Sığınmacılar kimdi, anlamadık
Esenler, Bağcılar, Gaziosmanpaşa, Güngören, Sultanbeyli gibi ekonomik geliri düşük ve göç alan ilçelerde sığınmacılar, caddelerde artık gruplar halinde dolanmaktan başka çare bulamıyor gibi. Yerel yönetimler ise son referanduma konu edilen yapay gündemle oyalanıp rantçılarını rantlamakla meşgul. Yani devlet erki, bünyesindeki vatandaşına gösterdiği yüzünü şimdi de sığınmacılara gösteriyor.
Ekrem Baş
Aramızdalar ve çoğu yitik mazileriyle direniyor hayata. Henüz hiç birinin hikâyesini dinlemedik...
Günden güne yeşeren sığınmacılara karşı yabancı düşmanlığı ve uygulanan şiddet problemi, İstanbul’un kalburüstü semtlerine uzak yerlerindeki ilçelerde önü alınamaz bir hale geliyor. Bir yandan ucuz işçi olarak çalıştırılan sığınmacıların omuzlarında yükselen yapılar, ellerinden çıkan tekstil işleri diğer yanda ardı arkası kesilmeyen, sokak aralarında sıkıştırılarak tehdit edilip şiddete maruz kalmalarına dair haberler... Gördüklerim var, size anlatacaklarım var.
Öncelikle, özellikle İstanbul merkezli gelişen bu sokak olayları için öngördüğüm kurgu oldukça korkutucu; kent içinde yeşeren kutuplaşma problemleri daha ilk belirtilerini merkeze uzak yerlerde gösterdi bile. Buralar ekonomik kalkınması daha küçük ve göç almaya devam eden -kimi zaman- işçi mahalleleri. Bu yerler yeni vuku bulan meselelerle yavaş yavaş yüzleşirken, merkez diyebileceğimiz ilçe ve mahalleler ise istisnalar dışında her şeyden habersiz ve sessiz. Bu aralar, merkezin dışında kalan civar semtlerin (Nurdan Gürbilek’in yorumuyla “Merkez tarafından merkezin dışına itilen taşra -Taşra Sıkıntısı-) meseleyi anlamaktan ve çözmekten uzak oluşları izlenen kötü yöntemleri ve mağduriyetleri de beraberinde getiriyor. Böyle giderse bu sokak olaylarının merkeze taşma anında, mesele civar mahalle ve ilçelerde çoktan yanlış nedenlerle yanlış sonuçlara bağlanmış olacak. Hatta pek fena neticelere yol açacak, açmakta. Korkarım ki günü geldiğinde bu sokak olayları merkezin kapılarını zorlamaya başlayacak. Merkez ise olaylara karşı analiz kabiliyetinden uzak bir üslupla; civar kentlerin yanlış yöntem ve deneyimleriyle yaklaşarak yükü üstünden atmaya çalışacak. Çünkü bu refleks merkezlerin konformist hastalığıdır. Yani hatanın tekrarlanma hali, ikincil mağduriyetlere açılan bir yol ile... O halde buyurun! Nur topu gibi bir canavar doğuyor!
Özellikle Suriyeli sığınmacılara karşı günden güne artan ve sebebini rasyonel akıl ile açıklayamadığımız yersiz yabancı nefretini sıklıkla yaşadığım bu civar mahallelerin gözünden, yine buralarda şahit olduğum birkaç olay üzerinden anlatmak niyetindeyim.
Bir gün yaşları 20 – 25 arası olduğunu düşündüğüm bir grup, bazı dükkânlara girip yaş grubu aynı olan bir kaç kişiyi yanlarına aldılar. Gittikçe artan kalabalık ilgimi çekti. Ellerinde bıçak ve sopalar vardı. Suriyeli sığınmacılara küfürler savurarak yürümeye başladılar. Şaşkınlığımı sandıklayıp on metre kadar mesafeyi koruyarak takip ettim. İki sokak sonra sığınmacıların yoğun olarak çalıştığı esnafların olduğu yere geldik. Yol boyu gruba katılanlar oldu. Küfürler arttı. İşyerlerinin kapılarını ve camlarını tekmelemeye başladılar. Diğer esnaflar çıkarak gelen yığını durdurmaya çalıştı. Gereği kadar korkutup zarar verdiklerini düşünen yığın küfürleri artırıp bu işin daha bitmediğini söyleyerek yine küfürlerle geri döndüler. Olan bitenin bir kısmını telefonumla videoya aldım. Yığını engelleyen gruptan yaşlıca iki kişi yanıma gelip kaydı silmemi rica ettiler. Bıçaklı saldırganları tanıdıklarını, aynı mahallenin gençleri olduklarını ve onları bu durumdan kurtarmak için sıklıkla nasihat ettiklerini söylediler. Bu yolla onlarla yaşananlar hakkında konuşmayı başardım. Bu saldırıların çok defa tekrarlandığını öğrendim. Bir şekilde idare ediyoruz, dediler. Sığınmacıların can güvenliği nasıl sağlandıklarını sorduğumda elle tutulur bir yanıt alamadım. Saldırıya uğrayan sığınmacılar henüz sığındıkları dükkânlardan çıkamamışlardı bile.
Birkaç gün sonra gece 22.00 sularında aynı semtin işlek caddelerinden birinde yanımda yürüyen üç sığınmacıyı polis çevirdi. Yanı başımda cereyan eden olayda Suriyeli sığınmacıların polise söylediklerini anlayabiliyordum. Kendi yollarında herkes gibi yürüdüklerini, ne amaçla yollarının kesildiğini polise sitemle soruyorlardı. Dertlerini anlatabildiklerinden müdahil olmamayı tercih ettim. Fakat polis, bir anda sert bir dille bağırmaya ve onları şiddet kullanmakla tehdit etmeye başladı. Ufak bir tartışma sonucunda meseleyi çözdük. Fakat yol boyu üçlünün arkasından yürüdüm. Hâlâ kızgın ve kırgınlardı. Bu defa aralarından birinin dediklerini zar zor anlıyordum.
"Biz naapmışız ya, naaptık biz! Kaç defa durduruyor, vuruyor. Naaptık biz..."
Buralarda her yeni gün başka sokak olayları duyuyoruz. Bir kısmına şahit oluyoruz. Kahvehaneler ve kafeteryalarda özellikle bu konular konuşuluyor ve tek suçlu olarak yine sığınmacılar hedef tahtasına koyuluyor. Geçen haftalardan birinde milliyetçi bir siyasi grubun bir grup sığınmacıyı dövmek için karar alıp yola çıktığı haberi dillerdeydi. Uzak mahallelerden birinde yaşanan arbedede kurşunlardan birinin yaşlı bir kadına isabet ettiği haberini aldık. Ertesi gün de ölüm haberi... Şaşkındık. Faili kim bilinmiyor, fakat insanlar kâğıt ve taş oyunları eşliğindeki sohbetlerinde sığınmacıları suçlamakta pek cömert.
Televizyonun açık olduğu yerlerde küfürlerin ardı arkası kesilmiyor. Medyanın kullandığı dil bu temelsiz yabancı düşmanlığını daha da tetikliyor. Yalnızca geçen haftanın haber başlıkları şu şekilde; "Suriyeliler yine ortalığı karıştırdı" "Misafirliğini bilmeyen misafir" "Bu millet sizden ne çekti!" "Suriyeli grup fabrika işçilerine taş ve sopalarla saldırdı". Haberlerde kullanılan ötekileştirici dilin yabancı düşmanlığını tekrar tekrar ürettiği aşikar. Her biri, olaylara meşruiyet zemini hazırlamak için tasarlanmış kurmaca metinler gibiler adeta. Siyasal iktidarın dış siyasette çıkar temin etmek için bazı ülkeleri "sınırları açıp, Suriyelileri üzerilerine salmakla tehdit etmesi" geliyor aklıma. Tam da bu dilin şiddet eşiği etrafında dolanan bir medyadan bahsediyoruz. Özetle, sisteme ne giriyorsa, yıllar sonra da olsa yine o çıkıyor. Sistemden bunun ötesinde bir beklenti abesle iştigal. Belli ki toplumun büyük çoğunluğuyla, çoğu kamu kurumu ve çalışanı sığınmacılar konusunda sınıfta kalmış vaziyette.
Esenler, Bağcılar, Gaziosmanpaşa, Güngören, Sultanbeyli gibi ekonomik geliri düşük ve göç alan ilçelerde sığınmacılar, caddelerde artık gruplar halinde dolanmaktan başka çare bulamıyor gibi. Yerel yönetimler ise son referanduma konu edilen yapay gündemle oyalanıp rantçılarını rantlamakla meşgul. Yani devlet erki, bünyesindeki vatandaşına gösterdiği yüzünü şimdi de sığınmacılara gösteriyor. Olup biteni analiz etmek bir yana dursun henüz kendi yapay gündeminden vazgeçip sokaklardaki olayları gündemlerine almış bile değil. Belli ki onlara göre sosyoloji kelimesi dahi akademik ve sakıncalı. Yine de söylemeden geçemeyeceğim. İdare erki tekrarı tekrarlıyor; kişi bedenini yırtsa da o, duyarsızlığını bozup kılını dahi kıpırdatmıyor.
Geçen hafta bu metnin son kelimelerini yazıyorken bir acı haberle sarsıldık. Sakarya’da meydana gelen olayda Suriyeli kadın, çocuğu ve karnındaki çocuğu bir erkek tarafından canice katledildi. İçimiz parçalandı. Yutkunduk. Sonra bütün kavga, hır, gür yerini trans hali sonrasındaki sessizliğe terk etti. Medya ve sokaklar duruldu. Ne oldu anlamadık. Yani, yine anlamadık. Sanırım, sığınmacılar konusunda sınıfta kalmışlığımız dillenmişti. Anlaşılmaz bir haldeydik. Bu topraklarda bir sığınmacı olarak yaşamak mı daha zor, yoksa vatandaş olarak mı? Yine anlamadık.
El birliğiyle yarattığımız nefret canavarından sonra, yaşanan bu vahşet karşısında tutamadığımız gözyaşlarımız timsah gözyaşları mı, anlamadık...