Bu aralar hep seçim konuşuyoruz: erken mi yapılacak; erken olursa tarihi Mayıs-Haziran 2022 mi, yoksa Kasım 2022 mi?
“Ha oldu, ha olacak” diye bu kadar seçim odaklı yaşamamızın temel sebebi; daha doğrusu Ankara gündeminin devamlı “seçim” olmasının nedeni öncelikle şu:
Seçimler, “normal şartlar” altında, demokrasinin araçlarından sadece biri. Türkiye’nin bir türlü normalleşemeyen koşullarında ise, demokrasiye kısıtlı erişimin yegâne aracı.
Türkiye’nin seçimlerinde kazanan, her şeyi alıyor. Kaybedene ise, çarkları döndürmeye katkı ve fazla da ses edip göze batmama dışında düşen bir rol yok.
Bu nedenle de “iktidar olmak” vazgeçilemez ve olanın tırnaklarını geçirerek tutunmaya çalıştığı bir varoluş hali.
Diğer yandan, Türkiye’de iktidar olamayanın seçmeni, sürekli dışlandığı ve “insan” bile sayılmadığı, sözü dinlenmediği, hakkı çiğnendiği için; iktidar açısından da mütemadiyen nüksedip duran bir meşruiyet krizi yaşanıyor.
2010 referandumundan beri, Türkiye’de toplam 13 “genel seçim” veya “genel seçim havasında geçen sandık süreci” yaşandı. Ortalamaya vurursak, her 10 aya bir seçim düşüyor.
2010 referandumu, 2011 genel seçimleri, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2014 yerel seçimleri, 2015 Haziran genel seçimleri, 2015 Kasım genel seçimleri, 2017 referandumu ve 2018’de, çifte seçimler-genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi, 2019’da yerel seçimler ve tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi.
Şu an yaşanan “siyasi kriz”; sadece ekonomik sıkıntılar ve benzeri yönetim sorunları kaynaklı değil: Ağustos 2019’dan bu yana “sandıksız kalmanın” krizi.
Tam da bu nedenle erken seçim ihtimali hem muhalefetin hem de iktidarın canlı tutmak isteyeceği bir söylem. Seçimlerin gerçeği olamıyor-çünkü seçimlere gitme kararını verme erkini elinde tutan Cumhur İttifakı, şu an sandıktan kolayca çıkacağı ortamı yaratamıyor. Eğer ki iktidar için, “50+0,1” formülünün dahi tutabileceği herhangi bir oylama; örneğin, anayasa değişikliğinin gerçekleşebileceği bir referandum söz konusu olabilse, çoktan sandık önümüze gelmişti.
“Türkiye’de demokrasiye kısıtlı erişimin yegâne aracı sandık” demiştik başta: tam da.
Millet İttifakı’nın ve ortaklaştığı muhalefet partilerinin hakikaten de ilk kez, “Cumhurbaşkanlığı’nı” kazanma ve TBMM’de çoğunluğu ihtimali yükseldiği bir ortam söz konusu. “İktidar motivasyonu” gibi siyasetçileri atağa geçiren bir itici güç yok. İktidar ve Cumhur İttifakı içinse “kaybetme endişesi”, ilk kez bu kadar gündemde. “Kaybetmeme hırsı” da en az “kazanma ihtimali” kadar harekete geçirici bir durum.
Ne var ki, gelecek seçimleri ve partilerin durumunu konuşurken, tartışmaları tamamen siyasi partileri ve seçim sürecini “oldukları gibi kabul ederek” yapıyoruz. Peki; muhalefet seçmeninin, iktidar değişikliği dışında, partisinden beklentisi ne?
Oysa, bu seferki seçimlere giderken, hiç olmadığı kadar başka şeyleri de konu yapmamız gerek: Öncelikle de seçenlerin sandığa erişimi ve temsiliyet haklarının sandığa ne kadar yansıyabildiğini mesele etmemiz…
Bir yandan, seçimlere katılımda geride bırakılanlar; engelliler, mevsimlik işçiler, öğrenciler, okuma-yazma bilmeyenler, en yoksullar gibi seçmenlerin sandığa erişimini nasıl arttırılabileceği siyasetin gündemi olmalı. Seçim tarihi belirlenirken de en çok katılımın nasıl ve ne zaman sağlanabileceği dert edilmeli-hangi parti için o zamanlamanın ne kadar uygun olduğu değil…
Ve tabii, bu seçimlerde seçileceklerin niteliklerini de daha önceki seçimlerden çok daha fazla konuşmamız gerek: siyasetin gündemine almamız da aldırtmamız da seçmenler olarak.
Millet İttifakı’nın, 2018 genel seçimlerinde İstanbul 2. Bölge’den çıkardığı milletvekili sayısını biliyor muydunuz?
Sıfır; koskoca bir sıfır.
Açıkçası bu duruma, Ben Seçerim derneğinde beraber çalıştığım Nilden Bayazıt vurgu yapana kadar, ben de dikkat etmemiştim. Kadınların temsiliyet hakkını kullanamadıkları bu tablo sonraki seçimlerde de devam edecek mi?
En Batı’daki illerden biri Kırklareli’nde kadın milletvekili sayısı sıfır…
Adana, Antalya, Bursa, Mersin’de kadın ilçe belediye başkanı sayısı sıfır…
Sıfır, sıfır sıfır… Tüm sıfırlar bunlar değil, buzdağının ucu bu sadece…
Bu soruları sormak ve cevaplarını da siyasette değişen tavırlar ve uygulamalar olarak görmek zorundayız. Mayıs 2021’den beri, her biri ayrı kıymetli kadınlarla beraber “Ben Seçerim” derneğini resmen kurduktan sonra, böylesi sorular her zamankinden de fazla aklıma takılır oldu. 8 Mart 2021’de, bu dernek henüz kurulma aşamasındayken şöyle yazmıştım:
“’Ben Seçerim’, kadınların siyasette ve yöneticilikte ön plana çıkmalarını hedefleyen bir girişim. Daha önce de bu konuda çok emek veren girişimler ve kadın hareketi aktivistleri oldu. Bu platform da geçmişin deneyim ve birikimlerini ileri taşıyacak, Türkiye’de şiddetin yakıcı iklimini dönüştürerek kadınların önünü açacak çalışmalardan biri olacak. Yeşil hareketi hayatının odağına koyan biri olarak, küresel iklim krizi gibi, yaratılmış bir felaketin diğer bir muadilinin de kadınlar ve tüm cinsel kimlikler üzerinden yaşatıldığını ve yaygınlaştırıldığını düşünüyorum. Cinsiyet eşitsizliğinin hayattaki pratikleri de doğanın ve yaşamın dengesinin bozmaktan başka bir şey değil. Küresel iklim krizi de cinsel kimlikler üzerinden üretilen kriz de özünde bir şiddet, dayatma ve baskı meselesi.”
Bir yandan, takım oyunu halinde dernek faaliyetlerini hummalı biçimde yürütür ve “Önümüze (eninde sonunda, bir gün) gelecek sandık hakikaten neyi değiştirecek, neyi değiştirebilir” diye artan biçimde sorgularken, Paris İklim Anlaşması’nın TBMM’de onaylanması ironik bir tesadüf oldu.
Siyasi güç istedi mi çok şeyi değiştirebiliyor Türkiye’de; tek bir kararla, iklim krizi konusunda çok temel bir adım atılıverdi. 22 Nisan 2016’da Türkiye’nin zaten imzaladığı bir anlaşmaya, 5 yıldan fazla süre sonra taraf olmasına sevinmek lazım elbette…Ama ya arada kaybedilen vakit? Ve dahası, vitrin dekorasyonu olarak uluslararası bir anlaşmaya taraf olmaksa mevzubahis olan, o çok değerli zamanın daha da fazlası kaybedilmeyecek mi?
Türkiye’nin kadınları da toplumun yüzde 49,9’unu oluşturan kadınlar, temsiliyette de bu oranı zorlamalılar. Ülkenin yarısının ne siyaset ne iş dünyasında yöneticilik ne de “karar alan” konumda eşit ve adaletli biçimde temsil edilmediği bir Türkiye ile yetinmek, hepimizin aza ve kötüye razı olması demek.
Artık ve hâlâ kaybedecek vaktimiz var mı?