Şiddetsizlik: Yaşama ve yaşamı savunma olanağı

Judith Butler'ın yeni kitabı 'Şiddetsizliğin Gücü', Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Butler kitapta, toplumsal çatışmalarda şiddetin vazgeçilmezliği karşısında şiddetsizliğin önemini vurguluyor.

Abone ol

Judith Butler, ele aldığı konuların çeşitliliğiyle öne çıkan bir araştırmacı; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet meselesinden savaş karşıtlığına, feminizm çözümlemesi ve eleştirilerinden insan haklarına dek geniş bir pencereden bakarak yaşamı yorumlayan bir yazar. Kimliklerin, dar bakış açılarına ve kategorilere hapsedilmemesi gerektiğini düşünürken iktidar ve şiddet konusuna, özellikle de keyfi şiddete odaklanan Butler, muktedirlerin yaptığı “değerli” ve “değersiz” hayatlar ayrımının tehlikelerine dikkat çekip buna yönelik eleştiriler sıralıyor, hukukun ve etiğin hiçe sayılmasından dem vuruyor.

Butler, insanların yaşamının kolayca sona erdirilmesi ve itibarlarının ayaklar altına alınması karşısında, yası tutulabilir yaşamlardan ve şiddetsizlik etiğinden bahsedip “yas tutma yetimiz olmadığında şiddete karşı çıkabilmemiz için gereken, hayata dair o daha keskin bakışı kaybederiz” diyor. Yazarın 'Savaş Tertipleri' (Çeviren: Şeyda Öztürk, YKY, 2015) başlıklı çalışmasında bu bağlamda söyledikleri önemli: “Kişi şiddet aracılığıyla biçimlendiğinden, onun biçimlendirilişindeki şiddeti tekrar etmeme sorumluluğu daha da acil ve önemli hâle gelir. Bir iktidar matrisi içinde biçimleniyor olabiliriz ama bu, hayatımız boyunca bu matrise sadık kalmamız ya da onu istemsizce tekrar etmemiz gerektiği anlamına gelmez.”

Söyleminde hatırı sayılır bir yer kaplayan şiddet olgusunu ve şiddetsizlik etiğini, yeni çalışması 'Şiddetsizliğin Gücü'nde bütün yönleriyle gözler önüne seriyor Butler. Toplumsal çatışmalarda şiddetin vazgeçilmezliği karşısında şiddetsizliğin önemini vurgulayan yazar, “Biz” ve “Onlar” ayrımının, başka bir deyişle karşı çıkılması gereken özcülüğün yaşamımızdaki yerini sorgularken şiddetsizlik savunusunu temellendirip şiddeti bir enstrüman olarak kullanan en önemli yapı dediği devleti eleştiriyor. Bu eleştirinin odağına ise devletin çıkar ve amaçları doğrultusunda yarattığı nobranlığı, eşitsizlikleri derinleştirmek için yaygınlaştırmasını alıyor.

ÜZERİNDE ANLAŞILAMAYAN ŞİDDET TANIMLARI

Butler, 'Şiddetsizliğin Gücü’'yle zor bir göreve soyunmuş: Sorunları çözmek ya da fayda sağlanacak yeni sorunlar yaratmak için şiddete başvurma kolaycılığına kapılanların kalıpyargıları, hem yazarın hem de kendisi gibi düşünenlerin önünde bir duvar misali duruyor. Üstelik daha tanımda anlaşmak pek mümkün değil; Butler, tam da buna atıf yapıyor başlangıçta: “Şiddetsizliği savunanların karşılaştığı en büyük zorluklardan biri ‘şiddet’ ve ‘şiddetsizliğin’ tartışmalı terimler olması. Örneğin, kimileri yaralayıcı söz edimlerini ‘şiddet’ olarak adlandırırken kimileri ise dilin açıktan tehdit durumları hariç hiçbir zaman tam anlamıyla ‘şedit’ addedilemeyeceğini iddia ediyor. Kimileri sınırlı bir yaklaşımla şiddeti, onu tanımladığı düşünülen fiziksel ‘darp’ ânına indirgerken kimileri ise iktisadın ve yasal yapıların ‘şedit’ olduğunu, her zaman fiziksel şiddet biçimine bürünmeseler de bedenler üzerinde etkide bulunduğunu öne sürüyor.”

Kişi kendisine müdahaleyi veya bir hakareti şiddet sayarken devlet de otoritesine karşı çıkanların veya edimlerini eleştirenlerin yaptıklarını yani muhalifliği şiddet diye niteleyebiliyor pekâlâ: “Devletler veya kurumlar şiddetsiz pratiklerin adını şiddet diye değiştirmiş, deyim yerindeyse siyasal bir savaşı, kamusal semantik düzeyinde yürütmeye başlıyor. İfade özgürlüğünü savunmak için düzenlenen ve bu esnada tam da bu özgürlüğü kullanan bir gösteri ‘şiddet içeriyor’ diye adlandırılıyorsa bunun yegâne sebebi, dili bu şekilde kötüye kullanan iktidarın, muhalefeti kötüleyerek şiddet tekelini ele geçirmeye, özgürlüğünü böyle kullanmak ve savunmak isteyenlerin üzerine polis, ordu ya da güvenlik güçlerini salmayı gerekçelendirmeye çalışmasıdır.”

SAKAT VE SAKATLAYICI ÖNERMELER

Muhalefeti “şiddet yanlısı” ve “vandal” diye niteleyen iktidarlar, şiddetsizliği savunanları şiddetin kaynağı gibi gösteriyor. Direnişleri, protestoları ve hak arayışlarını “karşı-şiddet” diye adlandırabiliyor.

Butler’ın bu noktada dikkat çektiği önemli bir ayrıntı, “başkası şiddet kullanıyorsa biz de kullanmalıyız” ve “özsavunmamız için şiddete başvurmalıyız” önermelerinin sakat olduğunu gösteriyor. Yazar, bunu bir karşı-önermeyle gidermeye uğraşıyor: “Dünya, şiddetin kuvvet alanı olarak belirdiğinde şiddetsizliğin görevi, o dünyada yaşamanın ve eylemenin şiddeti dizginleyecek ve hafifletecek ya da yönünü değiştirecek yollarını bulmaktır, üstelik tam da şiddetin o dünyaya bütünüyle nüfuz etmiş ve başka hiçbir yol bırakmıyormuş göründüğü anlarda bunu yapmaktır. Bu dönüşün vektörü beden olabileceği gibi söylem, kolektif pratikler, altyapılar ve kurumlar da olabilir. Şiddetsizlik yanlısı bir duruşun düpedüz gerçekçi olmadığı itirazına cevaben burada geliştirdiğim argüman, şiddetsizliğin neyin gerçeklik sayıldığına dair bir eleştiri gerektirdiğini ileri sürerek böyle zamanlarda karşı-gerçekçiliğin gücünü ve gerekliliğini olumluyor. Belki de şiddetsizlik, mevcut kuruluşuyla gerçeklikle bir nevi vedalaşmayı, daha yeni bir siyasal tahayyüle ait imkânların önümüzde açılmasını sağlamayı gerektiriyor.”

Şiddeti, bir amaca ulaşmanın aracı olarak belirlemek Butler’a göre karşı-şiddet ve özsavunma için şiddet kadar sakatlayıcı bir yaklaşım. Üstelik bu, şiddeti bir hedef doğrultusunda yorumlama anlamına geliyor; söz konusu yorum ise gücü elinde bulunduranların kendilerine göre gerçekleştirdiği değerli ve yası tutulabilir hayatlar ayrımına yol açıyor yine. Butler, böyle bir ortamda bireycilik ve özcülük eleştirisiyle ilerleyip eşitsizlikleri vurgulayarak şiddetsizlik etiğini kurmayı sürdürüyor: “Kimlerin yaşamının savunmaya değer ‘özler’, kendilikler sayıldığını yani özsavunmaya layık olduğunu sorduğumuzda, sorunun bir anlam arz edebilmesi için bazı yaşamları orantısız olarak daha yaşanabilir ve daha yası tutulabilir diye tesis eden yaygın eşitsizlik biçimlerinin varlığını kabul etmemiz gerekir. Eşitsizlik belirli bir çerçeve içinde tesis edilir fakat tarihseldir ve rakip çerçevelerin muhalefetine tabidir.”

BİYOPOLİTİK IRKÇILIĞA VE SAVAŞ MANTIKLARINA MUHALEFET

Butler, şiddetsizliği güçsüzlükle eşleştirmenin yanlışlığını da vurguluyor. Saldırganlık barındıran şiddetsizliğin ne pasiflik ne de yıkıcılık olduğunun altını çiziyor. Başka bir deyişle yazar, öfkenin ve özcülük temelli eylemlerin şiddetsizlikle eşdeğer tutulamayacağını, onun bir mantığı ve etiği bulunduğunu belirtiyor. Bu mantık, şiddetsizliğin etik ve siyasal bir konum olarak anlam kazanabilmesini şart koşuyor; Butler, saldırganlığın “basitçe bastırılmaması”yla ve “saldırganlığın gerekçelerinin ötelenmemesi”yle şiddetsizliğin, yıkımın en olası hâle geldiği ya da kaçınılmaz göründüğü anda anlamlı bir kavram olarak ortaya çıkacağını söylüyor. Böylece “yası tutulabilir” ve “değerli hayatlar” ayrımcılığının yanı sıra dil ve eylemdeki yıkımcılığa da dikkat çekilebiliyor.

“Kimin yaşamı kollanacak?” sorusunu, kimin yaşamının potansiyel olarak yası tutulabilir addedildiğine ilişkin varsayımlar yapmaksızın sormak mümkün değildir çünkü potansiyel olarak yası tutulabilir sayılmayan bir yaşamın kollanma ihtimali çok düşüktür diyen Butler, bu bağlamda şiddetsizliğin önemli bir yapı taşını açıklıyor: “Şiddetsizlik pratiği, korunmaya değer olan yaşamlar ile olmayanlar arasında düzenli ayrım yapan biyopolitik ırkçılık biçimlerine ve savaş mantıklarına muhalefet etmeyi gerektirir.”

Şiddetsizlik pratiği ve etiği, Butler’ın deyişiyle yası tutulabilir yaşamlara, dolayısıyla hesaplanamaz değerlerin eşitliğine dayanıyor. Diğer bir ifadeyle şiddet, nasıl ayrımcılık doğuruyorsa şiddetsizlik ise yası tutulabilirlik ve kollanabilir yaşamda eşitliğe götürüyor bizi.

Yazarın bahsettiği eşitlik, kişinin yalnızca kendi yaşamını değil, başkalarınınkini de olumlama anlamına geliyor. Yazar bu eylemin şiddetsizlik göreviyle tamamlanması gerektiğini söyleyip herkesin bu yıkıcılık potansiyelinden haberdarlığının son derece önemli olduğunu hatırlatıyor.

Butler’a göre yıkıcı şiddetten ayrılan şiddetsizlik pratiğini, zayıflık ve pasiflik olarak değerlendirmemek gerekiyor. Şiddetsizliğin esasındaki tutum, gözden çıkarılabilir ile muhafaza edilebilir yaşamlar ayrımını içeren savaş mantığını reddetmeye, dolayısıyla eşitliğe dayanıyor: “Şiddetsizlik, eylemde bulunamamadan ziyade yaşam iddiasının fiziksel olarak ileri sürülmesidir, yaşayan bir savdır, sözle, hamleyle ve eylemle, ağlar, çadır kurmalar ve forumlar üzerinden yapılan bir iddiadır; bütün bunlar yaşayanları değere layık, potansiyel olarak yası tutulabilir diye sunma çabasıdır, tam da görüş alanından silindikleri ya da güvencesizliğin telafi edilemez biçimlerine savruldukları koşullarda. (...) Şiddetsiz hareketler radikal eşitlikçilik idealleri içinde örgütlendiğinde onları yönlendiren toplumsal ideal, yaşanabilir ve yası tutulabilir bir hayat üzerinde eşit hak iddiasıdır, bu da bireycilik geleneğinin ötesine geçen bir şiddetsizlik etiği ve siyaseti açısından temel niteliktedir.”