Giderek sıradanlaşan şiddetin yarattığı toplumsal anomi tarihin
ve toplumsalın hangi noktasında olduğumuza ilişkin tespiti zorunlu
kılıyor. Aksi halde yönümüzü bulmamız imkânsız, mevcut durumu ise
mutlak gibi görmemiz kaçınılmaz hale geliyor.
Türkiye “toplumu”, sürekli şiddete maruz kalan bireylerin tipik
davranışlarını sergiliyor. Histerik bir hınç, katıksız bir nefret,
onarılması güç bir bezginlik veya depresyon, acınası bir ürkeklik,
hangi olaya nasıl reaksiyon göstereceği belirsiz bir gel-gitlilik,
hakikatle ilişkilendirilemeyecek düzeyde bir sinizm ve irrasyonel
aidiyet duygusu sistematikleşen şiddetin doğurduğu toplumsal
psikolojinin sadece birkaç semptomu.
Bunun karşısında, daha doğrusu yanında, sürekli yeni iç ve dış
düşmanlar keşfeden, üreten, bunu zorlayan devlet, kendini yeniden
yapılandırmak için çeşitli “hukuki” düzenlemelere girişiyor. Yeni
anayasa çalışmalarının özünü, mevcut anomiyi, yani toplumu toplum
yapan bireyler arasındaki ahlaki bağın çözülüşünü, çerçeveleri çok
daha mutlaklaşmış yeni bir egemenlik anlayışı etrafında toplama,
daha doğrusu toparlama gayesi oluşturuyor. Peki bu girişimde
muvaffak olunması mümkün mü? Evet, toplumun büyük ölçüde sindiği,
olağanüstü hale rıza gösterdiği bir ortamda mümkün. Darbe
düzeninden çok daha otoriter bir anayasayı topluma onaylatmak artık
çok büyük bir maharet gerektirmiyor. Peki böylesi bir “rıza”yla
kabul ettirilen anayasa, parçalanmışlığı yeniden “topluma”
dönüştürüp bunu sürdürmeyi sağlayabilir mi? Dahası, toplumun
rızasını sağlamak üzere şiddeti sistematikleştiren irade,
egemenliğini mutlaklaştırabilir mi?
ŞİDDET BİR ARADA TUTMAZ
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han, “Şiddetin
Topolojisi” kitabında Hegel’den alıntıyla, “insanlar devletin
şiddet sayesinde ayakta kaldığını düşünür, oysa asıl harç herkesin
paylaştığı temel düzen duygusudur” diyor. Han’ın işaret ettiği
“düzen duygusu” bizde büyük ölçüde kaybolmuş durumda. Aleni
şiddetin toplumsal depresyona veya anomiye yol açtığı bir ortamda
bu duygunun yitiminin önüne geçmek için şiddetin aktörlerinden daha
güçlü ve şiddet üretmeyen bir aktör olmak zorunda.
Buna mukabil Byung-Chul Han şöyle diyor: “Bir hukuk düzeni
yalnız şiddet veya olumsuz yaptırımların tehdidiyle ayakta kalamaz.
Şiddet, bir arada tutmaz. Şiddet sağlam bir dayanak değildir.
Tersine, toplumda yoğun bir şiddetin varlığı iç istikrarsızlığa
işaret eder. Yalnız şiddetle ayakta tutulabilen bir hukuk düzeni
çok kırılgan olurdu. En sağlam dayanak, hukuk düzenine gönüllü
rızadır. Şiddet de zaten bu ‘payanda’nın hukuk düzenini tamamen
terk ettiği anda ortaya çıkacaktır.” Türkiye’de ortaya çıktığı
gibi.
Şiddetin şiddeti doğurduğu bir sarmal, ancak egemen, bunun önüne
set çekmeye karar verdiğinde veya şiddete karşı, şiddet üretmeyen
güçlü bir toplumsal itiraz geldiğinde kırılabilir. Büyük
olasılıkla anomi veya toplumsallık vasfının yitimi, bu iki
ihtimalin de devre dışı olduğu algısından türüyor.
Byung-Chul Han kitabında Sigmund Freud’dan Walter Benjamin’e,
René Girard’dan Giorgio Agamben ve Gilles Deleuze’e kadar önemli
düşünürlerin devlet, şiddet ve topluma ilişkin tezlerini eleştirel
bir yaklaşımla özetliyor. Yazarın bu tezlere yönelik eleştirel
yaklaşımından ziyade, tezlerde ortaya konan şiddet biçimlerine
ilişkin değerlendirmeler Türkiye’nin mevcut vaziyetiyle mukayese
yapabilmek için bu aşamada daha işlevsel görünüyor.
MEDENİYET DEĞİL MODERNİTE KAYBI
Türkiye’nin girdiği olağanüstü hal “düzeninin” tahlili için
sıklıkla başvurduğumuz Carl Schmitt’in egemenlik inşasına ilişkin
tespitlerini aktaran Han, onun şiddete dair analizini özetlerken,
Türkiye’nin “keşfettiği” çoklu düşman algısının yaratacağı krize de
işaret ediyor: “Schmitt için düşmanlık kimliğin kurucu öğesidir.
Ben kendini sadece Öteki’ne bir bağışıklık tepkisi içinde
tanımlayabilir. Yani, der Schhmitt, ‘tek bir gerçek düşmandan daha
fazla düşmana sahip olmak, içsel bir zaafın, bir bölünmenin
işareti’dir. Düşmanın kesin tarifinin yapılamayışı, Kendi’nin
kifayetsiz kimliğine işaret eder. Düşmanların çoğulluğu Ben’i
dağıtır. Kendilik, ancak tek bir düşman karşısında tüm keskinliği
ve kesinliğiyle tebarüz eder.”
Han’ın kılavuzluğunda gidecek olursak Türkiye büyük bir hızla
düşmanlarını çoğullaştıran ve bu esnada “ben” duygusunu yitiren bir
paradoksun ama aynı zamanda arkaik bir şiddet sarmalının içinde
debeleniyor. Tanık olduğumuz korkunç vahşet olayları, kanlı
gösteriler, cezalandırma sahneleri, düşman ilan etme seremonileri,
linç eylemleri, modernitede dışlanmış olan şiddet biçiminin
tezahüründen ibaret. Arkaik kültür ve Antik Çağ’da şiddetin
sahneleniş biçimini şu şekilde izah ediyor Han: “Öldürücü şiddetin
şaşaalı bir biçimde sergilenmesiyle, hükümdarın gücü ve haşmeti
ortaya konur aslında. İktidar kan simgeselliğine başvurur. Gaddar
şiddet iktidarın mührüdür. Şiddet gizlenmez burada. Görünürdür,
apaçıktır, sergilenmektedir. Hiçbir şekilde utanmaz. Ne dilsizdir
ne de çıplak; tersine, kendini anlatır ve önemser.”
O halde Tanıl Bora’nın “medeniyet kaybı” dediği linç
için “modernite kaybı” veya pre-modern çağa dönüş demek belki daha
doğru olur.
KÖTÜMSERLİĞİ DAHA İYİ GÜNLERE SAKLAYALIM
Nitekim “modernitede gaddarca şiddet yalnız siyaset sahnesinde
değil, hemen tüm toplumsal düzlemlerde giderek meşruiyetini
kaybeder” diyen Han, pre-modern zamanlar için şiddeti şöyle
nakleder: “Modernite öncesi zamanlarda şiddet her yerde hazır ve
nazırdır, gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir. Toplumsal
pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır hatta. Onun için
yalnız fiilen uygulanmakla kalmaz, seyirlik hale de getirilir.” Bu
açıdan aslında şu an tanığı ve parçası olduğumuz vaziyet tam da
modernite öncesinin tarifine uyuyor.
Bu vaziyet Türkiye’nin başına rastlantı sonucu gelmiş bir
felaket değil, egemenliğin çok daha otoriter bir şeklinin tesisi
için sistematik olarak örülmüş sürecin tezahürü. Şiddetin bu
pre-modern halinin, yeni egemenlik hedefinin sadece bir aracı
olarak değil aynı zamanda amacı haline gelmesi, toplumsal anominin
başlıca sebeplerinden biri olarak görülebilir. Mevcut şiddet
biçiminin sonlanamayacağına ilişkin karamsarlığımızın sebebi belki
de budur. Ama kaos ve şiddetin kurucuları, karşısında herhangi bir
direnç kalmadığı zaman mutlaklaşır ve bunu sürdürmek için de
sürekli baş edebileceği yeni düşmanlar üretir. O, düşmansız ve
savaşsız var olamaz.
Dolayısıyla biz daha filmin sonuna gelmiş, en dibi görmüş
değiliz. Daha önce de yazdığımız gibi, Türkiye zor günlerden
geçmiyor, zor günlere giriyor. Ve bu zorlu günlerden bir daha asla
çıkmayacağımız hissine kapılmaya zorlanıyoruz. Belki de bu
zorlamaya karşı bir direnç noktası olarak Eduardo Galeano’nun
Bogota’daki bir duvar yazısından naklettiği şu sözü sık sık
hatırlamak gerekiyor: “Kötümserliği daha iyi günlere saklayalım.”
Çünkü karanlık tünel epey uzun görünüyor ve kötümserlik, umutsuzluk
insanları hiçbir yere gitmemeye, yola devam etmemeye itiyor.