Gerek mimarlıkta gerek şiirde ortak paydalardan biri de şu kanımca; her ikisi de günümüze ve geleceğe odaklanırken geçmiş kültürel birikimin etkileşiminde kalıyor. Her ikisi de bir malzemeler, ifadeler, ölçüler, uyumlar bütünü olarak var olabiliyorlar; her ikisi de kendi içlerinde bu “inşa”nın ne olması gerektiği konusunda fena halde kafa yoruyorlar!
Türkiye’nin Osmanlılardan bu yana içinde bulunduğu dualiteyi
sanıyorum artık iyice idrak edebildiğimiz bir yerdeyiz. Bu ikiliğin
ortaya çıktığı en önemli kavramlar bana göre estetik bilinç ve
şiirdir. Bu tezim için gücümü ülkemizde estetik bilincin, kültür
sanat üretiminin, şiirin, müziğin ve diğer benzer üretimlerinin
daimi biçimde alaturka- alafranga arasında gidip gelmesinden
alıyorum. Saray ve halk, sanat musikisi ve halk türküleri, divan
edebiyatı ve halk ozanları bu dualitenin göstergeleri değil de
nedir? Daha da ileri gidiyorum ve bu dualitenin aynı ülke
içerisinde yaşam gösteren iki canlı organizma olarak İstanbul ve
Anadolu arasında da var olduğunu düşünüyorum. Tarihin en eski
yerleşim ve ticaret merkezlerinden biri olan İstanbul’un Bizans’tan
ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı miras sadece mimarisi değil;
yaşam biçimi, dili, düşünme ve ifade biçimi, yaşam şekli, bunların
tümünü içeren kendine özgü ve hiçbir yer ile kıyaslanamayacak
kültürüdür. Bunun tam zıddında duran Anadolu ise, kendi çok
kültürlülüğü, özgün dilleri, eşsiz coğrafyası ve insanları ile aynı
derecede güçlü başka bir varlık olarak yaşamlarımızda yer
alıyor.
Dualite bir zıtlık gibi görünse de kanımca en büyük
zenginliğimiz aynı anda kıyı ve dağ gibi, denizler ve ormanlar
gibi, tek coğrafyada dört mevsimi birden yaşamak gibi türlü
çeşitliliği aynı ülke içerisinde, ortak kültürümüzde barındırıyor
olmamızda.
Geçtiğimiz hafta söz verdiğim üzere, şiir ve mimarlık; şairler
ve mimarlar hakkında yazmaya devam ediyorum. Türkiye’de toplumsal
anlamda şiirin çoğunlukla zayıflıkla, naiflikle, salt romantizmle
örtüştürülen algısını, çağdaş şiirin neden farklı ülkeler kadar
gelişkin olmadığını düşünüp, düşündükçe derin bir kuyuya
düşüyorum.
İster halk ozanları, ister divan şairleri olsun şiirin konusu
çoğunlukla aşk (sevgiliye veya Allah’a duyulan her türlü aşk)
kahramanlık, hasret ve özlem, doğanın uyandırdığı çeşitli duygular,
doğru ve iyi yaşama ilişkin düşüncelerdir. Dünya edebiyatında da bu
temalar fazlası ile geçerlidir ancak şiirin dokunduğu çok daha
farklı bir boyut vardır. Şiir Batılı kültürlerde romantizm ve
pastoral öğelerin dışında eleştirel bir bakış açısının, toplumsal
portrelerin, siyasi ve politik ifadenin, insanın öz benliğinin bir
yansıması olarak da kaleme alınmıştır.
Asya kültürlerinde söz gelimi Çin
şiiri M.Ö. 11. yüzyıl civarından günümüze ulaşan en eski halinde,
nerede ise tüm topluma ezberletilen çoğunluğu Konfüçyüs tarafından
oluşturulmuş bir toplumsal felsefe öğretisi olarak karşımıza çıkar.
İngilizcede Classic of Poetry olarak anılan bu eserde 305 şiir
bulunur. Toplumsal düzenin sağlanmasında ahlaki erdemlerin ve
insanların birbirlerine olan bağlılıklarının, iletişimin büyük
önemi olduğuna inanan Konfüçyüs, bunları yaymak amacı ile şarkılar,
efsaneler ve mısralardan oluşan bu yayını hazırlatmış ve
yaygınlaştırmıştır.
Konfüçyüs bir bakıma toplumu inşa etme üzere şiiri
kullanmıştır.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, şiir kanalı ile bu tür
nasihatlere, öğretilere Rumi dışında pek rastlanmaz; vardır ama
sayıları azdır. Elitist tabakanın divan şiiri ve Anadolu’daki
çeşitli halkların halk şiiri ve türküleri arasında gidip gelirken
bu misyonu görev edinmiş mısraları ısrarla arayıp bulmak ve daha
çok paylaşmak gerek.
Şiirin kültürümüzde modernleşmesi hareketinin adresi her zaman
Ziya Paşa’ya çıkar. Kuşkusuz çağdaşları ile birlikte gelişen bir
girişim olarak ve Tanzimat Fermanı’nın ikliminde oluşmuş bu
yönlenmenin en büyük sebebi onun çalkantılı memuriyet ve politik
yaşamında, Paris’te kaçkın olarak bulunduğu yıllarda kaleme aldığı
“Şiir ve İnşa” makalesidir.
Dönemin aydınlanma ruhundan ilham alarak yazdığı bu makalede,
kendisi de bir divan şairi olmasına karşılık, dilin
gündelikleşmesinden, edebiyatın özgürleşmesinden, şiirin
sadeleşmesinden ve hatta Anadolu’dan ilham almasından dem
vurmuştur.
Bu dönemde çeşitli entelektüel kuruluşların hem Paris’te hem de
Londra’da litogafi ile ürettikleri gazeteleri hazırlayıp
bastıklarını ve dağıttıklarını biliyoruz. Namık Kemal ve Ziya Paşa
da Paris’te başlattıkları Hürriyet isimli gazetenin
yayınına, sonradan Londra’da Ziya Paşa ile devam ederler. Söz
konusu makale, 1868 yılında hak, hukuk ve adalet savunucusu olan bu
eleştirel gazetenin sayfalarında yayınlanmıştır.
Ziya Paşa
Ziya Paşa, makalesinde derinlemesine şiirden bahseder ancak
başlığında inşa kelimesini kullanmıştır. Bu benzerlik şaşırtmıyor
zira, üstlendiği çeşitli görevler vesilesi ile Kıbrıs’ta,
Suriye’de, Amasra’da, Konya’da ve Adana’da bulunan Ziya Paşa bu
kentlerin tümünde çok geniş ve yaygın biçimde inşaat ve imar
çalışmaları gerçekleştirmiş. Aynı coğrafyamız gibi O’nun da mizacı
bir tür dualite içerirmiş; örneğin bu makalesinden hemen sonra
Divan şiirinde eser üretmeye devam etmiş. Bu ikilik algısının büyük
bir siyasi geçiş dönemine denk gelen yaşamında, çevresindeki
değişimlere ayak uydurmak üzere, deyim yerinde ise nabza göre
şerbet dökmek için farklı üretimlerde mi bulunduğunun yoksa
gerçekten de yaşamının ona getirdiği ilhamdan ve düşüncelerden mi
esinlendiğinin ayırdına gelebilecek kadar bilgiye ve okumaya henüz
sahip değilim. Diğer yandan itiraf etmeliyim ki bir yandan
memuriyeti sırasında son derece dünyevi işlerle uğraşan, insanlarla
yüzleşen, yapılar yapan bir kişinin, diğer yandan dile, edebiyata
ve daha önemlisi şiire olan katkısı oldukça ilgimi çekmeye devam
ediyor. Düşünün sadece Amasra’da köprüler, yollar, okullar, hükümet
konağı, bedesten, Adana’da bir tiyatro binası gibi pek çok yapısal
faaliyette bulunan bir profil olarak, bir yandan da sürekli olarak
edebi eserler üretiyorsunuz. Bu eserlerde bir yandan divan şiirine
methiye diziyor, bir yandan Şiir ve İnşa isimli bir aydınlanma
makalesi kaleme alıyorsunuz, siyasi makaleler, şiir antolojileri ve
bir gazete ortaya çıkarıyorsunuz.
Ziya Paşa’nın divan şiirine övgü niteliğindeki derleme şiirleri
kapsayan Harabat antolojisinin, Namık Kemal’e bir eleştiri kaleme
aldırttığını, Ziya Paşa özelinde aslında tüm Divan edebiyatına
eleştiri niteliğindeki Tahribi Harabat’ı yaratması için
kışkırttığını ve bunun da edebiyatımızda eleştiri türünün ilk
örneği sayıldığını da göz önünde bulundurursak Ziya Paşa’nın hem
şiir başta olmak üzere kültürel düzeyimizdeki, hem de yapısal
çevremiz üzerindeki etkilerinin büyülüğünü kavrayabiliriz. Hakkında
ne kadar okusak, ne kadar öğrensek az.
Çağdaş şiire dair ne varsa bu başlangıç noktası ile birlikte ele
alınmalı. Gerek mimarlıkta gerek şiirde ortak paydalardan biri de
şu kanımca; her ikisi de günümüze ve geleceğe odaklanırken geçmiş
kültürel birikimin etkileşiminde kalıyor.
Sanat sanat için midir; halk için midir klişe sorusu etrafında
da karşımıza çıkan dualite, günümüz mimari tasarımının da her
dönemde sıcak bir tartışması değil mi? Kendine kurallar koyan,
bağlamından kopuk, kendi tasarım ve estetik özellikleri ile var
olan, kendini ortaya koymakla meşgul bir mimarlık anlayışı,
mimarlığın sanat olduğunun savunucuları ile daha toplumcu, çağdaş,
yalın, araştırmacı, sosyal duyarlı bir mimarlık anlayışı çatışıp
durmuyor mu? Bu gerilimin tümü şiir de de karşımıza çıkıyor.
Her ikisi de bir malzemeler, ifadeler, ölçüler, uyumlar bütünü
olarak var olabiliyorlar; her ikisi de kendi içlerinde bu “inşa”nın
ne olması gerektiği konusunda fena halde kafa yoruyorlar! Bunu daha
da ileri götüren biri var:
Heidegger imzalı eserlerden biri
olan Poetically Man Dwells, 'Şiirsel İnsan Yerleşir' demektedir.
O’na göre şiir, hayalleri sadece rüyalar, arzular ve yanılsamalar
biçiminde yansıtan marjinal bir yaratım değildir, bu düşünceyi
reddeder. Şiirsel olan “sadece yerleşmeye eklenen bir süs, bir
katkı” değildir. Aksine şiirin yeryüzündeki tüm insan
yerleşimlerinin kaynağı olduğunu cesurca iddia eder: Şiir gerçekten
yerleşmemize izin veren şeydir.
Burada yerleşme olarak bahsettiğim şey, ikamet etmek, yerleşik
hayata geçişimiz; bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan barınma
ihtiyacını ve zamanla evrilen mimari tasarımı bu düşüncelerden
bağımsız değerlendirmek pek mümkün değil.
Bu notlar tüm argümanını ölçü,
boyut, kapsam gibi ifadeler etrafında anlatır. Aslen ders notu olan
bu metinde şiirdeki ölçüyü ve yaşamdaki şiirsel ölçüyü okuruz.
Buradan mimarlık için dersler çıkarılabileceğine inanıyorum. Dönüp
dönüp okuduğum bu notlar benim için başlı başına şiirseldir ve
keşke Almanca bilseydim dedirtir. Düşünür bu metinde ölçü üzerinden
gerçekleştirdiği kelime oyunları ile örneğin iki alan arasındaki
kıyaslamalar için karşı ölçmek ifadesini, dışarı adım atarak bir
alanı ölçmeyi, paylaşma anlamında ölçmeyi, uygunluk anlamında
ölçülmek terimini, bir duruma yanıt verme anlamında mesafe koymayı,
ilişkiler anlamında aralık ölçmek ifadesini bizlere sunar. Tümü ile
şiir bağlamında belirttiği bu düşünceler, yaşamımıza, yerleşik
yaşamımıza ve kanımca mimarlığa da uzanabilecek kadar
değerlidir.
Şairlerde mimarlığın yansıması de en az bu kadar ilgi çekici ve
bu yazıma ilham veriyor. Örneğin Murathan Mungan’ın şu dizelerine
bakın:
Hanlarda uğuldayan çılgın hayaletler/ Çölün
zamansız epopesinden / Gündeliğin sefertasına daralan günler /
Çimentonun aktığı oluklarda / harflerdeki kehribar / tekrarlanarak
kaybettirilen / yollardan gecece / vardığımız / dünyaya kapatılmış
kapılar / çimento akıyor harfler soluyor / başkalaşmış bir benliği
/ kendimizle / değiştiriyoruz her seferinde / çıkmıyor gönlümüzden
hiç kimse/ /her yer çöl her yer duvar.
Mungan metinlerinde ve şiirlerinde kentten, yapının ve mekanın
üzerinde yarattığı duygulardan sıkça bahsetmiş bir şair.
Behçet Necatigil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Edip
Cansever, Turgut Uyar, canım Ece Ayhan, Gonca Özmen gibi pek çok
şairimizde benzer duygular mekan, kent ve eşyalar mısralarda
konumlanırlar. Kimi yalnızlığını duvarlara yükler; kimisi
özlemlerini.. Kimi pencereden sızan ışıkla umut dolar; kimi ise
değişen kentin sokaklarında kaybolur, kimi bir evin anısında yanıp
tutuşur..
Bu konunun ikinci yazıya da sığmadığını fark ediyor, gelecek
hafta da eşsiz şairlerimizin mısralarından mimari örtüşmelere
uzanalım istiyorum.