinde olduğu gibi ana
karakterler yaşanan olaylar karşısında değişik tepkiler veriyorlar.
Evi basan bu dört kişinin fanatik bir dinsel tarikat üyesi
olmadığının bir süre sonra farkına varan Andrew, televizyonda
izlediği depremler, nedensizce düşen uçaklar ve patlak veren salgın
hastalık gibi birçok felaketi komplo teorilerine ve düzmece,
abartılmış haberlere bağlarken Eric, bu dört kişinin savunduğu
kıyamet iddiasına giderek daha çok inanmaya başlıyor.
Ancak televizyonda bütün bu felaket haberlerini karakterlerle
beraber izlerken aslında ne kadar bu ‘kabus’ gibi gelecekle burun
buruna geldiğimizi de düşünüyoruz. Sonuçta filmde bahsedilen
ölümcül korkunç hastalık ne yazık ki yaklaşık 3 yıldır hayatımızın
içinde. Hem Türkiye hem de diğer ülkeler iklim değişikliği ve
deprem gibi doğal felaketlerden dolayı oldukça sarsıldı. Ve tabii
ki yanı başımızda birçok Avrupa ülkesinin (dolaylı bir şekilde)
dahil olduğu bir savaş sürmekte. Dolayıyla kişisel hikâyelerden
çıkarak (Herkesin aksine bizim beğendiğimiz!) "The Happening"
filminde olduğu gibi bir ‘doğa krizi’ veya "Signes" filmindeki gibi
bir uzaylı (yani yabancı) istilası korkusu tarzında temalara eğilen
Shyamalan belki de bütün bu korkuları barındıran en güncel filmini
çekiyor.
DAVE BAUTISTA VE DİĞERLERİ...
Hatırlanacağı üzere Shyamalan kariyeri boyunca büyük ve ünlü
oyuncularla çalıştı. Bruce Willis’ten Samuel L. Jackson’a, Will
Smith’den Mel Gibson’a kadar giden bu etkileyici listeye eklenen
son isim olan Dave Bautista beklediğimizin çok dışında bir rolde
karşımıza çıkıyor. Asıl ününü aksiyon filmleriyle yapmış olsa da
ara sıra daha dramatik rollerle değişiklik yaşamak isteyen Bautista
belki de en çok istediği rollerinden birini buluyor ve bunu son
derece iyi bir şekilde değerlendiriyor. Daha ilk sekanstan itibaren
onun iri ve kaslı vücudunu bir ikilem ve endişe duygusu yaratmak
için kullanan Shyamalan, oyuncuya ilk defa bu kadar nüanslı bir
oyunculuk alanı açıyor. Onun karşısında (daha önce yönetmenin "Old"
filminde gördüğümüz) Nikki Amuka-Bird ve özellikle Ben Aldridge
performanslarına ilginç bir fantastik hava katarak ona layığıyla
eşlik ediyorlar.
Sonuç olarak, en iyi filmi olmasa da Shyamalan "Kulübeye Tıklat"
ile (Knock at the Cabin) adeta "İşte, geri döndüm! Ve hala
buradayım!" diye haykırıyor!