Şiddet bu topraklardan hiç eksik olmadı. Her dönemin kendine özgü bir karanlığı vardı. Öncesini bir kenara bıraksak, yalnızca Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraya baksak, tarihin açığa vurabildiği, izin verildiği kadarıyla bile şiddetin gündelik olanı nasıl işgal ettiğini fark edebiliriz. Katliamlar, cinayetler, faili meçhuller, iş cinayetleri, yersiz yurtsuz bırakmalar, her tür işkenceyle bedensel bütünlüğün tahribi, kimliksizleştirme, cinsiyetsizleştirme, tarihsizleştirme, dilsizleştirme, kültürsüzleştirme, haklarından yoksun bırakma, açlığa mahkum etme... Cumhuriyet’in görece kısa tarihi bunların her birinden dehşetengiz örneklerle bezeli.
Şiddetin ölçüsüzce yaygınlaştığının kanıtını bulmak zor değil. Ne yazık ki gündelik hayatımız giderek daha görünür olan hemen her türden şiddetle sarılıyor. Parkta çimlere serilmiş piknik yapan bir grup gencin aralarındaki sohbete (!) kulak misafiri oldum geçenlerde. Küfürsüz tek cümle duyamadım. İnsan ilişkilerinde birbirini anlamanın belli bir mesafe gerektirdiğine inanırım. Konuşmalardaki sınır ihlali, benliği yerle bir eden o şiddet dili beni dehşete düşürdü o gün. Her gün medyada boy gösteren politikacıların, onların şakşakçısı birtakım yorumcuların dilinden aşağılama, tehdit eksik olmazsa gençler ne yapsın diyebilirsiniz tabii. Haklısınız. Ancak şunu da akılda tutsak iyi olur: Şiddetin belli bir biçimi kendi biricikliği içinde ele alınmayıp daha genel bir düzlemde şiddetin yaygınlığıyla açıklandığında şiddetin bizatihi kendisi meşru hale geliyor ne yazık ki.
Şiddet konuşmayı imkansız kılar; şiddetin yaygınlaşması sözün yok olması demektir. Dehşetten dona kalmış, dili tutulmuş bırakır insanı. Ağzınızdan çıkan anlamını yitirir, çığlığınız anlamsız bir sestir. Haykırışınız bir çağrı olmaktan çıkar. Sesiniz yükseldikçe duyulamaz olur. Şiddet görenin çığlığı, ki bir süre sonra fail ile kurban da birbirinden ayrılamaz hale gelir, seslerden sağırlaşmış kulaklar için yok hükmündedir. Çoğu kez şiddetin kanıksanması olarak adlandırdığımız tepkisizlik, aslında şiddetin kabullenilmesinden, onun benimsenmesinden ziyade şiddet karşısında duyduğumuz dehşetle bütün duygularımızı askıya almamızdan kaynaklanıyor olabilir. Aklın bizden beklediği, şiddeti bitirecek bir harekettir ya da şiddetten kaçınmak için harekete geçmektir. Ancak donakalmış olan için böylesi bir akıl yürütme artık imkansızdır.
Bu nedenle işte, şiddet politikanın sonudur. Mücadele de, müzakere de zeminini yitirir şiddet karşısında. İktidarın şiddeti karşısında ona direnebilmek için gerekli iradenin yitimidir tepkisizlikte bulduğumuz. Claude Lefort, iktidarın yerinin demokrasilerde boş olduğunu iddia eder. Demokrasi, iktidarın yerinin boş kalması için bir mücadeledir aynı zamanda. Hiçbir özne, iktidarla tamamen özdeşleşemez; iktidarı hep sınırlıdır, hep eksik kalmalıdır. Oysa despot ya da tiran, iktidarın bedeni olma iddiasındadır. O, iktidardır. Ona dışarıdan sınırlılığını (ölümlülüğünü) gösterecek olan halkla özdeş kılar kendisini, öyle ki artık halk onun bedeninde erir. Halkla iktidar arasında herhangi bir aracıya, örneğin medyaya, ihtiyacı yoktur tiranın. Zira o halktır, halkın iradesidir, devlettir, toplumdur, millettir. Bu kapsayıcı şiddet, tepkisizlikte bulur olabilirlik koşulunu. Şiddet karşısında dilsizleşmiş insanlar, o gövdede eriyip yok olurken ölüm anındakine benzer bir acısızlık, hatta belki haz bile duyuyor olabilirler. (Bir iddiaya göre ölüm anında beyin, bütün endorfin depolarını boşalttığı için acı çekmezmiş insan!)
Şiddetin karanlığı yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada yayılıyor. Bildiğimiz mücadele biçimlerinin giderek işe yaramaz hale geldiği günleri yaşamaya başladık çoktan. Fukuyama gibi, çok değil 26 yıl önce, Batı liberal demokrasisinin evrenselleşmesiyle insanlığın ideolojik evrimini tamamlamış olabileceğini iddia eden bir kuramcı, bugün dünyada gözlenen otoriterleşme, gelir ve servet dağılımındaki dengesizlikler karşısında sosyalist programlara her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğunu söylüyor artık. Sosyalizm geri gelmeli ama nasıl? Solun kendisi için bir hedef koyması, yeni olaylara yeni bir dille ve yeni bir etikle yaklaşması elzem. Ancak sanırım şiddetin yok etmeye soyunduğu her tür hedefin, değerin, asırlar süren mücadelelerde elde edilmiş şimdi ise birer birer yitirilmekte olan her tür kazanımın belleklerimizde canlı kalmasını sağlamakla başlaması gerekiyor işe. Şiddetin belleği tarumar edişine direnmekle başlamak gerekiyor kısacası. Burada yalnızca şiddetin yok ettiği hayatların anısını canlı tutmak değil mesele. Onların düşlerini, mücadelelerini, amaçlarını, kısacası o şiddetin neden nesnesi haline getirildiklerini anlatmak gerekiyor. Anıtlarla ağıtlar, yitirdiklerimizin arkasından acımızın derinliğini anlatmaktan öteye bir anlam taşımalı. Düşlerin, umutların, amaçların, hedeflerin şiddet karşısında yenik düşmediğini göstermeli. Sesimizin duyulamayan bir çığlıktan bir çağrıya dönüşmesinin yolu, tekrar tekrar düşlerimize dönebilmekten, hatırlamaktan kaçındığımız travmatik deneyimlerimizin örttüğü hedefleri canlandırabilmekten geçiyor.