Şiddet ve mimarlığın kesişimi, inşa edilmiş çevre ile insan davranışı arasındaki karmaşık etkileşimden ibaret. Neyin tetikleyici, neyin araç neyin sonuç olduğunu kestirmek gerçekten de son derece zor. İç içe geçmiş olan bu meknizmaları anlamak için olabilen her fırsatta konuşmak, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak, özetle karışık bir yün yumağını açarak yeniden sarmak gerekli.
DAC İstanbul tarafından geçtiğimiz haftanın başında “Mimari Eleştri” konferansının ikincisi düzenlendi. Konferansın bu yılki teması “Şiddetin Kıyısında” olarak belirlenmişti. Deprem, göç ve savaş konularını mimarlık bağlamında ele alan etkinlikte, farklı disiplinlerden uzmanlar görüşlerini paylaştı; İstanbul Modern oditoryumunu dolduran meraklı izleyiciler de dinledi. Sadece dinlemekle yetinmiş olduklarını eleştirmeliyim!
Panel başlıkları arasında “Yıkım: Mimarlık ve Yaralı Mekanlar,” “Göç: Mekansal Dönüşüm,” ve “Şiddet: Mimarlık ve Politika” gibi konular vardı ve açıkçası tüm bu alanlarda görüş bildiren akademisyenleri, profesyonelleri dinlemek bir hayli düşündürtücü ve öğreticiydi.
Konferans Ahmet Tercan’ın kavramsal sunumu ile başladı. Tercan konunun insan ve doğa ile bağlantısına değinerek kırılganlıklarımıza işaret etti. Aynı oturumda yorum yapan Celal Abdi Güzer de mimarlık ve şiddetin iki türlü ele alınabileceğinden bahsetti. Birincisi şiddetin temsili. Bununla kastedilen özellikle kentsel dokudaki şiddeti, kentsel yaşamda karşılaşılan şiddeti izleyen konumunda olmamız; Güzer bunu temsili şiddet olarak nitelendirdi. Diğeri ise daha çok mimarların çuvaldızı kendilerine batırdıkları bir yaklaşım olarak mimarlığın bizzat şiddetin aracı konunumda olması. Bu konferans tam da bu ikinci kısmı irdelediği için de, eleştiri kültürümüze önemli bir katkı sundu.
Konferans, bu günlerde kurduğu Veri Enstitüsü ile kamuoyuna sarsıcı Türkiye istatistikleri sunan Bekir Ağırdır ile devam etti. Ağırdır, Veri Enstitüsü’nün paylaştığı bilgiler üzerinden içinde bulunduğumuz coğrafyaya ilişkin sosyolojik veriler sundu. Bu veriler söz konusu tema için önemli çünkü insanların mutsuzluk veya depresif olma halleri, kuşkusuz yaşamlarında belirleyici. İnsan psikolojisi günlük yaşamdan, kültürel üretimden, ticari ilişkilerden, kentsel örüntülerden bağımsız düşünülemeyeceğinden mimarlığın algısı ile de doğrudan ilintili.
Ağırdır’ın verdiği çarpıcı örneklerden biri kentteki suç oranının kentle ilişkisi oldu. Meydanı olmayan, mahallesi olmayan bir toplumda küçük etkileşimlerin ve neşenin olamayacağını belirten Ağırdır “sadaka taşı”nı hatırlattı. Wikipedia ve pek çok kaynakta Selçuklulardan itibaren olduğu belirtilen, kanımca çok daha eskilerden itibaren kullanılan ve toplumsal kültürün bir parçası olan bu mimari veya daha çok kentsel tasarım ürünü bugün Süleymaniye Camii avlu içinde, Ayasofya Camii soğukçeşme sokağı girişinde, Karaköy Arap Camii giriş kapısı yanında, Cağaloğlu Hacı Beşir Ağa çeşmesi karşısında, Üsküdar Doğancılar İmrahor Camii yanında, Üsküdar Karacaahmet Fethi Ahmet Paşa Camii yanında, Karacaahmet Aşçıbaşı Camii avlusunda, Fatih Mehmed Ağa Camii ana giriş kapısı sağında, Aksaray Sofular caddesi ile Ragıp Bey sokağının birleştiği köşede, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii ve türbesinde, Kocamustafapaşa Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda rastlayabileceğimiz silindir bir sütun taşıdır. Bu taşın üt kısmında ve çeperlerinde oyuklar bulunur. İmkanı az olanlara para bırakmak isteyenler kimlikleri bilinmeden buraya para bırakıyordu; ihtiyacı olanlar da alıyordu.
Bu geleneğin ardında kadim bir kültür var; yardım sahibinin kimliğini açık etmemesi, yardımı sesiz sedasız ve kimseyi rencide etmeden, işin içine riya katmadan yapması geleneği… Bugünkü yaşam biçiminde bu fonksiyonun yerine getirilmesi mümkün değil; bu taşa bırakılacak bir paranın ihtiyaç sahibi olmayanlar tarafından da anında alınabileceği çok açık; diğer yandan günümüzde insanlar gerçekleştirdikleri yardımları anonim biçiminde değil de daha çok gösterişli biçimde yapmayı tercih ediyor. Ben yine de inanıyorum ki damarlarımızda akan kanda, genetik dokumuzda bir yerlerde bu kadim kültürün izleri tüm saflığı ile bulunuyor. Çok kısa süre önce başlayan askıda yemek, askıda fatura, askıda bilet gibi uygulamalar ve kriz anlarında gösterdiğimiz dayanışma örnekleri beni umutlu kılıyor.
Kent ve suç, mimarlık ve şiddet kadar önemli bir konu. Mimar Oscar Newman tarafından 1970'lerde tanıtılan "savunulabilir alan" kavramı, mahallelerin tasarımının suç oranlarını artırabileceği ya da azaltabileceğini öne süren ilk çalışmalardan biri. Kamu alanlarının belirsiz ve doğal gözetimden yoksun olduğu bölgelerde, suç davranışları için fırsatlar artıyor. Hong Kong’da dümdüz edilen Kawloon bölgesi veya Chicago'daki ünlü Cabrini-Green konut projesi bu durumun en belirgin örneklerinden. 20. yüzyılın ortalarında tasarlanan Cabrini-Green, şiddet ve suç ile özdeşleşmişti; bu, büyük ölçüde, izolasyonu ve anonimliği teşvik eden mimari düzenlemesi yüzündendi. Topluluk alanlarının eksikliği ve etkileşimi teşvik etmeyen yüksek binalar, şiddetin yayılmasına olanak tanıyan bir ortam yaratmıştı. Belirtilene göre sadece 1981 yılında 37 kişi çeteler tarafından bu mahallede öldürülmüştü.
Ağırdır çözüm önerilerinden biri olark sivil toplumun önemine değindi ve örgütlenmenin gerekli olduğunu vurguladı. Ardından söz alan Emre Arolat, konferansta başlık olarak bulunan yaralı mekanlardan söz ederken Antakya depremi sonrası yaşadığı sivil toplum ve örgütlenme deneyimini paylaştı. Buradan kendime aldığım bir cümleyi sizlerle de paylaşıyorum: “Mimari iyi niyet kötüdür; hatta en kötü iyi niyetlerden biri mimari olandır.” Antakya depremi sonrası kurulan Ortakakıl Antakya girşiminin kurucularından biri olan Arolat, devlet-meslektaşlar-kuruluşlar ekseninde yaşadıklarını ve yaşananlara dair yorumlarını paylaştı. Arolat, olup bitenin mimarlığın politika tarafından araçsallaştırılmasına hizmet ettiğinin altını çizdi. Bu çerçevede mimara göre şiddet tek taraflı değil ve şiddeti uygulayanın gücü imrendirici ve içselleştirici; katılmamak mümkün değil. Arolat, tüm oturumlar süresince güç, politika ve devlet gibi kavramların mimarlığın şiddet ile ilişkisine en etkin biçimde dokunan, en geçerli eleştiriyi ifade eden isimlerden biri oldu.
Yeri gelmişken Ortakakıl Antakya oluşumu yakın süre içerisinde tüm belgelerini ve çalışmalarını içeren bir kitap yayınlayacak ve en azından bununla tarihe bir şerh koyacak.
Deprem sonrası bölgeyi belgeleyerek ciddi bir fotograf arşivi oluşturan Murat Germen’in kendi kareleri üzerinden yaptığı okumalarla devam edilen oturumlarda Deniz Ülke Kaynak küreselden ulusala dönüş eğilimini ülkeler arasında inşa edilen duvarlar özelinde anlattı. Berlin Duvarı yıkıldığında 12 ülkenin sınır duvarları varken günümüzde ise bu sayının 90 olduğunu kaydetti.
Berlin Duvarı gerçekten de geçmiş yüzyılda mimarlığın şiddeti yansıtması konusunda en çarpıcı örneklerden biriydi. 1961'de inşa edilen Duvar, yalnızca fiziksel bir engel değil, Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı arasındaki ideolojik bölünmenin güçlü bir sembolüydü. Beton yapısı, Doğu Almanların Batı'ya kaçmasını önlemek için tasarlanmış olup, yakınlarında yaşayanların hayatlarında keskin ve şiddetli bir bölünme yarattı. Duvarın mimarisi, gözetleme kuleleri, dikenli teller ve kontrol noktaları ile sadece siyasi baskıyı değil, aynı zamanda korku ve gözetim iklimi yaratarak psikolojik şiddeti de körükledi. Duvarın kalıntıları, bölünmenin ve mimarlığın insan deneyimlerini şekillendirmedeki etkisinin bir hatırlatıcısı olarak hizmet ediyor. Bu yapı ve etkileri üzerine sayısız sanatsal ve kültürel eser üretildi. 2019 yılında Trump ile gündeme gelen duvar sevdası üzerine şu yazıyı kaleme almıştım.
Bülent Tanju mimarlığı anıt üretir gibi ürettiğimizden söz etti. Anıtsal üretimin bize sürekli olarak hatırlatıcı bir yapısı olduğunu vurguladı ve bunun başlı başına bir şiddet olduğunun altını çizdi. Korhan Gümüş, sanatın bile kamusal alana genişleyememiş olmasının kentsel yaşamdaki şiddetin en önemli göstergelerinden biri olduğunu söylerken oldukça haklıydı. Can Öz ve Nilay Örnek’in yorumlarını paylaştığı konferans İranlı mimar Alireza Taghaboni’nin işlerine dair sunumu ile sonlandı.
Dinlediğim oturumlar bütünü, mimarlık ve kentsel şiddet bağlamında eleştiri kültürünün önemini bana bir kez daha hatırlattı. Sadece mesleki alanlarda değil; şirket kültürümüzde, aile yapısında hatta dostluklarımız veya yakın duygusal ilişkilerimizde bile bu kültürün olmayışının dertleri ile boğuşuruz hayatımızda çoğunlukla. Karşısındakini incitmek, küçümsemek, değersizleştirmek için eleştirel bir üslup benimsemiş insanlar var. Bu tür insanların varlığı ve onlara karşı geliştirdiğimiz bilinçdışı savunma, bizi gerçekte geliştirebilecek, daha iyi olmamızı sağlayabilecek eleştirilere de kapalı olmamıza sebep oluyor belki de. Eleştiri kültürünün yaygınlaşması ve içselleştirilebilmesi için bir tür güven duymamız gerekli. Ne var ki Mehmet Yılmaz’ın son yazısında belirttiği üzere “Vasatistan’da sivrilmek kimseye iyi gelmiyor; hep beraber ayaklarından aşağıya çekip, kafalarına bastırıp aynı vasata çekmek istiyoruz” Bu nedenle bu tür buluşmalar ve paylaşımlar eşsiz, değerli kıymetli.. Bunu bize sağlayan DAC ekibine, Aslı Sekmen, Murat Bozkurt ve Hakan Sekmen özelinde sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum; onlar olmasa çok ihtiyacımız olan bu paylaşımlar da olmayacaktı. Beni düşündürten bu konferans sonrası düşündüklerimi derleyerek devam edeceğim.
Mimarlık ve kentsel şiddet, inşa edilmiş çevremizde sosyal adaletsizlikler ve bunların ortaya çıkardığı çatışmalar ile birlikte anılıyor; bunların tümü toplumun üzerinde sistematik bir bası uyguluyor. Kentsel şiddet güvenlik vurgusu altında toplumun fiziksel olarak ayrılmasına, sürekli olarak gözetlenmesine veya çok çeşitli başka tasarım tercihlerine kadar uzanıyor. Bu bağlamda, güçlü bir eleştiri kültürü, baskıcı yapıların sorgulanması, daha eşitlikçi kentsel planlama için savunuculuk yapılması ve topluluk dayanıklılığının artırılması açısından oldukça önemli. Önce bu kentsel şiddeti daha iyi analiz etmeli ve anlamalıyız ki ardından bir tepki ve talep oluşturabilelim.
İnşa edilmiş çevre aracılığıyla güç dinamiklerinin tezahürü olarak geniş bir şekilde tanımlayabileceğimiz mimari ve kentsel şiddet her gün her alanda karşımıza çıkan bir olgu. Savaşın kendisi bir şiddet fiili iken savaşlarla tetiklenen göç, ekonomik göç, diğer bir deyişle fiziksel yerinden etme şiddetin insanlar üzerindeki en sık karşılaştığımız çağdaş durumlarından biri. İnsanların bir kesimini ihmal eden, dışlayan ve topluluk ihtiyaçlarını önceliklendirmeyen tasarım seçimlerinden kaynaklanan daha ince şiddet biçimleri de var. Örneğin, 20. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nde stratejik olarak otoyollar marjinalleşmiş mahalleleri bölüyor; ayırıyor, toplulukları bozuyor, aileleri yerinden ediyor ve sosyo-ekonomik eşitsizlikleri arttırıyordu. Bunun ülkemizdeki en belirgin uygulamaları Tarlabaşı caddesi ve Büyükdere caddesi olarak verilebilir. Nobel ödülü sahibi yazarımız Orhan Pamuk eserlerindeki örüntüler arasında bu türden olaylara ve onların kahramanlarındaki yansımalarına değindiği satırları ile hafızamda yer etmiştir. Bu tür stratejik eylemler, kentsel planlamanın bir şiddet aracı olarak nasıl işlev görebileceğini gösterir.
Mimarlık ve kent özelinde gelişmesi gereken eleştiri kültürü, birkaç amaca birden hizmet eder: Bunlar diyalog geliştirmek, hesap verebilirliği teşvik etmek ve tasarımda etik anlayışları artırmak olarak sıralanabilir. Eleştiri, düzenlenen konferans benzeri akademik tartışmalarda, kamu forumlarında, topluluk geri bildirimlerinde ve sizlerle her hafta paylaşmaya çalıştığım gibi medyada ortaya çıkabilir. Bu yolların her biri, adaletsizliklerin ortaya çıkarılması, marjinalleştirilmiş seslerin savunulması ve daha düşünceli, kapsayıcı tasarım uygulamalarının teşvik edilmesinde önemli bir role sahip.
Diyalog geliştirmek önemli. Mimarlık ve kentsel tasarım hakkında eleştirel tartışmalara katılmak, toplulukların karşılaştığı karmaşıklıkları ve zorlukları gün yüzüne çıkarabilir. Örneğin, Seattle'da Amazon Spheres'in inşasına karşı kamuoyunun tepkisi, mimari projelerde topluluk katılımının önemini vurguluyordu. Eleştirmenler, Amazon çalışanları için bir işyeri olarak tasarlanan Spheres'in kurumsal açgözlülüğü ve bölgede daha fazla gentrifikasyonu simgelediğini savundular. Bu eleştiri, kentsel gelişimde kapsayıcı topluluk katılımının gerekliliği üzerine daha geniş bir tartışma başlattı.
Eleştiri, mimarları, kentsel planlayıcıları ve politika yapıcıları aldıkları kararlar için hesap verebilir hale getirir. Yine Amerika’dan bir örnek verisem, San Francisco'daki tarihi Civic Center'ın yeniden geliştirilmesi etrafındaki yükselen tartışmalar bu alanda örnek olmuştu. Mevcut binaların yerini lüks apartmanlarla değiştirme planları açıklandığında, aktivistler düşük gelirli sakinlerin yerinden edilme olasılığına dair endişelerini dile getirdiler. Topluluk grupları, uygun fiyatlı konut ve eşitlikçi gelişim için harekete geçti. Ortaya çıkan diyalog, şehir yetkililerini planlarını yeniden gözden geçirmeye ve paydaşlarla daha etkili bir şekilde etkileşimde bulunmaya zorladı; bu da eleştirinin kentsel politikaları şekillendirmedeki gücünü gösteriyor göstermesine ama bu diyalog sadece Amerika gibi pek çok özellik bakımından ileride olan devletlerde kurulabiliyor. Aynı sesler ülkemizde yükseldiğinde çoğunlukla sonuç olumsuz oluyor. Devletin gücü sivil insiyatife kulak asmayacak kadar büyük; öyle olmasa en yakın örnek olan Antakya depremi sırası ve sonrasında yaşananlar ile devlet mevcut yapısını koruyamaz; sürdüremezdi.
Güçlü bir eleştiri kültürü, mimarların ve kentsel planlayıcıların çalışmalarında etik anlayışları önceliklendirmelerini teşvik eder. Böylece kamu alanlarının tasarımı gündeme daha sık gelir, kapsayıcılık artar ve sosyal yapılar pekiştirilebilir. New York ‘ta Times Square'in yeniden tasarımı, trafik sıkışıklığı ile tanınan bir alanın yaya dostu bir alana dönüştürülmesini sağladı; yine bu kentte eski ve atıl demiryolu hattı High Line parkı olarak kazandırıldı. Bunun gibi örnekler kentsel tasarım üzerindeki eleştirel katılımın daha eşitlikçi sonuçlara nasıl yol açabileceğini gösterir nitelikte.
Çağımızın önceki asırlara göre çok daha eleştirel kültüre sahip olduğunu -en azından global anlamda- söylemeliyim. Pek çok olumlu örnek ortaya çıkıyor; oluşumlar yaratılıyor ve böylece kentteki şiddet unsurlarını azaltan; toplumsal yaşamı daha adil kılan uygulamalar teşvik ediliyor.
Dünyanın dört bir yanındaki şehirlerde, konut aktivizminin artışı, kârın insanlar üzerinden değil, toplulukların ihtiyaçları doğrultusunda sağlanması gerektiğine dair eleştirileri gündeme getiriyor. İstanbul yüksek kira sorununu son birkaç yıldır yaşıyor ve henüz buna karşı kolektif bir ses çıkaramadı. İstanbul’da yaşayıp çalışan insanlar şimdilik evlerini değiştirip daha ekonomik konutlar kiralayarak veya kente yakın periferi lokasyonlarında yeni yaşamlar kurarak bu büyük ekonomik şiddete uyumlanmaya çalışıyorlar. Oysa bir an önce sistemin yarattığı bu dayatmaya karşı ortak bir ses üretmek gerekli. Kentte üreten insan kenti kent yapan asıl unsurdur; şu anda bu kesim tümü ile kentten sürülüyor.
Los Angeles'ta "Kira Kaldır" hareketi, şehirdeki uygun fiyatlı konut girişimlerinin eksikliğini eleştirmişti; bu sırada gayrimenkul geliştiricileri lüks apartmanlar inşa etmeye devam ediyordu. Protestolar, sosyal medya kampanyaları ve topluluk örgütlenmesi yoluyla, aktivistler uygun fiyatlı konutu önceliklendiren yasaların değişmesini sürekli olarak talep ediyorlar ve pek çok projenin üzerinde yarattıkları baskılar yatırımcıları girişimlerinden vazgeçirebiliyor.
Black Lives Matter hareketi, mimarlık, kentsel tasarım ve sistemik ırkçılık arasındaki kesişimleri de vurgulayan başka bir örnek. Bu çerçevede dönemsel liderleri onurlandıran heykellerin kaldırılması, örneğin, Virginia'daki Robert E. Lee heykelinin son zamanlarda yıkılması, kamu anıtlarının tarihsel adaletsizlikleri nasıl sürdürebileceğine dair bir farkındalık yarattı. Bu hareket ile kamusal alanların nasıl şekillendirileceği ve hangi tarihlerin kutlanacağı konusundaki tartışmalar ateşlendi, kentsel tasarımda daha kapsayıcı bir yaklaşımın gerekliliği ortaya kondu.
İklim değişikliği ile mücadele eden şehirler de , artan bir şekilde topluluk seslerini içeren dayanıklılık stratejilerine odaklanıyor. Farklı ülkelerdeki çeşitli inisiyatifler, sürdürülebilir kentsel planlama için savunuculuk yapıyor; böylece iklim kirizine yönelik çözümler ve mevcut eşitsizliklerin önlenmesi hedefleniyor.
Sizlere bu satırları yazarken, dünya her zamanki gibi savaşların, yıkımın beşiği durumunda. Savaş şiddetin en güçlü gösterisi ve çoğunlukla da hedefi kent ve mimarlığın kendisi. Çatışmanın olduğu bölgede yapı öznedir. Bu tür bölgelerde, mimai yapılar ve kent sıklıkla karşıt görüşler ve kimlikler için bir sahne haline gelir. Beyrut, Lübnan gibi daimi olarak bu çatışmaların sahnesi olmuş şehirlerde, şiddetin izleri kentsel manzaraya görünür bir şekilde kazınmıştır. Bombalanmış binaların mimari kalıntıları, yeni gelişmelerle bir arada varlık göstererek hafıza ve travmanın karmaşık bir dokusunu oluşturur. Polonya ziyaretimde Varşova’da hemen hemen tüm yapılardaki kurşun izlerini ilk gün aşırı yadırgamış ancak birkaç gün sonrasında şaşkınlığımı gizler hale gelebilmiştim.
İsrail’in bir yılı aşkın süredir Filistin üzerinde uyguladığı şiddete kent kırım ismi de veriliyor; bildiğimiz üzere İsrail, hedefinde insanlar olmasa dahi bir daha dönülmemesi için mevcut sağlam yapıları da bir bir yok eden bir savaş stratejisi yürütüyor. İnsanlık bu şiddeti sadece izlemekle kalıyor.
Şiddet ve mimarlığın kesişimi, inşa edilmiş çevre ile insan davranışı arasındaki karmaşık etkileşimden ibaret. Neyin tetikleyici, neyin araç neyin sonuç olduğunu kestirmek gerçekten de son derece zor. İç içe geçmiş olan bu meknizmaları anlamak için olabilen her fırsatta konuşmak, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak, özetle karışık bir yün yumağını açarak yeniden sarmak gerekli.
İşe konu hakkında okuyarak başlamak isteyenler için kendi kitaplığımdan birkaç isim vererek bu konuyu- şimdilik- burada sonlandırıyorum:
Jane Jacobs, "The Death and Life of Great American Cities" (1961)
Oscar Newman, "Defensible Space" (1972)
David Harvey, "Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution" (2012),
Mike Davis, "City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles" (1990)
Richard Florida, tüm eserleri !
Rem Koolhaas "Delirious New York: A Retroactive Manifesto for Manhattan" (1978)