Şiir, mimarlık, şair, mimar,
kent, mekan, insan arasında yazmaya yeltendiğim yazıların üçüncüsü
ve şimdilik sonuncusu ile karşınızdayım. Bu üç bölümlük konu,
birbiri ile bağlantılı olmasa da kavramsal olarak anlatmak
istediğimi belki ancak üçü birlikte anlatabilir; bu nedenle eğer
önceki iki yazıyı henüz okumamış okuyucularımız var ise belki dönüp
onları da okumak isteyebilirler.
Derinliğini umursamayarak atladığım bu su beni gittikçe
korkutmaya başladığından, kitaplığım arasında gittikçe daha uzun
dakikalar geçirip, bulduğum kimi okunmuş kitapların sayfalarını
yeniden karıştırmaya başlayarak dünyadan koptuğumdan, kimi okunmak
üzere alınıp bir süre yemek masamın üzerinde ibretlik bir biçimde
bekletildikten sonra okun(a)madan rafa kaldırılan kitapları
bayramlık çocuk sevinci ile karşılayıp yeniden yemek masamın
üzerine istiflemeye başladığımdan, ne yazarsam yazayım, ne kadar
yazarsam yazayım yine de yeterli olmayacağından, şimdilik bu seriye
bu yazı ile nokta koyuyorum.
Asıl yazıma geçmeden önce bir önceki yazım sonrasında bana not
gönderen sevgili bir okuyucumun hatırlatmasıyla, başkalarında da
aynı duyguyu uyandırmış olabileceği endişesi ile, Ziya Paşa’nın
kaleme aldığı Şiir ve İnşa makalesindeki inşa kelimesine
açıklık getirerek başlamak isterim. Kendi de bir divan şairi olan
Ziya Paşa söz konusu makalesinde başta divan edebiyatında ve saray
dilinde kullanılan çok katmanlı, çok yapılı, kimi yerde de
anlaşılmaz olan dilin sadeleşmesi ihtiyacından söz etmektedir. İnşa
kelimesi divan edebiyatında kullanılan süslü nesire verilen
isimdir. Süslü nesir, özellikle devlet mertebesinde saygıyı,
hürmeti göstermek için kullanılabildiği gibi, sanat ile uğraşan
yazarların ve şairlerin sanatsal güçlerini vurgulamak amacı ile
sıkça başvurdukları bir yöntem idi ve Ziya Paşa’nın makalesi buna
karşı bir itiraz taşıyordu. İnşa terim olarak edebiyatta
kompozisyon anlamında kullanılır; metinlerin düzenlenmesidir burada
ifade edilen. Kelimenin anlamı kurmak, üretmek, icat etmek, ortaya
çıkarmak gibi sıralanır. Arapça kökenli bu kelime nş
sesinden türemiştir ve etimolojik anlamı da yapılandırma, belirme
biçimindedir. Bu kelimenin detaylı açıklamasını yapmadan Ziya
Paşa’nın memuriyetleri esnasında gerçekleştirdiği imar
faaliyetlerinden söz etmeye başlayınca, bir okuyucum bu metinde
mimarlıktan, yapısal inşaat faaliyetlerinden bahsedildiğini
anladığımı ve aktardığımı düşünmüş. Bu vesile sizlere burada
aktardığım hemen her türlü metin, alıntı ve benzerlerinin öz
kaynaklarının tamamını ziyadesi ile okuduğumu, okumakla kalmayıp,
eğer eskiden okuduklarımdan bir parça aktarıyorsam da emin
olabilmek adına, yeniden bulup okuduğumu ve/veya fazlaca
araştırdığımı tekrar belirtmek isterim; lütfen rahat olunuz.
Ziya Paşa’nın hem imar faaliyetlerinde bulunması hem de şair ve
yazar olması, onun yapıcı karakterinin bir göstergesi olması ve
burada savunduğum üzere iki pratiğin birbiri ile son derece benzer
olması adına bana ilginç gelir ve yazıma da bu nedenle konu
etmişimdir.

Nazım Hikmet, günümüzden tam yüz yıl önce, Türkiye İşçi ve
Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın yayın organı Aydınlık’ın 29.
sayısında: “Bugün mevcut güzel sanatların en gelişkini mimaridir.
Niçin? Çünkü, 'mimari' tabiatın muhtelif unsurlarını toplayarak
tabiatta mevcut olmayan fakat 'tabii' olan bir bileşim ortaya
getiriyor” demiş. Bunu başka bir ustanın, Cengiz Bektaş’ın
kaleminden bize ulaşan Nazım Hikmet’in "Mimarlığa Bakışı” isimli
kendi küçük içeriği büyük kitaptan okuyorum. Bektaş’a sıkça
sorarlarmış: Mimarlık ve ozanlık nasıl bağdaşır? diye, o da “ikisi
de yoktan var ederler” şeklinde yanıtlarmış. Bektaş devam ediyor:
“Bilinenlerle bilinmeyeni ortaya koymayan mimarlık da, şiir de bir
yinelemeden öteye gidememişler demektir”. Bektaş’ın bu yenilik ve
özgünlük vurgusu sadece bu iki alan için değil tüm yaratıcı
pratikler için geçerli ve kuşkusuz tasarımın her dalına, sanata ve
edebiyata uyarlanabilir. Bu kıymetli derlemede şairin mimarlık
hakkında pek çok başka görüşü ile birlikte Sinan’a ve
Süleymaniye’ye hayranlığı, müzeler, yapı, sanat üzerine fikirleri
yer alıyor. Nazım’ın sadece görüşlerinde değil, mısralarında da
inşa etmek önemli bir yer tutuyor. Bunun en belirgin eseri Yapıyla
Yapıcılar isimli şiiri olabilir bana göre; emekçiye adanmış şiir şu
mısralarla sona erer:
Bir yürek çırpıntısı var
Her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde
Yükseliyor
Yükseliyor
Yükseliyor yapı kan ter içinde.
Şair 1962 yılında Moskova’da kaleme aldığı dizelerde ev hayali
üzerinden bize bugün geçerli olan çağdaş yaşam kalitesi idealini
aktarır:
“Evler tek katlı da olabilir yüz katlı da
iş bunda değil
yeter ki sokaklarımızı ezmesinler
yeter ki temiz çevik güleryüzlü görsünler hizmetimizi
çıplak duvarlara diyeceğim yok taze ve canlıysalar
dar pencereler giyotini hatırlatır bana
pencere dost sözü gibi rahat ve geniş olacak
ağaçsız asfaltı sevmiyorum
parklarda göller göllerde ak kara kuğular olabilir
hatta
arasıra bando mızıka, ama en önemlisi
parklarda öpüşülebilmeli
aptal ölü ellerini operette arya söylermiş gibi açmış
mankenleri sevmiyorum taştan ve tunçtan
insanları sevmiyorum tabanlarından inip aramızda
dolaşmıyorlarsa
bankaları ve hükümet konaklarıyla öğünen şehirleri
sevmiyorum
şevdiğim şehirler sağlıkevleriyle övünenlerdir
çocuk bahçeleriyle övünen şehirler”
Mimar Cengiz Bektaş ise yapının kendine şiir verdiğinden söz
ediyor İnşaat Dünyası için 2002’de yayınladığı yazıda. “Sevgi
Örülünce yapıda” isimli bu makalesinde Bektaş, Edirne’de II.
Bayezıd Külliyesi’nde yer alan Bimarhane’yi şiirsel bulduğunu
belirtiyor ve detayları ile anlatıyor. Osmanlılarda hastane
anlamına gelen Bimarhane, zaman ile akıl sağlığını yitirenlerin
sağaltıldığı yani iyileştirildiği yer için kullanılan bir terim.
Söz konusu yapıdaki sayrılar evleri, akıl sağlığı bozulanları su
ile, müzik ile iyileştirme üzere özel olarak tasarlanmış. Mimar,
buradan hareketle II. Bayezıd’ın Bergama’da yer alan ve benim de
pandeminin başlangıcında yazılarımdan birine konu ettiğim antik
hastaneden ve burada çalışan Hipokrat’ın yöntemlerinden gayet
haberdar olduğundan dem vuruyor. Bektaş “Bu yapı bana çok şey
veriyor; bu yapı bana şiirler veriyor” diyor ve dökülüyor
dizelere:
"Zincire vururlarmış karasevdayı
Güneşin battığı yerde
Bir türküdür bizde bir su sesidir
Çiçektir güldür fesleğendir
Bin yıllardır Anadolu’da
İnsan insan bakmaktır doğaya
Sevmek aşmaktır kuralları
Yeniden yaratmaktır insanı
Mimarbaşı
Kur sevginin yapısını
….
Sevgi örülünce yapıda
İç dış birdir işte böyle
Hayrettin
Mimar
Kendi gibi
İçi dışı bir
İnsan gibi."
Coğrafyamızdaki şairlerin eserlerinde sadece yapılar ve mimarlık
değil, İstanbul’un da etkisi kaçınılmazdır. İlk çağlardan bu yana
bu kentin eşsiz güzelliği yaratıcılara ilham vermiş ve vermeye de
devam edecek. İstanbul hakkında öyle çok şiir vardır ki korkarım
bir İstanbul şiirleri antolojisi yapmak oldukça imkansızdır. Sadece
bu kentin sakinleri değil, bu kentten gelip geçen yolcular,
tacirler, görevliler, turistler dahi kabaran duyguları ile şiire
düşmüşlerdir. Fuat Köprülü 1918 yılında ve Asaf Halet Çelebi de
1953 yılında bu türden bir antoloji çalışması hazırlayıp sunmuş
isimler arasında. Bu çalışmalar sadece Osmanlılardan itibaren
süregelen yaklaşık 450 yıllık bir tarih dilimine uzanırlar; ne var
ki, sözünü ettiğim gibi bu kente yolu düşenler, bu kentte yaşamış
olan kimi yabancılar ve tabii Bizans ve öncesi zamana dair
dönemleri içeren bir çalışma pek de mümkün değil gibi. Konumuzla
doğrudan alakalı olmasa da yeri gelmişken “dünyanın en eski şiiri”
olarak anılan bir Sümer tableti, aşağı Mezopotamya’da bulunup
İstanbul’un orta yerinde yer alan İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde
“İstanbul 2461” ismi ile sergilenmektir. Bu tablet kral Shu-Sin’e
atfedilmekte ve erotik dizelerden oluşmakta.
İstanbul’a pek çok şair methiyeler dizerlerken, bu dizelerden
tarihe ışık tutacak nitelikte yaşam biçimlerine dair ip uçları
almak, kentin mimari ve yapısal durumu hakkında fikirler edinmek
mümkündür. İlhan Berk’in mısralarında eski bir Ankara evinin panjur
detayını pekala gözünüzde canlandırabilirsiniz. Bedri Rahmi’nin
dizelerinde kentin renk cümbüşüne tanık olur, bir “basma
fabrikası”nda bulabilirsiniz kendinizi. Necip Fazıl Kısakürek,
Grafika isimli şiirinde ise kente daha eleştirel yaklaşmakta, bugün
nerede ise geri döndürülmez biçimde değişen kentin çehresini
bizlere çok eski tarihlerden anlatmaktadır:
“1753'te Boğaziçi:
Beş çifte narin kayık…
Türk üslubu oymalı yalı…
Bahçe ve koru…
Saz ve gazel…
Mahçup delikanlı ve feraceli kız…
Örtünen ve gizlenen güzellik…
Suda serv-ü sinim…
Yosun ve iyot rahiyası
Kıvrım kıvrım esen rüzgar
1943’te Boğaziçi:
Zurnalı Şirket-i Hayriye vapuru…
Üç buçuk odalı kübik kümes…
Yangın yeri ve çöplük…
Kokaraça ve fokstrot…
Başı boş genç adam ve sahipsiz sevgili…
Soyunan ve açılan çirkinlik…
Suda mazot lekeleri…
Fabrika homurtusu…
Tütün denklerinden koku…
Buram buram yağan kömür tozu…
Bayanlar, baylar!
Hayata hakim tek yasa tekamül kanunudur.
Yazdıkça hiç yazmamışım gibi gelen bu yazıyı sizlere yazarken,
şehre kış basmış kar yağıyor ve aklımdan bir yandan içinden kar
geçen dizeleri mırıldanıyorum… Kendi de bir mimar olan ve keyifle
okuduğum, öğrendiğim Ali Cengizkan’dan, çokça başvurulsa da yine de
debelenmelerimizin ancak yüzeyde bir çalkantı yaratabileceğini
düşündüğüm Turgut Uyar’dan, içine girersem aşkla kaybolup
çıkamayacağımı bildiğim canım Ece Ayhan’dan, Lale Müldür’den ve
daha çok daha çok isimden söz edememiş olmanın sıkıntısı ile durmam
gerektiğini bilerek, duruyorum.
Bir zamanlar şimdi oturduğum sokakta, birkaç blok ötede yaşamını
geçirmiş olan, bu coğrafyanın en önemli şairlerinden Cemal
Süreya’nın memleketime dair mısraları ile bitireceğim bu hafta,
aynı zamanda köşe yazmalarımda (tam bugün) 7. yılı geride
bırakıyorum. İyi ki varsınız!
OTELLER HANLAR HAMAMLAR İÇİN SÜREKLİ ŞİİR
Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem,
Daha çok seviyorum Cansever'i, Uyar'ı, Can Yücel'i
Bir de Fethi Naci'yi, ve elbet Mustafa Kemal'i
Ankara Ankara
Bir kent değil burası, bir acenta dizisi,
Bir işhanı, bir umumi mümessillik belki,
Büyük mağazalar, bahçeliğe özenen süpermarketler
Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi.
Sahi kaçıncı sanat oluyordu şu mimari?
Birer önyargı gibi uzuyor çağdaş caminin minareleri.
Opera: İçine dikiş gereçleri doldurulmuş ağırlıksız
bir
keman kutusu,
Osmanlı Bankası davul;
Ve Emlak Kredi'yle başlayan camdan metalden bir
melodika
ordusu:
Dol (An) kara bakır dol!
Biletim öldü;
Gömleğim kirli.
Ek yapıların ana yapıları böyle ezip geçmesinde
Yoksa ölümcül bir beğeni de mi gizli?
Ne derdi buna Sadettin Köpek, Necmettin Pervane ne
derdi?
Tiren kuşları daha Eskişehir'den başlayarak
Çarpa çarpa bedenlerini kara vagonlara
Can boyasıyla çizer portresinin ilk çizgilerini.
Evliya Çelebi'ye kenti gezdiren rehberin de
Sesi yeraltından geliyordu ve kemiktendi elleri.
Bir kadın torbaya doldurulmuş gibi yürüyor
Yine de, belli, içi içine sığmıyor.
Büyük Millet Meclisi'ni hiç gözden kaçırmamakta
O nereye giderse peşini bırakmayan Ankara Oteli:
İş Bankası da kendine özgü bir humour'la süzüyor
Şimdi biraz daha aşağıda kalmış Anıt-Kabir'i.
İşe bak, dün humour sözcüğü için Fransevi'yi
açtıydım,
"Şetaret" diyordu yanlış okumadımsa Şemsettin Sami:
Ey şetaret bankası, artık gelmiş sayılırsın
Çankaya'ya!
Ben öyle her şeye dikkat eden bir adam değilim,
Ama biliyorum DÇM için Marmara Oteli'ne gideceğim
Yakamda gizlilik rozeti, eh çobanıllık da caba;
Vergi iadesi için de Stad Otel var,
Paraşüt kulesini yukardan görmüş olursun ayrıca.
Adını titizce saklayan bir sokak buldum
Şimdi söyleyemem hangi alanın arkasında,
Oradan geçerken hep seni düşünüyorum,
Belki de oralarda bir yerdesin,
Sen tavşan aralığı,
Sen ağzımın tadı,
Bir buluş gibisin!
- Ağır ol Bay Düzyazı,
Sen ancak uçağa binebilirsin!
Cemal Süreya