Şiir kışkırtıcıdır
Ozan R. Kartal’ın ilk kitabı 'Haydi Etek Giyelim', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. İki bölümden oluşan kitapta, on yedi şiir yer alıyor.
Şiirin kışkırtıcılığını da, soru sordurmasını da insan için “fena halde” iyi bir şey olarak değerlendiriyoruz. Her soru değil belki ama şiirin sordurduğu bazı sorular o şiire ayna olur.
Baudelaire’in “Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun” sözünü değiştirip konumuza uyarlarsak şöyle söyleyebiliriz: Soru sorun, ne sorarsanız sorun, ama sorun. Şiirin “fenalıkları” iyidir… Edip Cansever’in dediği gibi “duyumunu arttırır insanın”.
'Haydi Etek Giyelim', Ozan R. Kartal’ın (1999) ilk kitabı. Seksen sayfalık şiir toplamı, okura İthaki Yayınları'nca sunuldu. Kitabın yayın tarihi Ağustos 2021. Yeri gelmişken İthaki Yayınları'nın gençlerin şiirlerini okurla buluşturmaya yönelik tavrının dikkate şayan olduğunu da belirtelim.
Ozan R. Kartal’ın kitapta yer alan özgeçmişinde ilk şiirini ne zaman yayımladığı belirtilmiyor ama ürünlerinin Buzdokuz, Cite de Pera, Kök Şiir gibi dergilerde yayımlandığı bilgisi yer alıyor.
Yirmi iki yaşındaki şairle ilgili, okurla buluşan ilk kitabından başka pek bir bilgimiz yok. Şairle ilgili şiir dışındaki bilgiler çok önemli değil. Biz şiirlere bakalım diyebiliriz elbet. Ama ilk kitap olunca durum biraz değişiyor. Özellikle ilk kitapların şaire ait her bilginin metne dahil edilerek okunması, yorumlanması gerektiği kanısındayız. O zaman, bulduklarımızla yetineceğiz.
Tabii soracağız. Örneğin, şair kitabına acaba neden bu adı vermiş. Neden kitabın kapağından okura 'Haydi Etek Giyelim' diye çağrıda bulunuyor? Ayrıca bu cümlenin şiir yükü nedir?
Kitabın adının ilk çağrışımı cinsel kimlikle ilgili oluyor. Tabii çağrının öznesinin bir erkek olması da dikkatten kaçmıyor. Çünkü bir kadının 'Haydi Etek Giyelim' diye çağırmayacağını biliriz. Ayrıca kural katı: Erkekler etek giymez. Neden ve nerede? Başka bir kültürde, örneğin İskoçya’da bunun, bu çağrının bir anlamı var mıdır?
Kitabın adının çağrıştırdıklarını topladığımızda; ilk adımda elde var bir, cinsel kimlik; iki, erkek; üç, katı kurallar… Yorumlayalım: Şair, cinsel kimliği, erkek kimliğini dolayısıyla erilliği ve de katı kuralları karşısına alıyor. Bu arada kitabın adındaki çağrı, acaba erkeklik konumu güç kaybına uğradığı, eril kişiliği yaralandığı için olabilir mi sorusu da akla gelmiyor değil.
İlk yorumda, şairin hangi sorunlarla uğraştığına, hangi temalar, konular, izlekler üzerinde odaklandığına dair biraz kaygan bir zemin oluşturduğu izlenimi söz konusu diyebiliriz. Ancak bunun bir şiir kitabının adında çok yadırgatıcı olmadığını da belirtelim.
İki bölümden oluşan kitapta, on yedi şiir yer alıyor. Kitabın ilk şiiri aynı zamanda ilk bölümün de başlığını oluşturuyor: “Sabahat’i Ben Öldürmedim”, adından da anlaşılacağı üzere “cinayet” temalı bir şiir. Anlatının öne çıktığı şiir, bir aşk ve cinayet hikâyesi. Anlatıcı birinci tekil özne. Yani şairin kendisi. Yer taşra; Balıkesir’in İvrindi ilçesi. Şiir bir tür “taşra destanı” olarak da tanımlanabilir. Bu arada metnin, okurdan taşra, erkek cinsel kimliği, eril aşk anlayışı gibi birtakım aktüel temalar, sorunlar ve tartışma konularına ilişkin bilgileri, kadın cinayetleri ve benzeri olgular hakkındaki yorumları yanına almasını doğrudan değilse bile, dolaylı biçimde talep ettiğini de belirtelim.
Taşra, günümüzde hayli tartışmalı bir kavram. Dünya küresel bir köy oldu, merkez mi kaldı ki taşra olsun gibi iddialar bir yana; burada bir taşra tartışması açmak da, yürütmek de mümkün değil. Ancak konuyla ilgilenenlere özellikle Nurdan Gürbilek’in 'Taşra Sıkıntısı' başlıklı yazısını ve Tanıl Bora’nın 'Taşraya Bakmak' kitabını önerebiliriz.
“Sabahat’i Ben Öldürmedim”in hikâyesi ve betik düzeni, uzaktan da olsa Ahmet Muhip Dıranas’ın “Fahriye Ablası”na göz kırpıyor gibi. Her iki şiirde de kadınlarla ilgili bir hikâye söz konusu. Modern Türkçe şiirde teması kadın olan şiirler var da tek bir kadının adıyla, yaşantısıyla anlatıldığı şiir sayısı çok değil. Geçerken not etmiş olalım.
Öte yandan iki şiir arasındaki benzerlik ilk bakışta yok da denilebilir. Şiirler arasında kayda değer bir ortak özellik bulunmadığı da söylenebilir. İki şiir arasında benzerlik kurmamızı sağlayan şiirlerin çağrışım etkisi olsa gerek. Ama nasıl oluyor da aralarında çağrışım oluşuyor sorusuna karşılığımızsa, ikisi de Türkçe yazılmış şiirler, olabilir.
“Fahriye Abla”da şair hem hikâyede hem şiirde var ama anlatının ağırlık noktasında Fahriye Abla var. Şiir onun hikâyesi. “Sabahat”ta ise anlatılan şairin hikâyesi. Sonra Sabahat’ın, sonra taşranın ve şairin çevresinin anlatımı söz konusu. Metnin satır aralarında alkolün kriminalize edildiğinin dikkatten kaçmadığını da belirtelim.
Sonu cinayetle biten bir aşk hikâyesi ve bir tür “taşra destanı” olarak okuyup yorumladığımız, ayrıca sinemadan, Zeki Demirkubuz filmlerinden de izler bulduğumuz şiirden bir bölüm okuyalım:
bir şair bir ressam ve bir gıda mühendisi
dolanıyorduk ivrindi’de geçen pazartesi
(…)
bir şair bir ressam ve bir gıda mühendisi
kadehler dolunca kapandı gözlerin perdesi
kapılarla bagajlarla açtık en damarından müzik
sofra fakir işi: kaşarlar eski patlıcanlar ezik
laf lafı açmadı şaşırmadık sanki konuşacak laf kaldı
derken ressam: “lan” diye muhabbete balıklama daldı
“lan” dedi “dinleyin ama evvelinden bir sigara paslayın”
“olayı dikkatle kesin, anlatıyorum sırtı arkaya yaslayın”
bir şair bir ressam ve bir gıda mühendisi
alkol kana karışınca yamultmuştu herkesi
“geçen salı hani çarşı’da kalabalık vardı epey”
dedik “terzi remzi’nin önündeki jandarmalı kanlı şey?”
“aynen” dedi “detayları kapmış bizim ufaklık”
“biz gidememiştik hani olay yerine uzaktık”
muhabbet sardı ressam makarayla salça olmasa
dakka başı araya sokacak boştan şaka bulmasa
“ee” dedik “çabuk salla, soğutma lan muhabbeti”
“teşkilatsız mevzu olmaz, bizim mahallenin laneti,
baldırdan vurmuşlar, bu semtte yaşamak büyük kabahat,
yerde kanla yatan karı senin eski sabahat”
Şairin dile getirmek istediği, anlatmasa çıldıracağı hikâye ya da hikâyeleri olabilir. Şiir hikâye de anlatabilir. Ama şiir, sözün başka türlü söylense olmayacağı bir türdür. Şair şiirin bir dil işi, işçiliği olduğunu mıh gibi aklına çakmış olmalı. Yanıtını arayan bir soru: “Sabahat’i Ben Öldürmedim”i Kartal, acaba öykü olarak yazmayı denemiş midir?
Yeni kuşak, yazının her alanıyla ilgili, değişik türleri denemeye eğilimli. 'Haydi Etek Giyelim' kitabının genç şairinin de böyle bir eğilimi olabilir mi? Şiirin yanı sıra öyküler, hatta roman dahi yazıyor mudur? Soruların nedeni Ozan R. Kartal’ın kitapta okuduğumuz şiirlerinin şiirden daha çok öyküye yakın olması. Öyle ki öyküde sanki daha verimli olacakmış gibi bir kanı oluşturuyor. Elbette kimseye şiir yazma, öykü yaz diyecek durumda ya da konumda değiliz. Böyle bir konum olduğunu da düşünmüyoruz. Kartal’ın şiirlerinde hikâyenin şiirden biraz daha öne çıkmış olmasına bakarak söylüyoruz bunları. Ayrıca şair şiir de, öykü de, roman da yazabilir. Hepsinde de son derece etkili olabilir. Modern Türkçe şiirde örnekleri hiç de az değil. Ama şiirle başlayıp diğer türlerle devam edenlerin sayısı da az değil.
Kitabın ilk şiirinde hikâye söz konusuydu. Ancak kitaba adını veren şiirde Kartal, dilin çubuğunu biraz daha şiire doğru büküyor. “Haydi Etek Giyelim”den bir bölüm okuyalım:
haydi etek giyelim, sonra koş koşabildiğin kadar
artık bütün göğüsler halka açık ne de olsa
bütün haklar ihlalle, bütün hakiler işgalle dolu
dışardaki yağmuru iki kulağınla birlikte işitirsin, doğru
ki damlalar ikişer ikişer düşer göğün en güzel köyünden
-sen göremesen de
sırılsıklam bütün günahların, sırılsıklam gömlek,
sırılsıklam sazende
koşar bütün sular etek giyip,
bir olukta buluşabilmek üzere
Kartal’ın yer yer mizahın unsurlarının da katıldığı şiirlerinde ses hayli önemli görünüyor. Hem ses hem de söyleyiş yönünden küçük İskender’i hatırlatıyor. küçük İskender’in kendisinden sonra gelen kuşakları etkilemesinin şaşırtıcı bir yönü yok. Çünkü o, kendi kuşağını da etkilemiş bir şairdir. Bu arada onun da modern Türkçe şiirin birçok şairinden, değişik dönemlerde ön plana çıkmış şiir anlayışlarından etkiler almış olduğunu görürüz. Bununla birlikte, onun hızlı biçimde kendi poetikasını üretebilmiş güçlü bir şair olduğunu belirtelim.
Kitapta dikkatimizi çeken ve yapısal mı, yoksa şiirsel bir tercih mi olduğu konusunda kararsız kaldığımız; dolayısıyla bir arıza olup olmadığını açıklığa kavuşturmak için kaydetmek istediğimiz bir dizeden söz etmek istiyoruz. Kartal’ın “Ulan Kere” başlıklı şiirindeki “Ulan ada ulan dört tarafı toprakla kaplı su” dizesine takıldık. Anlayamadığımız, acaba imge “çıkarmak”, metafor “yapmak” için başvurulmuş bir tür “zihin oyunu” mu söz konusu? Bu amaçla bir mantık sıçraması denenmiş olabilir mi? Yoksa bir mantık sapması mı söz konusu? Mantığı yaran bir sapma! Doğrusu biz, adanın dört tarafı toprakla kaplı su olduğunun ne imgesel, ne dilsel, ne coğrafi karşılığını bulabildik. Dört tarafı toprakla kaplı suya göl değil de ada demenin şiire bir katkı sağlamadığını düşündüğümüz için olabilir. “Nesnel karşılık”ın şiir açısından hâlâ önemli olmasıyla da alakası var elbette. Bu konuda ikna edilmeye açık olduğumuzu da kaydedelim. Şiir kışkırtıcıdır sözü boşuna değil...
Şiirde gençlik ve arayıştır esas olan. Henüz ilk kitabı yayımlanan şairden beklenen, elbette arayışına devam etmesidir ve onun ne yazdığından daha çok merak konusudur gelecekte ne ve nasıl yazacağı.
'Haydi Etek Giyelim'e gelirsek… Bulunduğumuz coğrafyada, kültürel koşullarda erkek egemenliğini, hayatın her alanını etkileyen eril iktidarı, değişik alanlarda süren erkek şiddetini protesto etmek için düşünceye, duyguya, duyarlılığa, farkındalığa etek giydirme teklifi son derece politik ve hiç de yabana atılacak bir teklif değil.
Şunu da ekleyelim ve bitirelim: Şiirde aşırı yorum da, yanlış yorum da metne dahildir. Okur şairin yazdığı gibi değil, kendi bildiği, ama daha çok anladığı gibi yorumlayarak ilerler nihayet bir metin olan şiirin içinde…