Eril şiddet verileri ve bu şiddeti meşrulaştırmaya hizmet eden
kampanyalarının giderek daha çok pervasızlaşması ürkütücü. Eril
şiddetle mücadele mevzuatını karalama çabalarıyla, ataerki
cinayetlerinin artışı doğru orantılı görünüyor. 2011’den bu yana
İstanbul Sözleşmesi'ne, 2012’den sonra da 6284 sayılı şiddet yasası
ve 2013’ten itibaren şiddet yasasının yönetmeliğine karşı
saldırılar günümüze değin artarak devam ettirildi. Ve cinayet
verileri şiddet sevici kampanyalarla aynı doğrultuda giderek
cinayetlerin yükseldiğini gösteriyor. Paylaşacağım verilerin sadece
eril şiddetin cinayet boyutuna ilişkin rakamları gösterdiğini
hatırda tutarak İstanbul Sözleşmesi'nin kabulünden önceki şiddet
verilerini hatırlayalım.
Ataerki cinayetlerinin 2002 ve 2009 yılları arasında yüzde 1400
arttığı dönemin Adalet Bakanlığı açıklamalarıyla ortaya konmuştu.
Gerçi iktidar mensupları zaman içinde ilan edilen bu veriyi tevil
için çok çaba harcadılar ama nafile veri Adalet Bakanlığı'ndan
çıkmıştı bir kere. “Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre,
Türkiye'de kadınlara yönelik cinayet oranı son istatistiklere göre
2002 ile 2009 yılları arasında yüzde 1400 artış gösterdi. 2002
yılında öldürülen kadın sayısı 66 iken bu rakam 2009'un ilk yedi
ayında bu sayı 953'e çıktı. Resmi kayıtlara göre, 2003'te 83,
2004'te 128, 2005'te 317, 2006'da 663, 2007'de 1011, 2008'de ise
806 kadın cinayeti işlendi.”
İstanbul Sözleşmesi'nin böylesi yükselen şiddet tablosu
nedeniyle hazırlandığı, bakanlık verilerinden rahatça
anlaşılabilir. Ki defalarca yazdığım gibi Türkiye, kadına yönelik
şiddet nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce mahkum edilen
ilk ülkeydi. Nahide Opuz davasının iç hukuk süreci yargı
facialarıyla doluydu. Ve AİHM Türkiye’yi Nahide Opuz’a tazminat
ödemekle yükümlü kılmıştı. Ancak Avrupa Konseyi, adına eril şiddet
diyemese bile bu şiddet türüyle mücadele için üye ülkelerin
mücadele ve önleme deneyimlerini birleştirmek, bu şiddet türüne
özgü mücadele yöntemleri geliştirmek için çalışma başlattı.
2009’dan 2011’e kadar süren çalışmalar sonucunda ortaya çıktı
İstanbul Sözleşmesi. 2011’de ilk imzacı olan Türkiye, aynı yıl
sözleşmeye uyumlu şiddet yasası hazırlıklarına girişmişti
hatırlanacağı gibi. Ülkemizin belki de demokratik yöntemlerle
yapılan tek yasasıydı 6284 ve 2012’e yürürlüğe girdi. Yazık ki aynı
kararlılıkla uygulanmadı. Çünkü karalama kampanyaları hemen
başlatılmıştı.
Eril şiddet seviciler, eril şiddetle mücadele mekanizmalarına
hücum ettiler hemen rövanşist ruhla. Ataerki kaybettiği alanı geri
kazanmak için ataerki cinayetlerinin yükselişini kolaylaştıran
kampanya başlattı, kimi gazeteler aracılığıyla. Bazı tarikat ve
cemaatlerin koruyuculuğundaki kimi dernek ve vakıflar, bu
kampanyanın sivil(?) vitrini oluverdi. Sözleşmenin kabulünü ve yasa
hazırlanmasını erkek şiddetinin -onların dilinde kadına yönelik
şiddet- yükselme sebebi olarak göstermek için o yıldan beri akıl
almaz ithamlarda bulundukları, şiddet sevici kampanyayı
sürdürüyorlar. Hiç şaşırtıcı olmayan biçimde bu kampanyanın son
örneğini de yine Yeni Akit sergiledi.
Saygısızca yasanın mimarı olmakla suçlandı(!) bir ceza hukuku
profesörü. Prof. Dr. İzzet Özgenç’in, yasa hazırlığında yer alan
tüm hukukçulardan ve kadın örgütleri temsilcilerinden ayrıştırılıp
tek başına yasanın mimarı olmakla itham edilişi, tipik mahalle
baskısı örneği kuşkusuz. Cemaatten cemiyete geçememiş sosyal
tabakaların hukuk tanımazlığından kaynaklanan mahalle baskısının
şiddet seviciler elinde güçlü bir “saldırı silahı” haline dönüşmesi
şaşırtıcı değil. Tam kendilerinden bekleneni yapıyorlar. Şiddet
seviciler hukuk tanımaz, cemaat örgütlenmesiyle yaşadıkları için
şiddetle mücadele yasasına ve bu yasanın yapım aşamasında görev
almış “mahalle” mensubu saydıkları kişilere yönelik ilkel “sosyal
dışlama” cezası uygulamaya girişiyorlar.
Hukukun toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yeni ilkeler ve
yöntemler geliştirme becerisini yok sayarak, sorular yöneltmiş Sefa
Saygılı, profesöre. Eril tahakküm alışkanlığını yandaşlıktan aldığı
güçle birleştirerek “amirane” soruyor üstelik. Bir de tabii
geleneksel dogmacı zihniyetin ürünü olarak, TCK için nas muamelesi
istediği görülüyor, yazısında. Bol aile soslu yazı, eril şiddetin
iç dinamiklerine özgü özel yöntemler gerektirdiği gerçeğinden yola
çıkılarak oluşturulmuş yeni yasal düzenlemeler olan koruyucu ve
önleyici tedbir kararlarını hedef almış, hep yapıldığı gibi. Kadın
ölmeden veya ağzı burnu kırılmadan şiddetin varlığını kabul etmeyen
bu zihniyet, psikolojik ve ekonomik şiddeti de sırf TCK’de
karşılığı düzenlenmediği için yok sayıyor. Yok saymak ne kelime
“kadınların hezeyanı” saymış handiyse erkek şiddetini.
Stalking/ısrarlı takip (musallat olma) şeklindeki eril şiddet
biçimi de tıpkı psikolojik ve ekonomik şiddet gibi Anayasanın amir
hükmü uygulanmadığı için ceza kanunu sözleşmeyle uyumlu hale
getirilmedi. İktidarı Anayasaya uymaktan alıkoyan şey siyasi irada
eksikliği olduğu kadar bu eksikliğe yol açan karalama
kampanyalarıydı da. Hem ceza kanununun İstanbul Sözleşmesi'yle
uyumlaştırılmasını önlediler hem de kampanyalarını, ceza kanununda
bu şiddet biçimlerinin karşılığının olmayışı üzerine
kuruyorlar.
Sözleşme gereği şiddetle mücadele yasasında yer alan koruyucu ve
önleyici tedbir kararları etkin uygulanmadığı için öldürülen her
kadın bir aileye tekabül ediyor dersek eğer vaveyla kopardıkları
yuva yıkıcı olan şeyin iddia ettikleri gibi şiddetle mücadele
mevzuatı değil savundukları, sevdikleri eril şiddet olduğunu
görmeleri gerekir mantıken. Her ataerki cinayeti bir insanın
yaşamını, hayallerini, geleceğini yok ediyor. Aynı zamanda her
ataerki cinayeti öldürdüğü kadının hayatına değen anne, baba,
kardeş ve çocukların da canından can kopararak bir aileyi tarifsiz
acılara boğuyor, yok ediyor. İlla aile diyorlarsa buyursunlar
devlet, önleme ve koruma görevini yerine getirmediği için eril
şiddetle öldürülen kadınlarla birlikte yok edilen ailelerin
sayısını da hesap etsinler:
2010 - 180
2011 - 121
2012 - 210
2013 - 237
2014 - 293
2015 - 303
2016 - 328
2017 - 409
2018 - 440
2019 - 474
Hesap ederken yazımın başında verdiğim İstanbul Sözleşmesi ve
6284 sayılı şiddet yasasından önceki tarihlerde binli rakamlara
çıkmış olan ataerki cinayeti sayılarının, tam da yasa ve
sözleşmenin gündem olduğu yıllarda düşüş gösterdiği halde son
yıllarda tekrar tırmanışındaki karalama kampanyasının payını
görmeleri de umulur.