Şiirin ‘Sonkişot’u
Cenk Koyuncu, 27 Haziran 1967’de İstanbul’da doğar. Antalya'da bu dünyayı bize bırakıp gittiğinde 38 yaşındadır ve tarihler 14 Mayıs 2006’yı göstermekteydi. Cenk Koyuncu yaşadığı süre içerisinde bir şair olarak, bir şairin yapması gerekeni yapan bir şair oldu…
Bunu daha önce de yazmıştım. İstanbul’un en çok şair adı verilen sokakları Beşiktaş’tadır. Ancak İstanbul’un, sokaklarında en çok şair dolaşan semti Kadıköy’dür. Bu şehirde yaşamaya devam etsin etmesin, İstanbul’da bulunup da Kadıköy’e yolu düşmeyen şair sanırım yoktur. Günübirlik gelip geçmek anlamında değil tabii. Şairlerin Kadıköy’le olan ilişkisini değişik yönlerden irdelemek olası. Böyle bir çalışma için doğrudan şiiri ilgilendiren birçok neden de gösterilebilir. Fakat konumuz bu değil. Kadıköy’le şairler arasındaki ilişkiye bu yazıda değinilme nedeni genç yaşında aramızdan ayrılan şair Cenk Koyuncu…
Cenk Koyuncu, 27 Haziran 1967’de İstanbul’da doğar. Antalya'da bu dünyayı bize bırakıp gittiğinde 38 yaşındadır ve tarihler 14 Mayıs 2006’yı göstermekteydi. Cenk Koyuncu’yla doksanların başında Kadıköy’de; o yıllarda kurulan ve uzunca bir süre devam eden bir masada tanıştım. Şair Turgay Kantürk’le Engin Turgut’un genellikle olduğu, Orhan Alkaya’nın sık sık yer aldığı, başka şair isimlerin de katıldığı Kadıköy’e has bir şiir masasıydı o...
Biz tanıştıktan kısa bir süre sonra ilk kitabı “Otoben” (1993) yayımlandı. Şairlerin sezgisel güçleri olduğu yönündeki iddiaları tartışmalıdır. Ancak kimi şairlerin yapıtları tartışmayı geçersiz bırakacak kadar güçlü öngörüler, sezgiler içerir. Öyle şiirler vardır ki teması içerisinde yer alan birtakım sezgilerin zaman içinde gerçekleşmesine şaşırmamak imkânsızdır. Bir an için şairlerin böyle bir güce sahip olduklarına inanacak olursak Cenk Koyuncu’nun da başına gelecekler dahil, olacakları öngörmesi bakımından sezgisel gücü yüksek şairlerden olduğunu söylemek mümkün.
“Otaben”deki şiirler, gelecekteki yaşamının yol haritasını çizmektedir adeta… Kitapta kendi yaşamına ilişkin öngörüsü, başına geleceklere yönelik sezgisi şaşırtıcı boyutlarda birçok şiir yer alır.
Uğraştığım tüm işler yarım kalacaksussa da dilim bir yürek duruşuyla
Yaşadıklarım konuşacak…
Öyle oluyor gerçekten de; Cenk Koyuncu’nun yaşadıkları konuşuyor. Onun yaşadıklarını şiirleri konuşuyor: “Yalnızlar Garı” başlıklı şiirindeki şu dizeler gibi:
yalnızlar garında öleceğim, üzerimeBir bulut örtsünler istiyorum, yeni
Yerlere giden trenin düdüğü çalarken
Benim veda marşım olsun; diliyorum
Şairin kendisi için seçtiği veda marşı gardan ayrılan trenin düdüğüdür. Ancak Cenk Koyuncu için esas olan yolculuktur ve yerleşememek yalnızca şiirsel bir tema olarak kalmaz; yaşamının gerçeğine dönüşür bir süre sonra.
“Ben; gitmeyen ve gidemeyen bir yolcuydum! Sustum” dizelerinde dile getirildiği gibi. İstanbul’u bırakıp tırnak içinde söyleyeyim yerleşmeyi denediği Antalya’ya yola çıkmasını da böyle düşünebiliriz. Oraya varıp varamadığını sorsak, aradığımız yanıt, şairin “İkilemler Başlıklı” şiirindeki şu dizelerden gelecektir belki de:
Civa gibi damla damlaToplayarak parçalarımı
Yol alıyorum yolsuz yolda
'ŞİİR SÖZ, ŞAİR GERÇEK'
Sinema için düşündüğüm bir söz var: Perde gerçek, ama sinema hayal. Şiir için de belki şöyle söyleyebilirim: Şiir söz, ama şair gerçek… Bir şairin elbette ne kadar kısa yaşarsa yaşasın ömrü tek cümleyle ifade edilemez. Ama bu dünyadan öyle hızlı gelip geçiyor ki kimi şairler, onların o kısa, o kelebek uçuşlu ömürlerine işaret etmek için söz içinde bazen bir şah beyit, bir berceste mısra karşılığı olacak cümle gereksinimi daha da şiddetle duyumsanıyor.
Cenk Koyuncu “Otoben”de hız denemesi yaptı “Yüzde Yüz”ü (1996) buldu ve “Sona Veda” (2002) ederek kısa ömrüne bir de Eski’z ve Sonkişot sıkıştırarak gitti. Arada Yapı Kredi Yayınları ve üstlendiği Kitap-lık dergisinin yayın yönetmenliği var tabii… Son olarak edebiyat tarihinin unutulmazları arasına giren dokuz sayı çıkardığı “Sonkişot” dergisi… Belki de yaptıkları ve arkada bıraktıklarına bakınca onun için en uygun ad bu: “Sonkişot”!
Cenk Koyuncu’nun ilk şiiri 1992’de, yayımında sorumluluk da aldığı Eski’z dergisinin ilk sayısında yer alır. Şiirin adı “Kitabe-i Ceng-i Mezar”dır. Şiirden bir bölüm:
Bu fırsatı kimseye vermem kendimden başkaölümlerden ölüm beğeneceğim
birkaç mektup birkaç eşya bırakacağım dostlarıma
sevgilimi kendisine emanet edeceğim
Koyuncu, ilk kitabı “Otoben”deki cesur deneyselciliğiyle de genç bir şair olarak dikkat çeker… Kitaptaki ilk şiir “Harita ve Metod”da altını çizdiğim şu dizeyi önemli buluyorum: “kalemi elime alınca çıktığım yolda yazı beni yazıyor”. Bu dize Cenk Koyuncu’nun hem ilk kitabı “Otoben”e hem de ondan sonraki şiirlerine, kitaplarına bir kuş bakışıdır aslında. Ne tür bir şiir anlayışını benimsediğini, neler vaat ettiğini göstermekle kalmıyor, yaşamla şiir arasında durduğu yere de işaret ediyor.
“Yüzde Yüz” adıyla yayımlanan ikinci kitabı “10 Desen - 10 Tipografi -10 Şiir Yüz fırça darbesiyle bir yüz!”den oluşur. Kitap şiirin, resmin, grafiğin biçimsel ve biçemsel birlikteliğinin denendiği, sınandığı bir yapıt olarak buluşur okurla. “Yüzde Yüz” adlı yapıtında şairin “Kendini basan kalpazan”ın fotoğrafını çeken bir düzyazı şiiri:
durdururken tarihimin akışını belgeleyenyüz! öncesinden toplanarak çoğalan
büyüyen, gelişen ve eksilen noktalar
topluluğu... tersi ile yüzü. siyah beyaz
ya da renkli. ne olursa olsun yüzün an’ını
öldüren bir silahtır: deklanşör!
Görüntünün öncesi ve sonrası arasına
inen keskin kılıç
en iyi fotoğraf akılda çekilendir
yaşadım mı?
“Yüzde Yüz” deneyselci bir kitaptır, ama yine de Cenk Koyuncu’nun deneysel şiirle ilişkisinin ilk kitabıyla başladığını ve bunun onda bir poetik tavır olduğunu söyleyelim: “Otoben”deki “Ayna Tut Bana” başlıklı şiiri özellikle hatırlatmak isterim. Şiir sayfada, aynada yansıdığı biçimde yer almaktadır…
“Cenk Koyuncu'nun bütün şiirleri, her ne kadar ilk şiir kitabının adı ironik bir biçimde ‘Otoben’ olsa da, kendini ‘hiç’e saymanın farklılığını taşıyan şiirlerle doludur” diyor Haydar Ergülen ona veda, isterseniz vefa diyerek okuyun, yazısında. Ben Ergülen’in “kendini ‘hiç’e saymak” sözünü alıp biraz açmak, mümkün olduğu kadarıyla da aşmak istiyorum. O nedenle Cenk Koyuncu’nun da şiire başladığı döneme, doksanların başına kadar geri gitmek istiyorum.
Şiir üzerine ve şairler hakkında konuşurken, tartışırken tarihsel süreci dönemlere, kuşaklara ayırmak bana bir iddiadan çok, düşünmeyi kolaylaştıran, irdelenen sorunun daha anlaşılır olmasını sağlayan bir yöntem olarak görünür. O nedenle şiirin “doksanlar” diye bir dönemi olduğunu, Cenk Koyuncu’nun da bu dönemin içinde yer aldığını söyleyeceğim.
Şiire başladığı, ilk şiirini yayımlayarak göründüğü tarihi, koşulları ve ortamı o da önemsemiş olmalı ki “Otoben”in sonunda şöyle bir açıklama yer alır: “Bu kitabın ana gövdesi ile ismi 23-24 Nisan 1987 günlerinde yazılmış ve 1990-1991-1993’te yazılan kimi şiirlerle bütünlüğünü oluşturmuştur.”
Şiirleri bu dönemin koşullarından etkilenmiş, şiir ortamının, havası yapıtlarına yansımış bir şairdir o. Şiirlerini o nedenle doksanların koşullarıyla birlikte düşünmenin okuma, algılama ve yorumlama yelpazesini, dil ve imgelem haritasının sınırlarını genişleteceği kanısındayım. Ancak Cenk Koyuncu’yu “doksanlar” dediğimiz döneme yerleştirirken bir konuda hassas olmak gerektiğini düşünüyorum.
“Doksanlı” yıllara gelinirken şiirde, “seksenler”in sahne ışıklarının sönmeye başladığı; dergileriyle, şairleriyle, sözüyle artık bir önceki kuşağın sahnede daha fazla kalamayacağının anlaşıldığı bir süreç başlamıştır. O arada çok uzun sürmeyen, ama önemli olan bir zaman kesiti söz konusudur. Ben, kendi adıma bu çok uzun olmayan zaman kesitine “geç seksenler” ya da “erken doksanlar” demeyi tercih ediyorum…
GENÇ SEKSENLER ERKEN DOKSANLAR
Cenk Koyuncu’nun genç bir şair olarak içinde olduğu dönem aslında tam olarak bu zaman aralığıdır. O kesit “seksenler”in sonu, yani “geç seksenler”le “doksanlar”ın başı, yani “erken doksanlar” denilen dönemdir. O zaman şu sorunun yanıtını arayalım: Bu zaman aralığını şiir açısından özgün yapan neydi? O dönemin koşulları şiire nasıl yansıdı? Dahası o dönemin genç şairi olarak Cenk Koyuncu’nun şiirini nasıl etkiledi ya da o, bu döneme nasıl bir müdahalede bulunmuş olabilir.
“Doksanlar”ın en erken döneminden başlayıp en geç dönemine kadar uzayan zaman aralığında gelişen şiiri kısaca “ben kırıcı” olarak tanımlamaktan yanayım. Bu “ben kırıcı” şiirin nüvelerinin Cenk Koyuncu’nun da içinde olduğu o zaman kesitinde, “erken doksanlar”la ya da “geç seksenler” diyebileceğimiz kesitte oluştuğunu düşünüyorum.
Bu dönemde şiir için yepyeni bir sorun oluşmuştu. Genç şairler Akif Kurtuluş’un şiirindeki “kaldıramıyorum kılıcını saklayan zabit gibi çarşıdan geçmeyi” dizesinde sözü geçen kılıçtan farklı bir kılıcı sorun ediniyordu. Cenk Koyuncu da onlardan biriydi. Sözü geçen bu kılıcı “ben kılıcı” olarak tanımlıyorum. İlk kez “geç seksenler” ya da “erken doksanlar” denilen süreçte söz alan şairler tarafından yazılan şiirlerde bu “ben kılıcı”nın artık taşınmak istenmediği dile getiriliyordu. Hatta daha da ileri giderek bu dönemin şiirlerinde “ben kılıcı”nın kırılmak istendiği vurgulanıyordu. İyi ama neydi bu “ben kılıcı”…
Genç şairin yönelimi ve şiirde oluşan bu yeni eğilim sonucu dilin hem göstereni, hem gösterileni olarak “ben”le; şiirin hem öznesi hem nesnesi olan “ben”, “doksanlar”ın şiirinde temel sorun haline geliyordu. Bu dönemin şiirinde özne “ben”in, hem kendine dönük konuşması hem de kendini hedefleyerek kurduğu dil, az da olsa daha önceki kimi örneklerde olduğu gibi kendi üstüne kapanmıyordu. Aksine “ben”i sökmeye, onun var olan haliyle işler durumunu işlemez hale getirecek biçimde bozmaya yöneliyordu. Kılıcını düşürdüğü “ben”i öyle de bırakmıyor, daha da ileri giderek yıkıyor, dağıtıyordu… Bu eğilim zaman içinde bütün “doksanlar”ın şiirine ait bir özellik durumuna gelecektir. Cenk Koyuncu da öyle yapıyordu. “Ben”i sorunsallaştırıyordu. İlk kitabına adını veren şiirin ilk dizesinde olduğu gibi:
“Yüreğin zarı yırtılıyor, uzun ve anlamsız bir cümle kuruluyor: BEN!”
Bu modern Türkçe şiir için yeni bir yönelimdi. Daha önce şiirin hem öznesi, hem şairi olanın, “ben”le bu türden bir sorun yaşadığı, onu kendi kendisinin nesnesi yaptığı örnekler olduğu söylenemez. Koyuncu’nun “Düş Yoluma” başlıklı şiirinden şu dizelerde de benzer tavır görülmektedir:
Ne karaya ne karara ulaşmak amacımyokolmuş çizgidir artık ufuk
karanlığa dalıyorum, büyük mavinin içindeki
küçük adam benliğine, derinliğine batıyorum
Şair bunu niye yapıyordu? Turgut Uyar’ın o yıllardan çok önce “Şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Bu çıkmaz; bilince, bilgiye uygunluğa, çağdaş şiire ve insana yeni bir imkândır” diyerek dikkat çekiyordu insanın girdiği çıkmaza. Çıkmazdaki insan, çıkmazdaki “ben” demek değil miydi? Çıkmazdan kurtulmanın yolu var mıydı? Cenk Koyuncu için bu soruya verilecek yanıt için ilk adım “Otoben” mi olmuştu? Galiba öyleydi… Dönemin genç şairlerinden biri olarak Cenk Koyuncu da “ben”i, parçalarına ayırmadan kurtarmak mümkün değilmiş gibi işe koyulmuştu... O dönemin şairi hedefine koyduğu “ben”i kırıyor, yıkıyor, parçalıyordu. O nedenle “ben” denilen ve hem özne, hem nesneleşmiş şiirsel öğenin bir organizasyon, bir parçalar bütünü, bir “puzzle” olup olmadığı irdeleniyor, birinci tekil şahıs olarak “ben” şiirin temel sorunu haline getiriliyordu…
Her gece enkazını toplayan kazazedeydimuzun, sinsi bir oyun bu bana oynanan
yap-boz gibi
Türkçe şiirde “iyi ben” “kötü sen” ikileminin de denklemi bozuluyor “ben neyim” sorusunun yanıtı aranmaya başlanıyordu. Örneği yine Cenk Koyuncu’dan verelim:
Susuşlarım var, kapandığım gizde, dize gelmeyen dil,sandığına terkedilmiş ve unutulmuş nankör anlarda
kendi düşüne bilenen gerçeğim var!
- Hiçbir şeyim yoktu benim, herşeyimi çaldılar!
“Doksanlar” şiirinin olduğu gibi Cenk Koyuncu’nun şiirinin de sorunu Haydar Ergülen’in belirttiği gibi “hiçleşmek”ten işte bu nedenlerle farklıydı diye düşünüyorum.
Aynaya doğru yürüyordumAyaklarım söz dinlemiyordu
Kendimden geçiyordum
Kendime, biliyordum
Cenk Koyuncu o zaman aralığında “Otoben”ini otobana çıkaran, orada hız sınavına, ama en çok da dayanıklılık deneyine tabi tutan bir şair oldu.
Çağırır beni uzaklar, bilmezler; fısıltısını duysan delirirsinruhumdaki o Sarhoş ve Sessiz Gemi beni bekler... Bilemezsin!
Cenk Koyuncu’nun şiir yazdığı süreçte dünyanın, hayatın, şiirin yüzü soluktu daha da soldu. İki ay vardı; biri gökyüzündeki gecenin oyuncağı, biri şairin kâğıt üzerinde şiirin imkânlarıyla kurcaladığı… Şair, kurcalamaktan başka türlü oyun bilmediğinden değil, gerekirse kuramayacağından hiç değil, bunu yapmak istemediğinden işini gücünü, dilindekini diliyle kurcalamaya dönüştürürdü. Cenk Koyuncu yaşadığı süre içerisinde bir şair olarak, bir şairin yapması gerekeni yapan bir şair oldu… Onu, Orhan Alkaya’ya ithaf ettiği “Utangaç Kalbim” başlıklı şiiriyle selamlayalım istiyorum:
Bak bu gece bitmezse ölüm gelir uçurumun başınayürek söken heybetli edasıyla şu utangaç kalbimde
aşklarımı bahane edemem, aşklarım adamcasına
sözüm geçmez artık içimden gideni götüren Azrail'e!
Dünyalının işi ölümlü olmak, zaman nedensiz bir bahane
suça çekiliyor gel-gitim, kendine doğru ve içeriye tırmanıyor
devrimlerden silkindi arkadaşlarım artık sosyalizm şahane
bir bir kırıldı eski umutlar; şimdi herkes şiirden saklanıyor!
Atlaslar değişti, atlasım postal izleriyle dolu bir Anadolu
kıvrıldım dizlerime doğru yeni bir ses için inledim
sessiz herkesin devrimi kimsesizdi, orada yalnız kaldı insanoğlu
kahraman kalktı sözlüklerden, sahi çok özledim neredesiniz?
- Altı-yedi Eylül’dü, Orhan'ı aradım; ağlıyordu!..
BU AYIN DERGİLERİ…
Yeni bir edebiyat dergisi
Aksi Sanat, yayın hayatına yeni başlayan bir dergi. Geçen günlerde üç aylık edebiyat dergisi olarak okurla buluştu. Yönetim sorumluluğunu bir şairin, İsmail Cem Doğru’nun üstlendiği bir dergi olduğunu söyleyelim Aksi Sanat’ın. Nisan, mayıs, haziran dönemini kapsayan derginin ilk sayısında şiirleriyle şu isimler yer alıyor: Cihan Oğuz, Yusuf Alper, Mesut Aşkın, Ömer Turan, Ali Hikmet Eren, Betül Tarıman, Ozan Öztepe ve Caner Ocak.