Sibel: Sistemin ve sözün dışında kalanlar...

Sibel, çok güzel doğa kadrajları eşliğinde, asla ucuz romantizme kaymadan ince bir duygusal çizgide şekillenen ve Damla Sönmez’in kusursuz kompozisyonuyla hedefini tutturan, derdini açık bir şekilde anlatan başarılı bir yapım… Türünde bir devrim yaratmasa da bizce asla göz ardı edilmemesi lazım…

Abone ol

Yurtdışındaki birçok önemli film festivalini dolaştıktan sonra bu hafta sinema salonlarımızda da gösterime giren ‘Sibel’ filmi, taşrada yaşayan bir genç kızın yalnızlığını, isyankarlığını, bağımsız olma çabasını ve dışlanmasını ilginç bir hikaye örgüsü içine yerleştirip etkileyici bir yapım olmayı başarıyor. Belki senaryo inanılmaz bir orijinallik taşımıyor veya film kendi türündeki en parlak örneklerden biri değil ancak iki değişik yönetmenin ortak çalışmasıyla sundukları bu filmde dozunda bir anlatım, dengeli bir duygusal bağ ve başarılı oyunculuklar göze çarpıyor.

25 yaşında genç bir kız olan Sibel, Karadeniz bölgesindeki bir köyde babası ve kız kardeşiyle beraber mütevazi bir yaşam sürmektedir. Sibel beş yaşında şiddetli bir nöbet geçirdiğinden beri konuşma yetisini yitirmiştir ve hem ailesiyle hem de köydeki diğer insanlarla ıslık diliyle iletişim kurmaktadır. Hem tarlalarda çalışarak hem de ev işleriyle uğraşarak muhtar (ve bakkal) olan babasına destek çıkan Sibel, bir gün köyün ormanında kurtlar için kurduğu tuzaklara bakarken, kaçak bir genç adamla karşılaşır. Sibel’in bu genç adama karşı tutunduğu düşmanca tavırlar zamanla bir arkadaşlığa ve bir duygusal bağa dönüşür… Ancak genç kızın, jandarma tarafından aranan bu genç adamla kurduğu bu gizli ilişki hem ailesi hem de köy ahalisi tarafından hissedilmeye başlar.

KÖY, ÇOK BASKICI OLMAK ZORUNDA DEĞİL!

‘Sibel’ filminde gözümüze ilk çarpan noktalardan biri, başkarakterin yaşadığı ortamın aşırı baskıcı, gereğinden fazla can yakıcı ve nefes almanın bile izne tabi olduğu bir yer gibi tasvir edilmemesi… Kuşkusuz Karadeniz’in bu köyünde de belli örf ve adetlere uymak gerekiyor, bazı davranışlar çevre baskısı yüzünden gerçekleşmiyor ve bazı ahlak kuralları katı bir şekilde uygulanıyor ancak bu köy kesinlikle son derece tutucu, kişileri bastıran ve ezen kurallar üzerine kurulmuş bir yer olarak resmedilmiyor.

Yönetmenler, Sibel’in yalnızlığı ve göreceli sıkılmışlığını seyirciye hissettirmek için genç kızın yaşadığı köyü adeta bir cehennem çukuru gibi tasvir edip, hatta bununla yetinmeyerek bir de hikayenin merkezindeki aileyi nefret dolu, son derece baskıcı ve çocuklarına sürekli eziyet eden bir ortam gibi sunabilirlerdi. Bu tutum, belki, seyirciyi başkarakter(ler)in yanına çekmek ve onların her anlamda özgürleşme çabalarını haklı göstermek açısından anlaşılabilir bir tutum olurdu ancak bizce ‘Sibel’ bunun hiç de zorunlu olmadığını güzel bir şekilde kanıtlıyor. Çünkü bahsettiğimiz ilk durumda (örneğin ‘Mustang’ filminde olduğu gibi) başkarakterin yaptıkları, kendini korumak için verdiği bir ‘tepki’ gibi dururken, Sibel’in yaptığı eylemler bilinçli bir ‘tutum’ gibi sunuluyor. Sibel’in belli ölçülerde serbest olması, aile yükümlülüklerini aksatmadan, tüfeğiyle tek başına ormanda gezmesi, çok sıra dışı saatler dışında eve istediği saatlerde girip çıkması, onun karakterinin ‘edilgen’ değil, ‘etken’ bir yapıda olduğunu gösteriyor ve bizce bu, karaktere bir derinlik ve bir gerçeklik katıyor.

SİBEL’İN YALNIZLIĞI…

‘Sibel’, bu basit duygusal tuzaklara düşmekten imtina edip, duygu sömürüsü yolunu seçmezken yine de tozpembe bir dünya ve tam anlamıyla mutlu karakterler sunmuyor. Sibel’in ailesinde Anne karakteri yok, babasıyla oldukça sınırlı bir ilişkisi var ve kıskanç kız kardeşiyle sürekli takışıyor. Belli sınırları ihlal etmeyen, asıl görevlerini yerine getiren bu genç kızın yine de içinde ciddi bir isyan ve başkaldırı hislerini taşıdığını da filmin başından itibaren anlıyoruz. Kaçak genç adamın, Sibel’in tek özgür olduğu alanı yani ormanı ihlal etmesiyle başta rahatsız olan başkarakter, daha sonra bu beklenmedik olayın başka bir tür özgürlüğün ( cinsel anlamda) kapılarını açtığını fark ediyor.

Sibel’in yalnızlığını ve dışlanmasını arttıran asıl etken ise tabii ki dilsiz olması ve herkesle ancak ıslık diliyle anlaşması... Her ne kadar bu özel dille ailesi de dahil olmak üzere köydeki herkesle anlaşabilse de, görüyoruz ki, diğer genç kızlar tarafından ‘özürlü’ hatta ‘defolu’ gibi görülüp dışlanıyor. Başta biraz beceriksizce süslenip giyinip ancak kovulduğu kına gecesi sekansı olmak üzere diğer genç kızların olduğu her ortamdan dışlanan Sibel, bir türlü yaşayamadığı cinselliğini, ormanda karşılaştığı bu genç adamla yaşıyor. Ali’yle (kaçak genç adam) ilgilendiği ve yakınlaştığı bir kulübe, Sibel’in özgürlük alanındaki bir sığınma yeri gibi gösteriliyor… Bu iki dışlanmış karakter arasındaki duygusal bağ bütün engellere rağmen oldukça sıcak, samimi ve inandırıcı bir havada gerçekleşiyor. Sözün ve sistemin dışındaki (Ali karakteri vicdani retçi) bu iki genç, konuşmaya bile gerek kalmadan, ortak bir noktada buluşuyorlar… Bu iki karakterin arasındaki yakınlaşmanın ve giderek aşkın, ne önlenemez bir tutku gibi ne de çaresiz bir çaba gibi gösterilmemesi filmin dozunda ve gerçekçi havasıyla tam bir uyum içerisinde…

KURGU MASASINDA YOKOLANLAR…

‘Sibel’ filmi, iki genç ve sadece üçüncü uzun metrajlı filmlerini çeken yönetmenin elinden çıktığı halde beklenmedik (ve sevindirici!) bir kontrol ve denge barındırıyor. Bütün bu pozitif yanlarına rağmen sadece gözümüze batan ve biraz aceleye getirilmiş bir kusura işaret edelim: filmdeki bazı karakterlerin sahneleri biraz son anda kısaltılmış ve kesilmiş gibi duruyor! Bu montaj masasında olduğunu düşündüğümüz müdahaleler özellikle biraz çabuk sahneden çekilen Ali’nin ve bizce hikayeye çok ciddi bir katkısı bulunmayan yarı deli Narin’in sahnelerinde gözümüze çarpıyor. Birçok filmde olan bu son müdahaleler elbette filmin başarısını gölgelemez ancak yine de bazı sekanslarda biraz ‘bitmemişlik’, ‘tamamlanmamışlık’ hissiyatı yaşadığımızı da söylenebiliriz.

Sibel, çok güzel doğa kadrajları eşliğinde, asla ucuz romantizme kaymadan ince bir duygusal çizgide şekillenen ve Damla Sönmez’in kusursuz kompozisyonuyla hedefini tutturan, derdini açık bir şekilde anlatan başarılı bir yapım. Türünde bir devrim yaratmasa da bizce asla göz ardı edilmemesi lazım...

Yönetmenler: Guillaume Giovanetti, Çağla Zencirci

Oyuncular: Damla Sönmez, Emin Gürsoy, Erkan Kolçak Köstendil, Elif İşcan, Meral Çetinkaya, Gülcin Kültür Şahin, Şevval Tezcan…

Ülke: Almanya, Fransa, Türkiye, Lüksemburg