Şiir ve toplumsal bellek

Destanlar, ağıtlar geleneksel şiirin olduğu kadar modern şiirin de yaşananı kaydetme, duyulanı duyurma, dile getirme, gelecek zamana aktarma araçlarıdır. Bununla birlikte, şiirin kaydettiği olayların, durumların, anların, acıların toplumsal belleğe dramatik, lirik tarzlarla da yansıtıldığı görülür.

Abone ol

DUVAR - Şiirin, çok eski bir kayıt aracı olduğunu söyleyebiliriz. Bu niteliğiyle toplumsal belleğin önemli bir parçasını oluşturur. Zor zamanlarda, dar çağlarda, acı dönemlerinde, herkesin dilinin taşa dönüştüğü anlarda bile şair konuşmakla kalmaz, bir yandan da tanıklığını kaydeder. Belki biraz da bu nedenle şiir aynı zamanda yaşanan toplumsal olayların, acıların, anıların, durumların kaydını oluşturur. Şair özellikle böyle zamanlarda bir taraftan topluma, insanın bir an bile unutmaması, asla vazgeçmemesi gerektiği bir dili olduğunu gösterir. Öte yandan, Fredric Jameson’ın dediği gibi söylersek, tanıklığını şiir diliyle toplumsallaştırır ve tarihselleştirir. Şair bir tarihçi değildir elbet. Ama şimdiye kadar yaşananın kaydını tutan yalnızca tarih metinleri olmadığı gibi toplumsal bellek de yalnızca tarihçilerin anlatılarından oluşmaz.

Destanlar, ağıtlar geleneksel şiirin olduğu kadar modern şiirin de yaşananı kaydetme, duyulanı duyurma, dile getirme, gelecek zamana aktarma araçlarıdır. Bununla birlikte, şiirin kaydettiği olayların, durumların, anların, acıların toplumsal belleğe dramatik, lirik tarzlarla da yansıtıldığı görülür. Modern Türkçe şiiri bu açıdan da okumak olasıdır. Özellikle Nâzım Hikmet’ten başlayarak tarihin önemli olaylarının toplumsal belleğe kaydedilerek gelecek zamana aktarılmasının da şairlerin amaçları arasında yer aldığını görürüz. Bunun ne kadar değerli ve önemli bir sorumluluk olduğunu ise sadece Nâzım Hikmet’in yapıtlarına bakarak bile söylemek mümkün.

Bugün eğer Şeyh Bedreddin’i biliyorsak bunu Nâzım Hikmet’in meşhur “Şeyh Bedreddin Destanı”na borçlu olduğumuz açıktır. Onun “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı yapıtının çok önemli bir de çağına tanıklık yönü vardır. 1919’la 1922 arasında Anadolu’da yaşanan ‘ulusal kurtuluş savaşı’nın dile getirildiği “Kuvay-ı Milliye Destanı”, şiir olmanın yanı sıra bir tarih kesitinin ayrıntılarıyla toplumsal belleğe kaydedilmesi bakımından da önemlidir. İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı kıyımın, yıkımın acılarını, insanlığın ortak acısı olarak kaydettiği şiirleri de toplumsal belleğe bırakılmış önemli yadigârları arasındadır… İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD tarafından atılan atom bombasıyla Japon şehirlerinin yok edilmesinin acısını toplumsal belleğe kaydederek aynı zamanda bu felaketi şiirin diliyle tarihselleştirmiştir. Tanığı olduğu büyük insanlık suçunu, acısı iflah olmaz kıyımın yasını dile getiren şiirlerinden biri de “Japon Balıkçısı”dır. O şiirden bir bölüm okuyalım:

Denizde bir bulutun öldürdüğü

Japon balıkçısı genç bir adamdı.

Dostlarından dinledim bu türküyü

Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.

Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür.

Bu gemi bir kara tabut,

lumbarından giren ölür.

Modern Türkçe şiir, toplumsal belleğin parçası ve aynı zamanda cumhuriyet döneminin tarihsel tanıklığı ve kaydı da olmuştur. Böylece şiirler aracılığıyla konu edilen kimi tarihsel olaylar, anlar ve durumların bilinenden farklı, aykırı bir tarih anlatısı çıkmıştır ortaya. Çünkü biliriz ki toplumsal ve tarihsel bir olay, şairin merceğinden ve dilinden geçerek şiir olarak kaydedilmişse genel geçer birtakım doğrular, tabular, gerçekler, inançlar tehlikededir. Çünkü şiir bize iktidar tarafından kabul edilmiş ve edilebilecek olandan değil, reddedilmişten, yok sayılmıştan, resmi ideolojinin ve dilinin, anlatısının konusu olmayanlardan söz eder.

O nedenledir ki modern Türkçe şiirin dağarcığından, hani nerdeyse gelişigüzel seçeceğimiz yapıtlarla bile tarihsel ve toplumsal bazı olayları hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda farklı bir cumhuriyet tarihi okuması ve yorumuna da ulaşabiliriz. Örneğin Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” başlıklı şiiri… Şiirde, general Mustafa “Muğlalı olayı” olarak da anılan, 1943 yılında Van’da gerçekleşen katliam konu edilir. Biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, ikisi askerden izinli gelmiş masum 33 Kürt köylüsü casusluk, kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alınır. Bir süre sonra general Mustafa Muğlalı’nın emriyle otuz iki köylü kurşuna dizilerek katledilir. Daha sonra da kaçarken vuruldukları yolunda tutanak düzenlenir. Katliamdan bir köylü saklanarak kurtulur. Ne kadar gizlenirse gizlensin gerçeklerin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Ahmed Arif’in katliamı konu alan ve aynı zamanda katledilen köylülere ağıt olan “Otuz Üç Kurşun” başlıklı şiirinden bir bölüm:

Vurulmuşum

Dağların kuytuluk bir boğazında

Vakitlerden bir sabah namazında

Yatarım

Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum

Düşüm, gecelerden kara

Bir hayra yoranım çıkmaz

Canım alırlar ecelsiz

Sığdıramam kitaplara

Şifre buyurmuş bir paşa

Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz

Rivayet sanılır belki

Gül memeler değil

Domdom kurşunu

Paramparça ağzımdaki...

Çağına karşı sorumluluk alarak tanıklığını kaydeden şair, baktığı dünyanın, izlediği hayatın yalnızca kendisininkiyle sınırlı olmadığının da farkındadır. Bu farkındalığın şiirlere de yansıdığını görüyoruz. Altmışlı yıllarda Türkiye’den, başta Almanya olmak üzere, Avrupa’ya kitlesel işçi göçü başlamıştır. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” başlıklı şiirinde bu işçi göçü tüm trajikliğiyle dile getirilir. Şiir dönemine tanıklığın yanı sıra önemli bir toplumsal olayın anısını da kaydederek toplumsal bellekte yer almasını sağlamıştır. Şiirin söz konusu bölümünü birlikte okuyalım:

Çocuklar, kadınlar, erkekler

Trenler tıklım tıklım

Trenler cepheye giden trenler gibi

İşçiler

Almanya yolcusu işçiler

Kadınlar

Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi

Ellerinde bavullar, fileler

Kolonyalar, su şişeleri, paketler

Onlar ki, hepsi

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler

Şair bazı zamanlarda baktığı, gördüğü, izlediği karşısında sadece bir kayıt cihazı gibi konuşlanabilir. Turgut Uyar da öyle yapar. Sosyal uyanışın iktisadi gelişmenin önüne geçtiği gerekçesiyle askerin kendi halkına silah çektiği, süngü taktığı, devrimci gençleri astırttığı 12 Mart dönemini tarihe ve toplumsal hafızaya şiirin diliyle kaydeder. Bu dönemi konu edinen şiirlerini “Toplandılar” adlı kitabında bir araya getirir. “Toplandılar”ın alt başlığının da “1970-73 Notları” olduğunu anımsatalım. Kitabın tamamını okumayı önererek daha fazlasına imkân olmadığı için “Bir Süregen İlkbahar” adlı şiirden bir bölüm paylaşıyorum:

ateş sönmez rüzgârın sesinden, tersine parlar

önüne durulmaz olur artık harından

ha, Süleyman’ı sorduysanız, o içerdedir, türkiye’de

Muzaffer’i sorduysanız, o da içerdedir, türkiye’de

Hasan da içerdedir, türkiye’dedir, Mümtaz da türkiye’de

Behice de öyle ülseri depreştiği zaman

Şairin bakış açısı ne kadar genişse elbet dili, sözü ve anlatısı da o ölçüde kapsamlı olur. Anılar da şairin belleğinden anımsama olarak şiire yansır. Şair yalnızca anımsadıklarına dayandırmaz şiirini. Geçmiş zamandan taşınan anlatılar da şairin, şiirinin konusu, teması olabilir. Ece Ayhan şiirlerinde yalnızca dili bozup yeniden kurgulamamıştır. Sorunsallaştırdığı tarihi ters yüz etmiş, geçmişe ait kimi olaylarla ilgili anlatıları baş aşağı çevirerek yeniden dile getirmiştir. Ece Ayhan, sorunsallaştırdığı tarihi ve toplumsal olayları, odağına döneminde ünlü olmuş isimleri de alarak, özellikle resmi anlatıya aykırı olarak, kişisel bir bakış açısıyla şiire taşımıştır. Onun bu yaklaşımı ilgilendiği tarihi konuları aykırı bir bakış açısıyla okuması ve yeniden yorumlayarak toplumsal belleğe kaydetmesi bakımından da önemlidir. Bununla birlikte çok sık olmasa bile güncel olaylarla ilgilendiği ve şiirine konu edindiği de olmuştur. “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı şiiri de öyledir. Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi Battal Mehetoğlu’nun 1969’da öldürülmesinin ve cenaze töreninde annesinin yaptığı konuşmadan esinlenen şiir 1970’te yazılmıştır.

Şiirin öyküsünü anımsayalım: Enver Gökçe’nin “28/Nisandı/Yavri/Hey!/Ham/Meyveyi/Kopardılar/Dalından” dizeleriyle ağıt yaktığı ve katledilen ilk üniversite öğrencisi olan Turan Emeksiz’den sonra öğrenci hareketleri yoğunlaşmaya başlar. 1968 yılında İTÜ öğrencisi Vedat Demircioğlu, kaldığı yurda baskın yapan polisler tarafından camdan aşağı atılarak öldürülür. Çok geçmeden 23 Eylül 1969’da ODTÜ öğrencisi Taylan Özgür, Beyazıt Meydanı’nda sırtından vurulur. Ardından 8 Aralık 1969’da,Yıldız Teknik’te okuyan Mehmet Sevinç Büyük öldürülür. Hemen hemen her cinayette kullanılan silahta iktidarın ve devletin parmağı vardır. Bunun üzerine üniversite gençliği katliamların durdurulması istemi ve cinayetleri protesto amacıyla okullarda işgal eylemleri başlatır. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin işgali sırasında bu okulun öğrencisi olan Battal Mehetoğlu, 14 Aralık 1969 günü dışarıdan gelen 150 kişilik bir faşist grubun saldırısı sonucu, vurularak öldürüldü…

'HEPİNİZ BENİM ÇOCUĞUMSUNUZ!' 

Battal Mehetoğlu’nun annesi İstanbul’daki cenaze töreninde bir konuşma yapar. İnsaf Ana “Hepiniz benim çocuğumsunuz. Ama şunu bilin ki benim oğlumun katili kazan kafalı başbakandır. Er veya geç bunun hesabını verecektir” der. Dönemin Tercüman gazetesinin muhabiri İnsaf Ana’ya, “Bunları sen bilerek mi söylüyorsun, yoksa birileri mi söyletti? Ve neden Kürtçe konuşmuyorsun” diye sorar. İnsaf Ananın cevabı şöyledir: “Benim içim yanıyor çocuklar. Kürtçe söylesem kim ne anlayacak? O kazan kafalı duysun diye Türkçe söylüyorum. Çocuğumun katili odur… Ah! Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler…” Olay ve İnsaf Ananın sözleri Ece Ayhan’ın esin kaynağı olur. 68 gençlik isyanının 50. yılını selamlamak ve o dönem yaşamını yitirenlere saygı sunmak amacıyla “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini bir kez daha okuyalım istiyorum:

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

- Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor

Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:

Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:

Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:

Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır

Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

'KAPILARA FAŞİT GELMİŞ'

Modern Türkçe şiirin toplumsal belleğe taşıyarak kaydettiği, burada değindiğimizden çok daha fazla olay, anı konu var elbette. 1970’le 80 arasındaki dönem Sina Akyol’un dediği gibi “erken ölenin mintanıyla gömüldüğü” yıllardır. Her gün kuşağından birilerinin öldürülmesine tanıklık eden, yakın arkadaşlarının cenazesine katılmak zorunda kalan genç şairlerin şiirine de yansır yaşananlar doğal olarak. Bu yıllar aynı zamanda şiirin, ağıtlar ve destanlar dönemi olur. Gülten Akın’ın “İlahiler” kitabında yer alan “Ertuğrul Ağıdı” da o şiirlerden biridir. Akın’ın ağıt yaktığı genç, 8 Haziran 1977’de polis tarafından öldürülen ODTÜ öğrencisi 1955 doğumlu Ertuğrul Karakaya’dır. Gülten Akın’ın şiirinden bir bölüm paylaşıyorum:

Kapılara faşist gelmiş

Var mı demiş, sor mu demiş

Ankaranın kanlıları

Ertuğrulu vur mu demiş

12 Eylül darbesini “Alacakaranlıktaki Ülke” adıyla kaydeden Ahmet Erhan’ı da, Bingöl’de seksenli yıllarda dağdan vurulmuş indirilen genç bir kadının çıplak bedeninin sokakta teşhir edilmesine tanık olan ve o olaydan etkilenerek “Öyle ak, öyle ak ki teni/İpekten biçilmiş sanki” dizeleriyle başlayan “kimliksiz Ölüler” adlı şiiri yazan Metin Altıok’u da, Sivas katliamını “Temmuz Ateşi” kitabıyla şiirin diliyle toplumsal belleğe taşıyan Kemal Özer’i de anmak gerekir. İki bin sonrasının şiirinde kaydının aranacağı önemli olayların başında kuşkusuz Gezi Direnişi gelir. Üstünden beş yıl geçti. Henüz Gezi Direnişi’ni konu alan, süreci şiir olarak işleyen yayımlanmış kitap boyutunda bir çalışma bulunmuyor. Ancak Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan başta olmak üzere direniş sürecinde katledilen gençlerin adının geçtiği şiirlerin yazılıp yayımlandığını da belirtelim. Metin Cengiz’in “Ali İsmail Korkmaz” başlıklı şiiri de onlardan biri. Cengiz’in Şiirden dergisinin Temmuz Ağustos 2013 tarihli sayısında yayımlanan şiirinden bir dörtlük şöyle:

Beni dar bir sokakta öldürdüler

Taş tahta sopa öldürdüler

Gecenin bile elini eteğini çektiği yerde

Gençliğimi öldürdüler düşlerimi öldürdüler

Dönemine damgasını vuran ve tarihe mal olan olayların, konuların gençlerden çok eski kuşak şairlerin ilgisini çektiğini de bir tespit olarak kaydedelim. Yeri gelmişken yazımıza konu ederek toplumsal bellekte izini sürdüğümüz şiirlerin birçoğunun zamanın sınavından geçmiş ve geniş bir kesim tarafından da ilgi görüp sevildiğini, kabullenildiğini de belirtelim. Ahmet Telli’nin Cizre, Nusaybin ve Sur’da sokağa çıkma yasakları sürecinde yaşamlarını yitirenler anısına yazdığı “Ah Kadın” başlıklı şiiri de yakın dönemi toplumsal belleğe kaydeden dikkat çekici bir örnek oluşturmaktadır. Şiirde Gezi Direnişi sürecinde polis tarafından vurulduktan sonra 269 gün komada yaşam mücadelesi veren ve 13 Mart 2015’te yaşamını yitiren 14 yaşındaki Berkin Elvan da vardır. Şırnak’ta öldürülen ve cansız bedeninin polis panzerinin arkasında sürüklenmesi tepki yaratan Hacı Lokman Birlik de Telli’nin “Ah Kadın” başlıklı şiirini okuyalım:

“Gülüşünden vurdular kardeşimi!”

Ah kadın, Cizre miydi senin adın

Cudi’ye bakıp durma fistanın alev alır

Bilmez misin ki kan değdi çakalların dişine

Her bodrum tekinsiz saatler gibi işliyor

Ve genzinde bir yanma tuhaf bir kekrelik

Gece bir dumandı tütüp durdu Gabar’da

Sokakta mezarlık sinekleri, çıldıran tarih

Bilmez misin ki kan değdi çakalların dişine

Ah kadın, adın Cizre miydi senin

Ekmek almaya gidenin yaşı mı sorulur

Berkin Elvan’ı ne zaman unuttun, hani

O kaşları karadan daha kara Berkin’i

Ölü bebekleri beyaz bayrak esirgemiyor

Bir derin dondurucu bul yahut kâbusa

Dönen uykular kanatlansın Botan'da

Ölümün haysiyeti ölüm kadardır

Melih Cevdet Anday’ın “Garip” sonrası döneminde antik dönemin bazı büyük olaylarını modern çağın görüş açısından dile getirip toplumsal belleğe aktardığı biliniyor. “Troya Önünde Atlar” olsun, “ölümsüzlük ardında gılgamış” olsun bu özellikte şiirlerdir. Modern Türkçe şiirin ölümsüz ustalarından Anday’ın teması yirminci yüzyıl olan ve son kitabıyla aynı adı taşıyan “Yağmurun Altında” şiiri de bir çağın, şairin duyuş ve düşünce merceğinden geçirerek şiir diliyle toplumsal belleğe kaydedilmesi bakımından da önemlidir. Sözü, “Yağmurun Altında” başlıklı şiirden bazı bölümler paylaşarak noktalamak istiyorum:

Nasıl unuturum ey doğa

Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım,

Vaktim yetmedi, ölüm kalım,

Bütün yüzyılları yaşadım

Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım

Atalardan kalma huysuzluk

Kuşku, yeryüzü deliliği,

Kıralımız doğuştan yarım

Ama tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı

Kim yaşadı ki kendi yüzyılını

Akarsuyun dilinden sezenimiz yok

Orpheus' tan sonra ben geldim

Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.

Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru

Delice zeytin yerdi atamız Homeros

Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki

Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak

Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık

O çağa bu çağa gömüldük

Bir şey var, susar, bakar durur

Ölümün soluduğu denizle varolan

Gökyüzünden başka çağ yoktur.