Küçük bir şehirde doğmuştu Halim. Daha doğrusu, doğduğu,
büyüdüğü, çocukluğunun en güzel günlerini yaşadığı yer, küçük
sıfatıyla adlandırılıyordu. Yetiştiği yerin küçük olduğunu, okumak
için biraz daha büyük bir şehre gittiğinde anladı. O günden sonra
kendisi de memleketinden söz ederken, ‘küçük yer’ ifadesini
kullandı. Orta halli sayılabilecek bir ailedendi. Baba küçük
dükkanında beyaz eşya satıyordu. Öncesinde elektrikçiymiş. Yaş
geçip evlere gitmek, bir inşaatın rutubetinde zaman geçirmek
zorlaşınca, mesleğini yalnızca sevdiklerine, konu komşuya yardım
için yapmaya karar verip borç harç bir dükkan açmış. Küçük işler
yaparak geçimini sağlayan baba, küçük esnaf olmuş. İyi huylu bir
adamdı Halim’in babası. Evine, çoluk çocuğuna, hanımına bağlı, pek
öyle dışarıda gözü, kahveye kağıda merakı olmayan biri. Küçük yerin
iyi huylu munis küçük esnafı. Annesi de ev hanımıydı. Çocuklarının
fedakâr anası. Halim’den başka iki çocuğu daha vardı. Büyük
lisedeyken, onlar ilk ve orta okulda, biri kız bir oğlan. Ev
hanımının eğlencesi, konu komşu akraba ziyaretleri, küçük yerin hiç
bitmeyen hararetli dedikodusu. Bazen, doğup büyüdüğü yerin insanı
birbiri hakkında konuşmak için yaşarmış gibi gelirdi büyük oğlan
Halim’e. İki yüzlü bir dünyaydı ama o iki yüzlülüğün konforundan
hiç kimse vazgeçmek istemezdi. Birbirleri hakkında konuşmak küçük
yer insanının hayatta kalma yollarından biriydi belki de. Ya da
belki bir tür iletişim kurma ve kontrol yöntemi. Herkesin herkesten
haberdar olduğu, herkesin bir diğerinin neler yaşadığını bildiği
ama hiç kimsenin bir diğerinin ne yaşadığını aslında tam olarak
bilemediği bir yerdi, çocukluğunu geçirdiği küçük şehir. Bazen
dünyanın en güzel, bezen de dünyanın en berbat yeri olduğunu
düşünürdü. Bazen de hiç bir şey düşünmezdi.
Okuması gerektiğini düşünüyordu ailesi. Ne okuması gerektiğini
bilmiyorlardı ama herhalde en iyisi doktor ya da öğretmen olmaktı.
Küçük yerde doktor ve öğretmenler çok önemli insanlardı. Hem
öğretmen ve doktor oldukları, hem de hakim, savcı, garnizon
komutanı ve kaymakam ile doğrudan görüştükleri, birlikte yiyip
içebildikleri için. Gerçi garnizon komutanı ve kaymakam, öğretmen
ile değil daha çok okul müdürüyle çay kahve içerdi ama okul müdürü
olabilmek için de bir yerden başlamak gerekiyordu nihayetinde.
Birkaç yıl hangi okulu seçmesi gerektiğine tam anlamıyla karar
veremese de sonunda öğretmen olmanın isabetli olabileceğini
düşündü. Üniversite sınavında bu yönde ve bu yönde olmayan
tercihler yaptı. Bu yönde olmayan tercihlerinden birini kazandı!
Biraz daha büyük bir şehrin küçük üniversitesinin, iktisadi ve
idari bilimler fakültesinin kamu yönetimi bölümünü kazanmıştı. Tam
sevinmedi, tam üzülmedi de. Ailesi mutlu oldu ancak çok da mutlu
olmadı. Öğretmen ya da doktor olmasını çok istiyorlardı. Kamu
yönetimi okuyup bitirdiğinde tam olarak ne olacağını, ayrıca orada
ne okuyacağını bilmiyordu Halim. Bir yakını, önce kaymakam ardından
vali olabileceğini çıtlattığında sevindi. Bir diğer yakını, "Ne
yöneteceksin orayı bitirince?" diye sorduğunda cevap veremedi.
Kazandığı üniversiteyi duyanların her biri bir şey söylüyor, bir
yakınlarından örnek veriyordu. İş miş bulamayacağında ısrar eden
tanışları da olmuştu, "Hiç olmazsa askerliğini yedek subay olarak
yaparsın" diyen de. Fakat hiç kimse kamu yönetimi okuyunca tam
olarak ne olunabileceğini bilmiyordu aslında. Öğretmen ya da doktor
olunamayacağı kesindi ama. Beyaz eşya satıcısı küçük esnaf babası
yine de mutlu olduğunu düşünüyordu oğlunun başarısından. Halim’in
sınavı kazandığını duyduğunda diğer küçük esnaf arkadaşlarına çay
ısmarladı. Oğlu kamu yönetimi okuyup kamuyu yönetecekti. Mesele
neyi yönettiği değildi Halim’in babası için; önemli olan yönettiği
yeri kendisine ve ailesine layık bir biçimde yönetmesiydi. Aslında
bir de koç kesip dağıtmayı düşündü ama şimdilik vazgeçti, hele bir
okuyup kamuyu yönetmeyi başlasın, o zaman kurban keserdi, doğrusu
buydu. Halim’in annesi, bir sabah kalkıp oğlunun küçük
şehirlerinden bir başka şehre gideceğini öğrendiğinde ağladı. Çok
ağladı hem de. Biri kız diğeri oğlan iki çocuğu, ne olduğunu pek
anlamasalar da anneleri ağladığı için göz yaşı döktüler. Konu komşu
tebrik ziyaretine geldiğinde, çaylarını içip börek yerken birlikte
ağladılar. Çocuklar büyüyordu işte, evden uçup gidiyorlardı,
Nazife’nin kızı da geçen yıl gitmişti üniversite için, orada bir
başına ne yapacaktı, ne yiyip içecekti, kimlerle arkadaşlık
yapacaktı, ne sıklıkta gelip gidebilecekti... "Çocuklar büyüyordu"
işte. Çay içip börek yerken sık sık bunu söylediler hep birlikte.
Halim mutluydu o esnada ama çok da mutlu değildi.
İlk kez ayrılacaktı küçük şehrinden, küçük evinden, anne baba ve
kardeşlerinden. Evde mi kalacaktı? Yurtta mı kalacaktı? Evde bir
başına kalabilir miydi ki, yoksa arkadaş mı bulacaktı? Bir de ne
olacaktı kamu yönetimini bitirdiğinde, tam manasıyla bilmiyordu.
Acaba her şehir birbirine benzer mi? Ya bambaşka alışkanlıkları
varsa insanların o şehirde? Hiçbir şeyi bilemediği ve tahmin
edemediği için epey heyecanlı, biraz da tedirgindi. Ama çok da
tedirgin değildi. Halim, küçük şehrindeki, küçük esnaf ailesini,
kardeşlerini, akrabalarını ve lisedeyken hoşlandığı simsiyah gözlü
kızı arkasında bırakarak, diğer şehre gitti, iktisadi idari
bilimler fakültesinde kamu yönetimi okumak için. Önce çok zorlandı.
İlk yılını sonunda ‘giriş’ yazan dersleri geçmeye çalışarak
geçirdi. İlk yılın sonunda Halim, hâlâ mezun olduğunda ne olacağını
anlayamamıştı. Sınıfındaki arkadaşlarının da anlayamadığını tahmin
ediyordu. Hatta sınıfındaki daha da kara gözlü kız bile
anlayamamıştı ona kalırsa. Zaten en akıllısı o görünüyordu. En
çalışkanı. En güzeli. Gözleri öyle karaydı ki, Halim, her şeyin en
iyisini ancak o bilebilir diye düşünüyordu ilk günden beri. Başka
türlü olsa, o kız bu kadar güzel olamazdı. Açılamadı o güzel gözlü
kıza bir türlü. İkinci yılında da. Üçüncü yıl bir başkası açıldı.
Demek ki o kadar akıllı değildi ve öyle her şeyi de bilmiyordu kara
gözlü güzel kız. Hatta üçüncü yılın sonunda, kızın hiçbir halttan
anlamadığına karar vermişti Halim. Son sınıfa geldiğinde, neredeyse
kırkın üzerinde ders görmüştü ama ne olacağı konusundaki
belirsizlik sürüyordu zihninde. Son sınıfın hemen ilk ayında bir
hocasına mezuniyet sonrasında hangi sınavlara girebileceğini,
nerelerde yöneticilik yapabileceğini sorduğunda, hocası Halim’e,
hemen her bakanlığa girebileceğini ve hemen hiçbir bakanlığa
girememe ihtimalinin olduğunu söyledi. Kaymakamlık sınavına
girebilirdi fakat sınavı kazanamayabilirdi; üstelik mülakatlarda
torpil çok etkiliydi. Öyle dedi hocası. Şu torpil meselesini o ana
dek hiç düşünmediğini fark etti. Ne küçük esnaf babası, ne de ona
sürekli yakışıklı ve aslan gibi olduğunu söyleyen ev kadını annesi
bahsetmişti torpil işinden. Arkadaşlarıyla konuşuyorlardı bu konuyu
arada bir. Onlar da ne olacaklarını ve eğer gerekirse nasıl torpil
bulunacağını tam olarak bilmiyorlardı. Orta halli şehrin küçük
öğrenci kahvelerinde ve orta boy simit köşklerinde bir araya gelip
mezun olduklarında hangi kamu kurumunu seçebilecekleri üzerine
konuşuyorlardı. Bazen bir iki arkadaşı, özel sektörün de
düşünülebileceğini hatırlatsa da, kamunun daha güvenceli olacağı
konusunda uzlaşıyorlardı. En çok gittikleri öğrenci kahveleri,
şehrin tek kitapçısının yakınındaydı. Küçük bir kitapçıydı ve
kırtasiye, fotokopi, çanta kalemleri de mevcuttu. Halim pek meraklı
değildi kitaplara. Bir ara güzel kara gözlü kızla sohbet edebilmek,
konu açabilmek için çantasında ve başlığı görünecek şekilde koltuk
altında hayli klasik bir roman taşımış, hatta bir iki sayfasını
okumuştu. Kızın hiç ama hiç akıllı biri olmadığına karar
verdiğindeyse, okumayı bırakmıştı zaten. Çok dersi vardı, çok
çalışmalıydı ve ders dışı kitaplarla vakit kaybederek kamu
yöneticisi olmak pek mümkün değildi. Şehirde bir sinema vardı. Film
seyretmeyi oldum olası sevmemişti. Roman okumak zaman kaybıydı.
Okuyanları anlamakta zorlanıyor ama okuyan insanların tercihlerine
karışmaması gerektiğini düşünüyordu. Birileri, bir başkasının
yazdığı hayal ürünü hikayeleri okumak istiyorsa, kendileri bilirdi.
Gazete karıştırmayı da sevmiyor, eğer çok önemli bir şey olursa
zaten arkadaşlarından duyacağını tahmin ediyordu. Nadiren
televizyon haberlerine denk geliyordu, iki arkadaşıyla paylaştığı
küçük öğrenci evinde. Siyaset konuşmayı bazen seviyor çoğu zaman
hiç sevmiyordu. Böyle konulara kafa yorarsa yönetici olamayacağı
yönünde bir endişesi vardı. Küçük esnaf babası ve ev hanımı annesi,
o siyasetle ilgilenip roman okusun ve gazetelerle zaman kaybetsin
diye katlanmamıştı o kadar zorluğa. Sınavlarda şansını deneyecek ve
mutlaka bir kamu kurumunda kamu yöneticisi olacaktı. Er ya da geç.
Ailesini mahcup etmeye hiç niyeti yoktu; o güzel kara gözlü ve
üçüncü sınıfın sonundan itibaren açıkça aptal olduğuna karar
verdiği kızı mahcup etmeyi ise çok istiyordu.
Sınavlara girdi. İlk yılın sonunda bir kamu kurumunun, Tapu ve
Kadastro Genel Müdürlüğü’nün önce yazılısını sonra mülakatını
kazandı. Çanakkale Tapu Müdürlüğü'ne gönderdiler Halim’i.
Üniversiteyi okuduğu şehrinden biraz daha büyük bir şehrin tapu
müdürlüğüne. Kendisi de ailesi de gururluydu. Üçüncü yılının
sonundan itibaren mutlak olarak aptal olduğuna karar verdiği o kara
gözlü ve doğrusu pek güzel de olmayan kız kim bilir nasıl
bozulmuştur, diye düşündü tapu müdürlüğüne başlayan aday memur
Halim. Çanakkale’de kuracaktı artık yaşamını, asaletini alınca
belki evlenmeyi dahi düşünebilirdi. Küçük bir ev tuttu. İşinde
gücündeydi. Bir gün sayın müdürü yanına çağırdı Halim’i. Asık
yüzüyle bir kâğıt uzattı. Uzatılan kağıtta yazan şu cümleleri
okudu, ayakta durmakta zorlanan Halim:
“Çanakkale ilinde görev yaptığı sürede mesai bitimlerinde
ikametgahına gittiği, geceleri hiçbir yere çıkmadığı, az konuştuğu,
hiçbir gazete ve dergi ile ilgilenmediği, içine kapanık bir kişi
olduğu intibaını verdiği için H.C.’nin durumu Türkiye Komünist Emek
Partisi’nin "Faaliyetine devam et fakat sessiz kal" temel ilkesine
uymaktadır. Bu nedenle adaylık süresi içinde görevine son
verilmiştir.”
Açıklama: Okuduğunuz hikâyenin son paragrafı ‘gerçek.’
Memleketimizin yaklaşık kırk yıl öncesinden şahane bir ‘adalet’
hatırası! Bu ‘işe son verme’ vakası, 12 Eylül sonrasında Çanakkale
ilinde yaşanmış. Bülent Tanör’ün “Türkiye'nin İnsan Hakları
Sorunu,” adlı kitabında, 34'üncü sayfanın sonundan alıntıdır.
H.C.’nin açılımını bilmiyorum. Bu işlem daha sonra İdare Mahkemesi
tarafından iptal edilmiştir.