Sıkça sorulan sorular (SSS)

Türkiye, 1 Temmuz itibariyle İstanbul Sözleşmesi’nden resmen çekilmiş bulunuyor. Şimdi ne olacak? 4. Yargı Paketi’nde yer alan “somut delil” vurgusu, cinsel şiddetle mücadeleyi nasıl etkileyecek? Sosyal medyada adalet arayışı doğru mu? Ne gibi riskler barındırıyor?

Tuba Torun avtubatorun@gmail.com

Kadının, çocuğun ve LGBT+ BİREYLERİN insan haklarına yönelik olarak son süreçte yapılan saldırılar ve gerilemeler sebebiyle en çok yöneltilen soruları hızlıca toparlamak gerektiği düşüncesiyle bu yazıyı yazma gereği duydum. 3 soruda toparlamaya çalıştım.

1) Türkiye, 1 Temmuz itibariyle İstanbul Sözleşmesi’nden resmen çekilmiş bulunuyor. Şimdi ne olacak?

Öncelikle hak ve eşitlik mücadelemiz tam gaz ve hatta artarak devam edecek. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarının belki de tek iyi yanı, Sözleşme’nin yapmaya çalıştığı şeyin insanlarca daha bilinir hale gelmesi oldu. Diğer bir deyişle, siyasi iktidar bir nevi bilmeden toplumsal bilinç yükseltme çalışmalarının kıvılcımını çakmış oldu. Bundan 2 yıl önceye kadar toplumun tamamına yakını İstanbul Sözleşmesi’nin adını bile bilmezken, artık Sözleşme’yi ve içeriğini bilmeyen yok diyebiliriz rahatlıkla. İstanbul Sözleşmesi’nin tek derdi şiddet üreten zihniyeti kökünden ortadan kaldırarak, cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına hizmet etmek. Bunun gerçekleşmesini istemeyen bir siyasi iktidar varsa da bu amaca hizmet eden başkaca sözleşmelerimiz, anayasamız, yasalarımız ve kocaman bir mücadelemiz var. Şiddetle mücadele ve eşitlik hareketi buradan devam edecek. Evet, uluslararası arenada ciddi bir yara aldık siyasi iktidar sayesinde. Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnès Callamard, “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle saati 10 yıl geriye aldınız” diyerek, gerçeği en vurucu şekilde yüzümüze çarptı. Evet, kadınlar, çocuklar ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği sebebiyle şiddete maruz bırakılan hiç kimse bunu hiç hak etmedi. Yerli ve milliliği diline dolayıp düşmandan beter davrananlar, ülkeyi tüm dünyaya bir kez daha rezil etti. Olsun, mücadelemiz uluslararası arenada da tam gaz devam edecek. Bizler İstanbul Sözleşmesi’ni her an her fırsatta ve her yerde anlatmaya devam edeceğiz. Gericiler korkmaya devam edecek ve kaybedecekler. Eşitlik ve özgürlük kazanacak.

2) 4. Yargı Paketi’nde yer alan “somut delil” vurgusu, cinsel şiddetle mücadeleyi nasıl etkileyecek?

4. Yargı Paketi’nin 13. maddesinde kuvvetli suç şüphesi için somut delil gerekliliğine yönelik uygulamada bazı tereddütler yaşandığı ve kuvvetli suç şüphesi için somut delil gerekliliği vurgulanmış. Burada suçlar bakımından herhangi bir ayrım yapılmamış. Örneğin, kuvvetli şüphe bakımından uyuşturucu ile cinsel istismar aynı kefede tutulmuş. Bu durum, cinsel istismar vakaları bakımından elbette ciddi bir tehlike arz eder. Zira, cinsel dokunulmazlığa yönelik suçlar, malum, çoğunlukla gizli işlenen suçlardır. Somut delil bulma olanağı çok çok azdır. Vaka ortaya çıktığında çok geç olabilir. Fiziksel bulgular bir yana, rapor alınması korkutma, baskı, tehdit vs. gibi psikolojik sebeplerle mümkün olmayabilir. Bu derece hassas bir suçun terörle aynı kefede değerlendirilmesi, telafisi mümkün olmayan zararlara sebebiyet verecektir. Somut delil yokluğu sebebiyle, failler serbest kalabilecek, daha da çok cesaretlenecektir, cezasızlık algısı daha da yayılacaktır.

Diğer yandan, bu tutum, diğer şiddet vakalarına da kıyasen uygulanabilecek, siyasi iktidarın epeydir haz etmediği “kadının beyanı esastır” ilkesini fiilen devre dışı bırakılabilecektir. Ve hatta 6284 Sayılı Yasa kapsamında talep edilen koruma kararlarında somut delil arayışı söz konusu olabilecektir. Oysa, 6284 Sayılı Yasa’nın en temel özelliği, şiddet tehlikesi içindeki kişiyi, can havliyle, delil aramaksızın korumaya yönelik tedbirleri hayata geçirmesidir. Eğer 6284 kapsamında talep edilecek koruma kararları için somut delil kıstası koyarsanız, Yasa’yı bypass etmiş olursunuz, hiçbir anlamı kalmaz. Siyasi iktidar, zamanında 6284 Sayılı Yasa’yı “Yuva Yıkan Yasa” diye boy boy afişe edenlere sesini çıkarmadı. Şimdilerde, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi gündeme getirmiş oldukları için, şiddet destekleyicisi gibi görünmemek adına 6284 Sayılı Yasa’nın gölgesine sığınıp şirinlik yapıyor. Peki biz nereden bilelim, 6284’ün de başına bir şey gelmeyeceğini? Neticede, oy birliğiyle ve sevinçle imzaladıkları Sözleşme’den bir gece yarısı bir erkeğin kararıyla çekildiler. Zamanında sahip çıkmadıkları ama bugünlerde mecburen adını zikredip durdukları 6284’ü yine bir gece yarısı kaldırmayacaklarına nasıl güvenelim bu samimiyetsizlik batağında? Kaldı ki, Yasa yerinde dursa bile işte böyle “somut delil” arayışıyla vs. etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar.

Kimse bizi kandırmasın, 2015 yılında TBMM’de kurmuş oldukları, kısaca Boşanma Komisyonu dediğimiz komisyonun 2016 yılında vermiş olduğu raporla tüm niyetlerini açık etmişler ve proje haline getirmişlerdi. “Kadının beyanı esastır” ilkesine olan olumsuz takıntıları o raporla tescillidir. O raporda, nafaka hakkımızdan aile arabuluculuğuna, istismar failine evlilik halinde verilen aftan müftülük yasasına tüm kazanılmış haklarımıza saldırılar vardı. Adı üzerinde “Boşanmaları Önleme ve Araştırma Komisyonu”. Bütün bunları şu amaçlarla yapıyorlar: Ataerkil düzeni devam ettirmek istiyorlar. Bu sebeple eşitliği sağlayabilecek her şeyi, her yasayı, her düzenlemeyi, sözleşmeyi saf dışı bırakma çabasındalar. Eşitlik demek, demokrasi demek, kendilerinin gidişi demek. İktidarlarının bekasını zor kullanarak ve yasalarla oynayarak, çoğu zaman yasa dışı olanı el altından teşvik ederek korumaya çalışıyorlar. Bu esnada, kadınların ve çocukların bedenlerini kullanıyorlar. LGBT+ bireylerin varlığını zaten kabul etmiyorlar. Her şeye rağmen, cinayetlere, her türlü şiddete, kamusal yaşamdan ve iş yaşamından soyutlanmaya rağmen, evli kalmaya/boşanmamaya/evlenmeye/çocuk yaşta dahi olsa evlenmeye teşvik ediyorlar. Çünkü çok çocuk doğurulması lazım. Genç nüfus lazım. Genç nüfus siyasi iktidar için niteliksiz dahi olsa -hatta mümkünse niteliksiz olsun- iş gücü potansiyeli demek. Ayrıca, oy potansiyeli demek. Yani, iktidarlarının bekası için kadınların, çocukların bedenlerini alet ediyorlar. O yüzden, anne olmayan kadını aşağılıyor, evli olmayan kadını küçümsüyor, her gün her yerde “en az 3 çocuk yapın” diye tutturuyorlar. Zaten eğitimli-ilerici kesimin kolay kolay “3 çocuk yapın” sözüyle hareket etmeyeceğini biliyorlar. Kendi kesimlerine adeta talimat veriyorlar. 3 çocuk yapan kadın, mecburen kamusal yaşamdan ve iş yaşamından da soyutlanıyor. Akıllarınca bir taşla çok kuş vuruyorlar. Gelin görün ki, işler katiyen bu gülünç akılla ilerlemiyor. Kendi kazdıkları tuzağa düşecekler, bihaberler.

Hukukçular, hak savunucuları, STK’lar ve ilgili uzmanlar yasalarda yapılan bu değişiklikleri iyice irdelemek, muhtemel tehlikeler bakımından uyarıda bulunmak ve risksiz şekilde ilerlemeye yönlendirmek durumundadırlar. Uyarıyoruz; 4. Yargı Paketi’nde yer alan bu düzenleme bu haliyle geçmemelidir. Aksi halde, her şeyi çok önceden kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak üzere hesaplayabilen siyasi iktidar, bu düzenlemeyi de pekâlâ kadınlar, çocuklar ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği sebebiyle şiddete maruz bırakılan herkesin aleyhine de kullanacaktır.

3) Sosyal medyada adalet arayışı doğru mu? Ne gibi riskler barındırıyor?

Derdimiz, sosyal medyada hak arayanlarla değil, sosyal medyada hak aramak zorunda bırakanlarla. Anayasasıyla demokratik olduğu iddiasında bulunan bir ülkede kuvvetler ayrılığı yoksa, yargı bağımsız değilse, yasalar etkin uygulanmıyorsa, hatta kimi zaman hiç uygulanmıyorsa, o ülkede yaşayan insanlar hakkını başka şekillerde aramak zorunda kalır. Hukuk kuralları, toplumu düzenlemek için vardır. Hukukun olmadığı bir yerde her şey birbirine girer, herkes kafasına göre davranmaya başlar, ki kaos tam da budur. Bu ülkede son 3 yıldır “en önemli sorun nedir”in cevabı “adaletsizlik” ise, gözleri ve eleştirileri yönetenlere çevirmek durumundasınız. Sosyal medyada isyan eden kişileri eleştirmekten çok daha etkili ve kalıcı bir çözüm olacaktır. Bu soruyu yöneltenlere dikkat etmek gerek bugünlerde diye düşünüyorum. Zira, özgürce konuşamasak da en azından kısmen dile getirebildiğimiz bir tek burası kaldı. Sosyal medya yasası çıkardı bu sebepten siyasi iktidar. Bu sebeple, siyasi iktidar cenahı bu soruyu çok seviyor. Sosyal medyayı da şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu sebeple bu soruya dikkatli yanıt vermek lazım.

Elbette, yargıya intikal etmiş bir vaka varsa ortada, öncelikle detaylara hâkim kişilere kulak vermek, öncelikle onlara soru yöneltmek ve mümkün olduğunca bilgi toplamak lazım. Bu noktada gazetecilere çok iş düşüyor. Zira, hukuki detayına hâkim olmadığınız bir vakada sosyal medya üzerinden hüküm vermek çok da doğru değil. Fakat, sesini duyuramayan kişilere ses olmak da bir o kadar gerekli bu çarpık düzende. Şule Çet gibi, Aleyna Çakır gibi, Pınar Gültekin gibi birçok vakada kamuoyu çok şey değiştirdi. Faillerin kendini savunmayı öğrendiği, dolayısıyla şüpheli ölümlerin her geçen gün arttığı, cezasızlığın alıp başını yürüdüğü bu bozuk sistemde birbirimize ihtiyacımız var. Yanlış iddialarda bulunma, istemeden linçe katkı sağlama ihtimalleri var, doğru. Ama kurtardığı hayatlara veya maddi gerçeğin ortaya çıkmasına bulunduğu katkıya baktığınızda, toplumsal tepkinin önemini göz ardı edemezsiniz. Bu noktada, asmalı kesmeli tepkilerde değil de mümkünse yapıcı eleştirilerde bulunmak ve ihtimalli değerlendirme yapmak çok daha doğru olacaktır.

Sosyal medya üzerinden ses yükseltirken, şiddet mağdurlarına da zarar verebiliyoruz bilmeden. Örneğin, -özellikle çocukların- gizliliğini ihlal edebiliyoruz. Özel ve hassas bilgiler de ifşa edilebiliyor. Bu noktada, bilgi edinerek, bilhassa mağdurun kişilik haklarını ihlal etmeden, mümkünse daha sisteme ve işleyişe yönelik tepki vermek önemli. Bu sınırlara ilişkin olarak da daha çok uzmanın bilgilendirme yapması artık bir ihtiyaç.

Tüm yazılarını göster